27 Kasım 2012 Salı

Gözetleme Kulesi




Adana Altın Koza Film Festivali’nde deyim yerindeyse ödülleri silip süpüren Gözetleme Kulesi 16 Kasım Cuma günü vizyona girdi. Hakkında epeyce olumlu şeyler yazıldı çizildi. Son on gündür yazılanlara da bakıyoruz, film hakkında söz alanlar ya filmi izlemediler ya da izlediler ama kimi sorunları görmezden geliyorlar. 


Filmin ipucu vermeden özet konusu şöyle: 

Üniversite öğrencisi olup otobüs hostesliği yapan bir genç kız olan Seher ile o bölgedeki ormanlık alanda tepelerde bulunan gözetleme kulesinde çalışmaya giden Nihat’ın yaşamlarının ve yaşadıkları olayların kesişmesi. 


(Bundan sonrası film hakkında çok fazla ipuçları vermektedir. İzlemeyenlerin okuması kendi tercihleridir) 

İzleyenler için ise filmin konusu (yönetmenin anlatmak istediği) kısaca şöyle:

Okumak üzere gittiği şehirde yanında kaldığı akrabasının tecavüzüne uğrayıp hamile kalan ve bundan kaçmak için otobüs hostesliğini yapan Seher ile başından geçen trajik bir olay nedeniyle insanlardan uzak ve yalnız yaşamayı seçen Nihat’ın yaşamlarının kesişmesi. 

Yönetmenin amacı her ne kadar yukarıda özetlediğimiz gibi olsa da, film boyunca bunu ifade etmekte kimi sorunlar beliriyor. 

Başlayalım. Filmde neredeyse zaman akmıyor. Seher’in hamilelik sürecine ilişkin kimi görüntüler ile yani karnının farklı büyüklüklerde gösterilmesiyle zamanın ilerlediği anlatılmaya çalışılmış ama bu yeterli olmamış. Benzer şekilde mevsim de değişmiyor, diğer oyuncuların fiziksel görünümünde ve kıyafetlerinde neredeyse hiç değişiklik yok. Bir bakıyoruz hop, Nihat’ta bir karış sakal, bir bakıyoruz onları da kesivermiş. Ormandaki ağaçlarda çok az sararma hissedilse de öyle bir kış havası da yok. Hâlbuki neredeyse yedi aya yakın bir süre bu 1400 metre rakımlı (ki Dipsiz Göl kulesi daha yukarıda) mekânda geçiyor. Karadeniz ikliminin olduğu bu yükseklikte mevsim neredeyse hiç değişmiyor. Normalde bu dönemde kar veya sık sık yağmur yağması, yaprakların, ağaçların, ormanın ne bileyim bir şeylerin değişmesi gerekmiyor mu? (Sonbahar filmini izleyenler hatırlayacaktır, daha kısa bir sürede mevsim ne kadar çabuk değişiyordu ve filmi alıp götürüyordu) 

Başka bir sorun: Bir kadın dokuz ay boyunca hamileliğini saklayabilir mi? Vücut hatlarından bu nasıl belli olmaz? Hele ki Seher gibi ince yapılı bir kadının hamileliğinin sonlarına doğru bunu bol kıyafetlerle, şallarla filan gizlemesi olanaklı mı? Hadi kendi kendine doğum yapmayı başardı, kimse de duymadı o bebek ağlamalarını, bebeğin kordonunu da kendisi kesti, hadi plasentayı filan da attı bir yerlere, peki yeni doğmuş bir bebek o soğukta gecenin bir saatine kadar nasıl yaşayabildi, nasıl kimse ağlamasını duymadı?

Seher ve Nihat’ın trajedilerini öğrendiğimiz sahneler de sorunlu. Hani tiyatroda yönetmen neler olup bittiğini seyirciye anlatmak için, sahnedeki telefonu çaldırır, telefonu açan kişi de sanki karşısındakine anlatıyormuş gibi, olan biteni seyirciye izah eder. Bir bakıma yönetmenin kotaramadığı bu anlatma işini kolayından aktarıverir seyircilere. Nihat telefon değilse de telsizle aynı şeyi yapmıyor mu? Sinema gibi, gösterme olanağı çok fazla olan bir sanat dalında, yönetmen neden bunu göstermek yerine oyuncusuna söyletmeyi tercih eder ki? Bu filmin veya senaryonun iyi kotarılamadığını göstermez mi? Buna bir başka örnek ise, yıldırım sahnesi. Yönetmen karakterlerini dönüştürmek için bir nedene, bir olaya ihtiyaç duymuş, anlaşılan bunun taşlarını filmin başından itibaren dizemediği için, çareyi neredeyse Seher’in kafasına yıldırım düşürmekte bulmuş. Yıldırımdan Sonra (YS) artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, Seher anneliği, Nihat ise onu ve bebeği koruyup kollayan manevi baba ve belki de eş olacaktır. Bu yıldırım konusu üzerinde aslında biraz daha durulmaya değer. Seher’in alıp başını gitmesini, bebeğini istememesini Nihat’ın bunu değiştirememesini... nasıl çözeceğiz derken, ilahi güçler yardıma koşuyor ve sorunu şip şak çözüyor bizim için, tıpkı tiyatro sahnesinde çalan telefon gibi... Zeus aşkına!...

Şu sorular da cevaplanmaya muhtaçtır:

Seher, sığındığı yerde ders çalışırken sabahın erken saatlerinde birini arıyor, bu aradığının dayısı olduğunu sanıyoruz (ama değil galiba, bilemiyoruz). Nitekim kitabının arasındaki fotoğraflara bakıyor ve finale yakın bu fotoğrafları gören Nihat’ın fotoğraflarda dayının bulunduğu yerin kesildiği haline tanık oluyoruz. Diğer yandan Seher’in çalıştığı ve sığındığı yeri de dayısı ayarlamış. Bu durumda ortada tecavüz’ü anıştıran bir şey var mı? Evet, hikaye ensest ancak sanki karşılıklı rızaya dayalı bir ilişki gibi duruyor. Yani hamilelik olmasa veya aldırmak için geç kalınmasa ortada Seher açısından da bir sorun yok gibi görünüyor. Seher’in hamilelik dışında şikâyetçi olduğu bir yöne, bu sıkıntı nedeniyle annesiyle yaşadığı duygu boşalımı dışında bir sıkıntıya tanık olmuyoruz.

Öte yandan kız çocuklarını yaşadığı şehir dışında okumaya yollayan ailelere bilerek veya bilmeyerek nasıl bir mesaj veriliyor: Kızınızı akrabanıza yollamayın, ensest ilişkiye girer. Bir kaç öğrenci ev tutsunlar ama bu sefer de eve giren çıkan belli olmaz. Aslında en güzeli yollamayın bu durumda, otursun evinde, kısmetini beklesin!

Seher karakterini canlandıran oyuncunun örneğin, doğumdan sonra memesinden süt gelmesini ıslanan sütyeninden ve kazağından anlamışken, memesini açıp sütü sıkmasını göstermesine (aslında memesini göstermesine) ihtiyaç var mıydı? Yine Seher’in kuledeki derme çatma tuvalet-banyoda çıplak halde yıkanmasını görmemize ihtiyacımız var mıydı? Yani kadın bedeninin veya çıplaklığın gösterilmesine itirazımız yok ama hikâyeye bu çıplaklıklar ne kattı anlayamadık. Filmden bu çıplaklıkları çıkarsak, anlatımda ne bozulur, ne eksik kalır çözemedik.

Seher, Nihat tarafından kuleye götürüldükten ve bebekle bağının kurulması sağladıktan sonra, o ana kadar bilmediğimiz ne anlatıldı, yeni ne söylendi? Madem film ileride ne olduğunu anlatmayacaktı ki final işi bize bırakıyor, bu durumda ilk bebeği emzirmesinden (yani terkettiğini sahiplenmesinden) sonrasına ne gerek vardı. Film orada sonlandırılsa, anlatıldığı kadarıyla filme ve öyküye ilişkin ne eksik kalırdı? Çünkü o ana kadar olan biteni öğrendik ve o andan itibaren yeni bir şey öğrenmedik. Veya ilişkilerine ilişkin tahayyül edilemeyecek bir şeye tanık olmadık.

Yani, “birbirimize bağırdık rahatladık ve gerçeklerle yüzleştik, yağmur yağdı ıslandık ve temizlendik, yıldırım düştü aklımızı başımıza devşirdik, kaybettiklerimize bir başka yönden acılarla da olsa tekrar kavuştuk, yitirdiğimiz masumiyetimizdi” mi denildi? Anlayamadık.

Bizce bu filmi ile Pelin Esmer, 11’e 10 Kala’nın gerisine düşmüş. Umarız bundan sonraki filminde daha iyisini yapar. 






Oxi oxi!

21 Kasım 2012 Çarşamba


18 Kasım 2012 Pazar

"Sen Ankara'dan beni asmak için mi geldin?" Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü...




Bu hafta 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Dersim’in lideri Seyit Rıza’nın idamdan önce Atatürk’le görüşüp görüşmediğinin cevabını arayacağım. Şimdi biraz geriye gidip Seyit Rıza’nın nasıl yakalandığını anımsayalım. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı köklü meselelerden biri olan ‘Dersim Müşkilesi’ni Ankara’nın nasıl ‘hallettiğini’ artık iyi biliyoruz: 1926’dan başlayan raporlama faaliyetlerini 1934 İskân Kanunu ve 1935 Tunceli Kanunu izlemiş; 1921’de Koçgiri Zaza İsyanı’nı kanlı biçimde bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı General Alpdoğan’ın olağanüstü yetkilerle bölge valiliğine atanmasından sonra 1 Mayıs’ta Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu bölgeye bombalar yağdırmaya başlamıştı. Bu uçaklardan birini Mustafa Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin ‘ilk kadın pilotu’ Sabiha Gökçen kullanıyordu. Haziran-temmuz ayları boyunca köyler yakıldı, yıkıldı, kadınlar ve çocuklar dahil sayısız kişi makineli tüfeklerle tarandı. 

Seyit Rıza ile hükümet kuvvetleri arasındaki son temas 16-17 Ağustos gecesi Bahtiyar mıntıkasında yaşandı. Çatışma sırasında, Seyit Rıza’nın oğlu Şeyh Hasan, ikinci karısı Bese ve üç torunu öldürülmüş, Seyit Rıza kaçmayı başarmıştı. Seyit Rıza 26 Ağustos’ta Bahtiyar Aşireti Reisi Şahin’in kendi adamlarınca öldürüldüğünü duyunca muhtemelen yenilgiyi kabul etti ve 10 Eylül 1937’de Erzincan 5. Jandarma Bölük Komutanlığı’na bağlı bir karakola teslim oldu. 1918 yılında Osmanlı ordularıyla birlikte Rus ve Ermenilerden kurtardığı Erzincan’ın kendisini kurtaracağını ümit etmiş olmalıydı. 

Seyit Rıza’nın yakalanması üzerine Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İnönü, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay, General Alpdoğan’a kutlama mesajları gönderdiler. Gazeteler olayı “Dersim’in en ileri ve son sergerdesi yakalandı” diye kamuoyuna müjdeledi. 

Mahkeme başlıyor 
Seyit Rıza ve arkadaşlarının (toplam 58 kişi oldukları sanılıyor) duruşması 18 Ekim 1937’de Elazığ’da başladı. Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesine göre, ilk günkü duruşmada Seyit Rıza ve adamlarının 20/21 Mart 1937 gecesi Kahmut Köprüsü’nü yaktıklarını iddia eden şahit ifadesine Seyit Rıza “Allaha, devlete karşı gelmek için kudurmuş muyum ben!?” diye haykırarak itiraz etmişti. Gazetenin 23 Ekim 1937 tarihli nüshasına göre ikinci duruşmada Seyit Rıza’nın torunu Zeynel, dedesinin 60 silahlı adamla birlikte olduğunu anlatmıştı. Bu tanıklık Seyit Rıza’yı şaşırtmış, durumu açıklamakta zorluk çekmişti. Ama diğer aşiret reisleri çözülerek bazı itiraflarda bulunmuşlardı. 2 Kasım tarihli Tan’da, 1 Kasım tarihli üçüncü duruşmada da benzer olayların yaşandığı ama zanlıların bütün suçlamaları reddettiği yazıyordu. Benzer durumlar diğer duruşmalarda da yaşanacaktı. 
16 Kasım 1937 tarihli Tan gazetesi ise acı sonu ilan ediyordu: “Tunceli hadisesine ait muhakeme hitam bulmuştur [bitmiştir]. Tunceli’de isyan eden 58 suçluya ait karar tefhim edilmiştir. Bu karara göre suçlulardan 11’i idama mahkûm olmuş fakat içlerinden dördü hakkında idam cezası yaşların geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse tahvil edilmiştir. Diğer yedi idam mahkûmları şunlardır: Seyit Rıza ile oğlu Hüseyin ve Seyhanlı Aşireti reisi Hasso Seydi ve Yusufhanlı Aşiret reisi Kamer oğlu Fındık ve Demenanlı aşiret reisi Cebrail oğlu Hasan, Kureyşanlı Ulikeye oğlu Hasan ve Mirza Ali oğlu Alidir. İdam hükümleri bu sabah infaz edilmiştir. 14 suçlu hakkında beraat kararı verilmiştir. Diğer suçlular da muhtelif ağır cezalara mahkûm olmuşlardır.” 

Otomobil farları altında yargılama 
Seyit Rıza ve arkadaşlarının yargılanması ve idamını o sırada Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil yürütmüştü. Çağlayangil’e göre mahkemeler bazen otomobil farlarının ışığında yapılmış, okuma-yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için en az 75 yaşında olan Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmış, Alpdoğan Paşa, idam kararının yazılacağı boş kâğıdı önceden imzalamıştı. İdamlar 14 Kasım’ı 15 Kasım’a bağlayan pazartesi günü, gece yarısı Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda infaz edilmişti. 

İhsan Sabri Çağlayangil, idam anını ise şöyle anlatmıştı: “Kararlar okununca sanıklar ilk anda anlamadılar. ‘İdam tunne’ diye bir velvele koptu. Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. -Asacaksınız; dedi ve bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’ Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk. ‘Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz’ dedi. Bu sırada Fındık Hafız asılırken görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı Kerbelayıh. Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingene’yi itti, ipi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...” 

Çağlayangil, “Yakıldı” diyor ama yerel kaynaklara göre cenazeler ya Elazığ’ın merkez köylerinden Holfenk Köyü civarındaki Kireçocağı Mevkii’ne ya da Elazığ Tren İstasyonu civarına defnedilmişti. 

“Cumhurreisi Elaziz’de” 
17 Kasım 1937 günü Atatürk, kısa süre önce İsmet Paşa’dan başbakanlığı devralmış olan Celal Bayar, 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay, General Alpdoğan ve diğer yüksek zevatla birlikte Diyarbakır’dan Elazığ’a doğru yola çıkmıştı. Yolda Murat Suyu üzerinde bir köprünün açılış törenine katılmışlardı. Atatürk köprünün eski adı olan Soyungeç’i beğenmemiş ve Singeç yapmıştı. Ardından heyet Pertek’e gitmiş, Atatürk (18 Kasım tarihli Tan gazetesinin ifadesine göre) “Minimini mektep çocuklarının önünde durarak bunlarla ayrı ayrı konuşmuş ve içlerinden bazılarının yüzünde sivrisinek ısırmasından hâsıl olan çıban hakkında kaza doktorundan izahat alarak bunun sebebi ve tedavisi üzerinde esaslı tetkikat yapılmasını” emretmişti. Pertek’ten ‘Coşkun uğurlama tezahürleri arasında ayrılan’ Atatürk ve yanındakiler saat 17’de Elaziz’e varmışlardı. 
Görüldüğü gibi bu hikâyede Seyit Rıza ve arkadaşlarının idamına dair tek bir kelime bile yoktu. İdamlardan sonra bölgede askeri harekât bir süre daha devam etmiş, kısa süreli bir sessizlikten sonra, 1 Haziran 1938’de II. Dersim Harekâtı başlamış, eylül ayının sonuna kadar Genelkurmay belgelerine göre, ‘haydut’, ‘eşkıya’, ‘şaki’, ‘dağlı’ diye nitelenen gruplar yine bu belgelerin diliyle imha edilmiş, temizlenmişti. 

“Ordu zehirli gaz kullandı” 
İhsan Sabri Çağlayangil 1986 veya 1987 yılında, o günün yüksek bürokratı, bugünün CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na devletin “Dersim Müşkilesi’ni nasıl bitirdiğini şöyle açıklamıştı: “…Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti...” 

İdamdan önce görüştüler mi? 
Başlıktaki soruya dönelim: Seyit Rıza, idamlardan önce Atatürk’le görüşme fırsatı buldu mu? Bugüne dek, Atatürk’ün 12 Kasım 1937 günü Ankara’dan başladığı Doğu Gezisi’nin ilk durağının 13 Kasım’da Sivas olduğu, heyetin 14 Kasım’da Malatya’ya geçtiği, aynı gün saat 14.00’te şehirden ayrıldığı biliniyordu. Yerel Uluova gazetesinin 17 Kasım 1937 tarihli nüshasına göre “14 Kasım 1937 günü [Elazığ’ın merkezine yarım saat uzaklıktaki] Yolçatı’na gelen ve büyük bir törenle karşılanan Atatürk ile beraberindekiler o gün Elazığ’a geçmeden Diyarbakır’a” gitmişti. Heyet 15 Kasım günü öğleden sonra Maden’e akşam saatlerinde de Diyarbakır’a varmıştı. Burada iki gün kalan Atatürk 17 Kasım’da Elazığ’a gelmiş ve yukarıda Tan gazetesinden aktardığım programı gerçekleştirmişti. Yani Seyit Rıza ile hiç karşılaşmamıştı. 

Neden Malatya’dan Diyarbakır’a? 
Heyetin, Malatya’dan sonra yol üzerindeki Elazığ yerine önce Diyarbakır’a gitmesi sonra ters bir şekilde Elazığ’a gelmesi garipti ama kimse bunun üzerinde durmamıştı. Aynı şekilde, saatte 30 km. gidebilen buharlı trenle 250 km’lik Malatya-Diyarbakır yolculuğunun en fazla 10 saatte yapılması mümkünken yolculuğun 30 saate yakın sürmesi, bu süre içinde heyetin herhangi bir yerde konaklamaması da garipti ama bu konunun da üzerinde durulmamıştı. Sonuç olarak devletin yarı resmi gazeteleri tarafından duyurulan zaman çizelgesi idamların Atatürk’ün gıyabında gerçekleştiği, hatta habersiz olduğu, eğer bilseydi duruma müdahale edeceği iddiasını/efsanesini desteklemişti. 
Halbuki, Kırmanciya Beleke Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhat Halis’e göre bu kronoloji doğru değildi. Çünkü eğer Atatürk’ü taşıyan tren 14 Kasım 1937 günü saat 14.00’de Malatya’dan ayrıldıysa ve Elazığ’a uğramadan yola devam ettiyse, tren yol üzerindeki Sivrice Gölü’nün (kısaca Gölcük) önünden o gün akşama doğru geçmeliydi. Oysa 16 Kasım 1937 tarihli Ulus gazetesinde şöyle yazıyordu: “Atatürk öğle yemeklerini (…) Gölcük’te yemişler ve trenlerinden inerek göl etrafında iki saat kadar devam eden tedkiklerde bulunmuşlar, alâkadarlara bazı emirler vermişlerdir.” Gazeteye göre Atatürk ve heyeti 15 Kasım’da Maden’den geçmiş ve o günün akşam saatlerinde Diyarbakır’a varmıştı. 

Nereye götürüldü? 
Bu anlatımlar doğruysa 14 Kasım öğleden sonrası ile 15 Kasım sabahı arasında Atatürk ve arkadaşları neredeydi? Halis’e göre Atatürk o geceyi Elazığ’da Merkez İstasyonu’nda bekleyen treninde geçirmiş ve idam cezasının infazını bekleyen Seyit Rıza ile görüşmüştü. 
Bu gizli görüşmeye dair bir ipucu da İhsan Sabri Çağlayangil’in anlatımlarında vardı. Çağlayangil idam gecesini anlatırken “Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu…” demişti. Serhat Halis’e göre mahkeme binasıyla idamların gerçekleştirildiği Buğday Meydanı yan yanaydı. Bu yüzden Seyit Rıza’nın on adımlık mesafe için bir araca bindirilmesine gerek yoktu. Ayrıca Seyit Rıza elebaşı olarak ilk idam edilmesi gerekirken en son idam edilen kişiydi. İlk idamla son idam arasında yaklaşık bir saat vardı. Bu bir saatlik yolculuk muhtemelen Atatürk’ün kendisini beklediği istasyona yapılmıştı ve ziyaretin hüsranla bitmesinden sonra, büyük ihtimalle, Seyit Rıza idamından önce söylediği iddia edilen şu sözleri bu görüşmeden çıkarken sarf etmişti: “Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun!” 
Ne dersiniz, ilginç bir iddia değil mi? 

AYŞE HÜR Radikal
18 Kasım 2012

Özet Kaynakça: Jandarma Genel Komutanlığı Dersim Raporu, Kaynak Yayınları, 2000; Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, Genel Kurmay Başkanlığı Harp Tarihi Başkanlığı Genelkurmay Basımevi, 1972; Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları Tenkil Ve Tedip, Evrensel Yayınları, 2003; Mehmet Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, Nujen Yayınları, 1995; İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, Belge Yayınları, 1990; İhsan Sabri Çağlayangil, Anılar, Güneş Yayınları, 1990; Serhat Halis, “Sey Rıza-3”, http://www.kirmanciye.org/beleke_sayi_4_hangi_sey_riza_3.htm

15 Kasım 2012 Perşembe

Evriali & Independenta



33 yıl önce bu sabah 05.30 civarında, ham petrol taşıyan Rumen bandıralı Independenta adlı tanker, Karadeniz'den gelen Yunan bandıralı Evriali ile çarpışır...

40 yaş altı zar zor hatırlar kazayı. Kaza olduğunda henüz hayatta bile olmayan 1979 sonrası doğumlu bizim nesil ise yıllarca yukarıdaki görüntüden bildik, büyüklerimizin anlattıklarından dinledik sadece.

Yıllarca Haydarpaşa açıklarında durduğu için biz hep Independenta'yı bildik, Evriali ise adını bile hatırlamadığımız, "diğer gemi" olarak anıldı hep. Evriali mürettebatından hayatta olan var mı acaba bugün? Bir de olayı oradan dinlesek, bulsak da konuştursak keşke...

14 Kasım 2012 Çarşamba

Kendimden biliyorum


1969 yılında yayıncı John Martin, Charles Bukowski'ye ömrünün sonuna kadar her ay 100 dolar ödemeyi teklif etti. Tek bir şartı vardı: Postanedeki işini bırakacak ve bir yazar olacaktı. 49 yaşındaki Bukowski bu teklifi kabul etti ve 1971 yılında ilk kitabı Postane, Martin'in Black Sparrow Press yayınevinden çıktı.

15 yıl sonra Bukowski Martin'e, tam zamanlı bir işe sahip olmamanın nasıl bir his olduğunu anlattığı aşağıdaki mektubu yazdı.

8-12-86

Merhaba John,

Mektubun için teşekkür ederim. Sanırım bazen insanın nereden geldiğini hatırlaması çok da canını yakmıyor. Nerelerden geldiğimi iyi biliyorsun. Bir şeyler yazmaya ya da film çekmeye çalışan insanlar bunu doğru düzgün anlatmayı beceremiyor. “9'dan 5'e” deyip işin içinden çıkıyorlar. Hiçbir zaman 9'dan 5'e değildir, oralarda öğle tatili yoktur, hatta işten atılmamak için çoğu yemek arası bile vermez. Bir de fazla MESAİ vardır ki kitapların çoğu fazla mesaiyi doğru düzgün anlatmayı beceremez ve bundan şikayetçiysen senin yerini dolduracak bir enayi daima bulunur.

Eskiden ne dediğimi hatırlarsın; “Kölelik hiçbir zaman kaybolmadı, sadece yeni renkleri de içine alacak kadar genişledi.”

En acıtanı da, sırf daha beterinden korktukları için, çalışmak istemedikleri işlerini kaybetmeme uğruna verdikleri insanlıkdışı mücadele. İnsanlar kolayca harcanıyor. Korku dolu ve itaatkâr bedenler. Gözlerinin feri sönmüş. Sesleri çirkinleşmiş. Bedenleri de. Saçları. Tırnakları. Ayakkabıları. Yaptıkları her şey.

Gençken insanların böylesi koşullara hayatlarını adadıklarına inanamıyordum. Yaşını başını almış biri olarak hâlâ aklım ermiyor. Bunu niçin yapıyorlar? Seks? Televizyon? Taksitle bir araba satın almak için mi? Yahut çocukları? Aynı hayatı yeniden yaşayacak çocukları için mi?

Bir zamanlar, işten işe koşturduğum vakitlerde, mesai arkadaşlarımla konuşacak kadar budalaydım: “Hey, patron her an gelebilir ve hepimizin işine pat diye anında son verebilir, bunun farkında değil misiniz?”

Öylece bakarlardı, çünkü akıllarına getirmek istemedikleri şeyleri söylüyordum onlara.

Bugünlerde büyük işten çıkarmalar gerçekleşiyor (çelik fabikaları öldü, teknolojik gelişmeler insana olan ihtiyacı azalttı). Yüz binlercesini kapı önüne koydular ve atılanlar serseme döndü:

“Bu işe 35 yılımı verdim...”
“Böyle olmamalıydı...”
“Ne yapacağımı bilmiyorum...”

Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Sadece hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler. Bunların hepsini görebiliyorum. Onlar niye göremiyor? Baktım parktaki banklar fena değil yahut bir bar taburesine tüneyip bar kuşu da olunabilir... Onlar beni yollamadan neden önce davranıp da gitmeyeyim oraya? Ne diye bekleyeyim?

Tüm bunları tiksinerek yazdım ama yine de içimden atmak beni rahatlattı. Ve şimdi buradayım, sözde profesyonel bir yazarım artık. Ve hayatımın ilk elli yılını verdikten sonra farkettim ki bu sistemin de ötesinde çirkinlikler mevcut.

Bir aydınlatma şirketinde çalıştığım dönemde, iş arkadaşlarımdan birinin durduk yerde, “Asla özgür olamayacağım!” dediğini hatırlıyorum.

O sırada patronlardan biri (adı Morrie'ydi) yanımızdan geçiyordu ve bunu duyunca müthiş bir kahkaha patlattı. Çalışanının ömrünün sonuna dek burada tutsak kalacak olması onu eğlendirmişti.
Ne denli uzun sürmüş olsa da sonunda o yerlerden kurtulmuş olmak beni keyiflendiriyor. İşte sonunda bu yerlerden kaçma şansını elde etmiş olmak, ne kadar uzun sürmüş olur olsun hiç fark etmez, bana bir tür hazzı, bir mucizenin sağlayabileceği baş döndürücü bir hazzı tattırdı. Artık yaşlı bir zihin ve yaşlı bir bedenden, çoğu insanın böyle bir şeyi sürdürmeyi aklından bir kereliğine de olsa geçireceği bir zamanın çok ötesinden yazıyorum, fakat bu kadar geç başladığım için devam ettirmeyi kendime bir borç biliyorum ve sözcükler teklemeye başladığı, merdivenleri yardım almadan çıkamadığım ve artık bir mavi kuşu kağıt tutacağından ayıramadığım bir zaman geldiğinde hissediyorum ki içimde bir şeyler cinayet, hengame ve ölesiye çalışmaktan sıyırıp en azından ölmenin cömert bir haline nasıl da vardığımı hatırlayacak (kafam ne kadar bulanmış olursa olsun).

İnsanın hayatını bütünüyle harcatmamış olması önemli bir hasletmiş demek ki, kendimden biliyorum.

Senin çocuk,
Hank

Das Kapital

Türkçe 2. cildi çıktı.
Kapital Cilt II

Tam mı yarım mı halen bilmiyoruz. Bkz.
Kapital'i Kirletmek...
Ne güzel suçluyuz biz hepimiz!

İskeleden devam V.5

Fotoğraf, Başak'ın Yutmografı sayfasından alıntıdır.

8 Kasım 2012 Perşembe

Ne güzel suçluyuz biz hepimiz!

Başlık, ölümünün 35. yılında, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Edebiyat Bölümü tarafından 28-29 Aralık 2011 tarihinde düzenlenen sempozyumla anılan yazar Sevgi Soysal'a ait. Sempozyum başlığı da buydu. Gerçi söz konusu olan Sevgi Soysal olunca ve sempozyum sunumlarına bakıldığında "yazar" demek yeterli bir niteleme olamıyor. Sosyalist, aktivist, feminist, yazar, anne, sevgili, arkadaş Sevgi Soysal demek gerek ama bunu demenin öznel koşulları da yok değil. Sempozyum içeriklerine bakıldığında bu sıralamada da bir hiyerarşi olmadığı anlaşılıyor. İzleyici açısından hangisinin diğerinin ardından ve öyleyse de neden diğerinin ardından olduğu sunumcuların onunla kurduğu ilişkide somut hale geliyor. Bu tipte ayrımların özsel olmadığını bilsek de söz konusu rollerin ortak yanının somut görünümünü Soysal'ın yapıtlarında ve yaşamında takip etmek keyif vericiydi.

Bu yazıyı o tarihlerde yazmak istemiş ve yukarıdakine benzer bir giriş yazarak yarım bırakmıştık. Şimdi Acemis Osyolog'un bundan hemen önceki, Sol ve Onur Yayınları Kataloğundan alıntılayarak yazdığı Kapital'i Kirletmek... metnini görünce aklımıza bu yarım yazı geldi. "Kapital'i Kirletmek"in bize neden bu yarım kalmış yazıyı hatırlattığını anlatabilmek için sempozyumda tanık olduğumuz aşağıdaki olaydan bahsetmemiz gerekiyor öncelikle.

İkinci gün sempozyumun önemsediğimiz oturumlarından biri vardı. Çünkü Necmiye Alpay'ın başkanlığını yaptığı bu oturumda Türkiye'nin önde gelen yazın eleştirmenleri Semih Gümüş, Süha Oğuzertem ve Ömer Türkeş söz alacaklardı. İlgiyle takipteydik. Söz sırası Süha Oğuzertem'e geldiğinde, oturum başkanı Necmiye Alpay "Türkiye'nin en önemli entelektüellerinden, akademisyenlerinden ve eleştirmenlerindendir" diyerek hoş bir tanıtımla sözü Süha Oğuzertem'e bıraktı. Oğuzertem'in sunum başlığı "Şafak ve Sosyoloji"ydi. Şafak, Sevgi Soysal'ın "12 Mart Edebiyatı" kapsamında önemsenen romanlarından biriydi. Oğuzertem, Şafak romanı üzerinden Soysal edebiyatına sosyolojik açıdan bakacaktı anlaşılan. Sözlerine başladı. Sunumunun bir yerinde konuyu o dönemin sol literatür açısından olanaksızlıklarına getirdi. Marksizm’in birçok önemli eserinin henüz Türkçe'ye çevrilmemiş olduğundan, dolayısıyla dönemin az sayıda aydını dışında bu eserlere ulaşmanın olanaksızlığından bahsetti. Bunlara ilaveten bunca yıldır Marksist yazın olduğu halde onun en önde gelen kitabı olan Kapital'in bile ilk cildinin Türkçe'de “ilk kez eksiksiz” olarak çevrilip daha yeni yayınlandığını söyleyince Acemis Osyolog'la birbirimize baktık.

Bu bakışmanın ne söylediği ortadaydı elbet. Yaşadığımız her ne kadar yabancısı olduğumuz bir duygu değilse de şaşırmaktan kendimizi alamadık. Sevgi Soysal ile tanışıyor olmanın mutluluğunun yanına bu duyguyu eklemiş olduk. “Eksiksiz ve aslından ilk kez” çevrildiği gibi bir cümle sarf edildiğine göre, hakikaten Yordam’ın çıkardığı Kapital alınıp incelenmiş, orijinalinden karşılaştırılmış ve eksiksiz olduğu görülmüş olmalı diye düşünüyor insan. Hal böyle olunca Sol Yayınları’nınkinden fazla ve tam olduğu iddiası söyleme içkinleşiyor, bu kıyaslamanın da yapılmış olduğu ortaya çıkıyor. Bu durumda "Kapital’i Kirletmek..." makalesinin yazarının iddialarından, makaleden haberdar olunmasa bile, haberdar olunmaması olanaklı mı? Bununla bir hesaplaşmaya girilmesi gerekliliği ortaya çıkmıyor mu? Bir yıldır bu türde bir kritik olup olmadığını araştırıyoruz. Ne yazık ki henüz rastlayamadık. Ortada ciddi bir iddia varken ve bu iddia özetle Kapital’i ilk Türkçeye kazandıranlarca “emek hırsızlığı” olarak tanımlanmaktayken biz okurların fark ettiği bu durumun yazın eleştirmenlerince çoktan fark edilmiş olması gerekmez miydi? Yoksa farkedildi de biz mi bilmiyoruz? O halde soruyoruz: yeni ve eksiksiz 1. cilt Kapital’i gerçekten okudunuz mu? Aslına uygun olarak eksiksiz mi? Eksiksizse Erdost’un bu iddialarına cevabınız nedir? Erdost’un bu iddialarından haberdar değilseniz neden değilsiniz? Haberdarsınız da önemsemiyor musunuz? Önemseyin ya da önemsemeyin biz niye bunu bilmiyoruz? Bu literatüre sahip olmak isteyen okurlara ne diyeceksiniz?

Ne güzel suçluyuz biz hepimiz!...


7 Kasım 2012 Çarşamba

Kapital'i Kirletmek...



1


Kapital'in Birinci Cildinin Birinci Kitabını, Kasım 1966'da yayınladım. Beş kitapta bitirdik Birinci Cildin baskısını. Mehmet Selik Birinci Cildin Birinci Kitabını, doçentlik tezi için çevirmiş. Sonra yayınladığı için biliyorum, "Marksist Değer Teorisi"ydi tezi. İkinci Cildin çevirisini atlamış, Üçüncü Cildin ilk bölümünü çevirmişti. Anlaşılacağı gibi, tezi için çeviriyordu. Israrı üzerine İkinci Cildi atlamış, Üçüncü Cildin Birinci Kitabını yayınlamış, bu cildi tamamlayamadan 12 Mart Muhtırası /cuntasıyla gözaltına alınmış, İstanbul'a götürülmüştüm. Yalnız değildim. Şaban Erik, Sait Çiltaş, Cenan Bıçakçı ile birlikteydik. Bu, benim, kesintisiz üç-buçuk yıl sürecek cezaevi günlerimin başlangıcıydı. Üç-buçuk yıl sonra "