8 Ekim 2010 Cuma

Feleğin Çarkı mı, tekerrürün tarihi mi?

M.Ali Erbil'in şov programında yaptığı gaf bir çok yerde "ikinci Güner Ümit vakası" olarak yorumlandı. Güner Ümit vakası ve bunun arkasında yatan sosyolojik gerçeklerle ilgili Murathan Mungan'ın çok beğenerek okuduğum bir yazısını buraya alıntılamak istedim.
Makalenin orijinali 1995 yılında Express Dergisi'nde "Rock Hudson ve Güner Ümit" adıyla yayınlanmıştır.

"Bir televizyon kanalında, bir yarışma ve eğlence programını sunarken yaptığı bir espri dolayısıyla Güner Ümit'in neden oldu­ğu olayların, onun açısından tamamıyla bir şanssızlık olduğuna inanıyorum. Ama yalnızca bir şanssızlık mı? Espri, daha doğrusu esprinin ardındaki tarih, onun sandığı kadar masum mu? İçinde yer aldığı ekran ve onun işleyişi o kadar günahsız mı? Onu, yazı­ma figür olarak seçmemin nedeni de bu. Amacını aşan bir söz'ün nelere yol açacağına ilişkin olarak bu olay, iyi bir sosyolojik ör­nek oluşturduğu için... Bu olay, aynı zamanda hazırda bekleyen ve her an kıvılcımlanmaya hazır toplumsal bir potansiyele işaret ettiği için de...
İlkin, söz konusu espriyi anımsayalım: Program içinde yer alan skeçlerden birinde Güner Ümit, hamile taklidi yapan prog­ram hosteslerinden birine, babasından hamile kalmış olabileceği yollu bir imada bulunduktan sonra, "Siz Kızılbaş mısınız?" diye soruyor. Muhtemeldir ki, salondaki sünnilerle, ekran başındaki Sünniler gülüşüyorlar. Ama kıyamet de bu sözden ötürü kopuyor zaten. Kızılbaş diye ima edilen Alevi yurttaşlar büyük bir infiale kapılarak, büyük kalabalıklar halinde akın akın, söz konusu tele­vizyon kanalının bulunduğu binanın önüne geliyor, binayı kuşatı­yor, taşlı sopalı protesto gösterileriyle binaya saldırıyorlar. Bir laf üstüne kimse oralara kadar yürümez elbet, ama bu yürüyüşün ar­dında kaç yüzyıllık bir yol var.
Canlı yayın olduğu için, üzerinde çok düşünmeden ettiği, ağzından öylesine çıkıveren bir sözün yol açtığı bu büyük olayın sonrasındaki üzüntülü savunmasında Güner Ümit, Alevileri aşa­ğılamak gibi bir niyetinin asla olmadığını ısrarla belirtirken, yal­nızca, aklında kalan bir gençlik şakasından yola çıkan bir espri yapmak istediğini, Kızılbaş'ın anlamını bilmediğini, hele Alevi demek anlamına geldiğinden hiç haberi olmadığını söylüyor. Doğru olabilir, ama bu çok da önemli değil aslında. Asıl önemli olan diğer bilmedikleri. Buna sonra değineceğim. Güner Ümit ola ki, gençliğinden beri sağdan soldan duyduğu, belki kahve köşele­rinde anlatılan, cinsel imalarla yüklü, kızılbaş diye adlandırılan belirsiz bir "kavmin" analarıyla-babalarıyla bile ilişki kurabilecek ölçüdeki cinsel serbestliklerine ilişkin duyduğu hikâyelerden yola çıkarak, kendince masum bir espri yapmak istemiştir. Bu espri, ibneler üzerine de olabilirdi, bir başka şey üzerine de; o zaman kimse televizyon binalarının üzerine yürümeye kalkmazdı elbet; eğer yürüyebilselerdi, sahipleri ya da kimi yöneticileri ya da mü­dürleri ibne olan televizyon kanalları, kendilerini ve engin pratik­lerini inkâr edip, sırf ortasınıf ahlakına şirin gözükmek için ara sı­ra böyle "şirinlikler" yapmaya kalkışamazlardı. Güner Ümit'in şanssızlığı, kendini savunmak konusunda diğer gruplara göre çok daha şanslı, güçlü ve örgütlü olan Alevilere toslamasıydı. Dolayı­sıyla piyango ona çıktı. Ama, Allahtan ümit kesilmez, diğerlerine de çıkabilir!
Her gece ekranlara çıkan, çıkarılan insanlar bir süre sonra ha­liyle bir baş dönmesine kapılıyorlar elbet; denetimleri zayıflıyor, sahip olmadıkları özellikleri kendilerinde vehmetmeye başlıyor­lar, bir zamanlar öğrenmiş olduklarını bir daha gözden geçirmiyorlar, bir zamanlar öğrenmiş olduklarından kuşkuya düşmüyor­lar, yeni bir şey öğrenmiyorlar, buna vakitleri de olmuyor, çünkü çark, her gün aynı hızla dönüyor, üstelik herkes tarafından beğe­nilmiş olmalarından ötürü de doğru bir şey yapmış olduklarına inanıyor, kendilerinden hiç kuşkuya düşmüyorlar. Ölçütlerin kay­bolduğu bir toplumda ölçüsüz bir iş yapıyorlar. Televizyon kanalları, sonuçta bir iktidar aracı olduğundan, doğaldır ki, böyle bir baş dönmesine kapılınabilinir; yüz tane satan bir edebiyat dergisi çıkaranların bile memleket idare ettiklerini sanarak tafralandıkları bir ülkede, milyonlara seslenen bir aracı elinde tutanların kapıl­dığı iktidar sarhoşluğu anlaşılabilir elbet, zaten dikkat de bunun için gerekmektedir. Yöneticilerinin, çalışanlarının sağduyularını, özenlerini ve dikkatlerini yitirdikleri noktada, ancak hedef alınan insan grupları ve topluluklarının, demokratik kuruluşların uyarılarıyla kendilerine çekidüzen verebilirler. RTÜK değil diyalog, bir slogan olabilir. Demokratik işleyiş ya da konuşma hürriyeti dedikleri şey, tek yanlı çalışan bir süreç değildir. Belki bunu da böyle öğreneceğiz. Gruplar kendilerini ifade etmeyi, kendi hak­kında söz almayı, bu konuda üslup geliştirmeyi öğrenmek durumunda kalacak. Konuşan Türkiye'nin konuşmaya başladığı yerin, saçmalamak olması belki de kaçınılmazdı. Bunun da insanların kendi hakkında söz alma sürecine bir katkısı olmasını dileyelim.
Üzerinden zaman geçmiş, tarafların unuttuğu ya da unutmak istediği bir konuyu yeniden gündeme getirmemin amacı, bu olayı yeniden kaşımak değil, yalnızca, soyutlama yapmaya, teorik bir çerçeve sunmaya fırsat tanıyan bünyesini kullanmak... Yukarıda asıl önemli olan Güner Ümit'in bilmedikleri demiştim, ya da ha­tırlamadıkları...
Bu topraklardaki kanlı ve kirli tarihten birkaç sayfa da Alevi­lerin kısmetine düşmüştür. 1978 Maraş olayları sırasında kaç kişi­nin öldüğünü, kaç Alevi evinin basıldığını, ateşe verildiğini, hun­harca katledildiği, bütün bunların gerisinde de, birçok şeyin yanı sıra, mutlaka çocukluktan akılda kalmış o Kızılbaş esprileri gibi esprilerin katkısı olduğunu; kaç yüz yıldır adı, Pir Sultan Abdal adıyla birlikte anılan Sivas'da daha dün otuz yedi aydınını diri di­ri yakanların Alevi düşmanlığını. Herhalde televizyon takvimi hızlı işlediğinden hadi unutmuştur, diyelim, ama daha dün cere­yan eden Gaziosmanpaşa olayları kolay unutulmayacak kadar ta­zeydi. Üzerlerine ateş açılarak kurşunlanan, ölen yurttaşların çoğu Aleviydi. İstanbul'da, burnumuzun dibinde, Cemevleri başla­rına yıkılmıştı. Aleviler bunca yıldır, haklarında çıkartılan çeşitli söylentilerle beslenen önyargılarla, hem İslam içinde mahkûm edilmeye çalışılır, hem de bir yandan Sodom ve Gomore ahalisi gibi tanıtılmalarına, mum söndü hikâyeleriyle bir seks tarikatı gi­bi sunulmalarına karşı kendilerini savunmak durumunda bırakı­lırken, birçok yerde de yaşama savaşı vermişlerdir. Kendi ibadet anlayışlarını, göreneklerini, kültürel kimliklerini korumaya çalı­şırken yıprandılar, yıpratıldılar, acı çektiler, ölü verdiler. Et acısı­nın, can acısının olduğu yerlerde alınan söz'e dikkat etmek gere­kiyor. Bütün bunların hepsini birden bilmiyor, ya da unutmuş olabilir mi Güner Ümit ya da herhangi bir televizyoncu?
Anımsayamadım
5-4-3-2-1-0.
Ne yazık ki süreniz doldu.
Bilmediğine, bilmiyorum, demeyip, Anımsayamadım, diyen bir görsel medya, bunun yanıtını da mutlaka böyle verecektir: Anımsayamadım.
Özel televizyon kanalları kurulduğundan beri ilk kez bir kuruluş, böylesi bir kitle itirazı ve protestosuyla karşı karşıya kalıyordu. Bu kanalın, özellikle de ilk özel televizyon kanalı olması, talihin garip bir cilvesi olsa gerekti. Orta mektep sıralarında akıl­da kalanlarla, böyle bir sosyolojiye sahip bir Türkiye karşısına çıkmak her zaman aynı rahatlık ve kolaylıkta olmuyor tabii. İşine geldiğinde bir övünme konusu yaptığın bu "mozaik doku"nun da böyle sorunları var işte. Hassas teraziler kullanmak, dikkatler ge­liştirmek, duyarlıklar edinmek, kapısından ölü çıkmış evlere özen göstermek gerekiyor. Yoksa bu ülkede hiçbir konudaki kan dava­sı bitmez! Türkiye gibi bir ülkede, milyonlara seslenen bir televizyon kanalında bir iş yapıyorsanız, artık "aklınızda kalanlarla" idare edemezsiniz. Bugün "Kızılbaşlar" yürür üzerinize, yarın başkaları.
Şimdi anımsadınız mı?
(Express dergisinin 30 Eylül 1995 tarihli 89. sayısında yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder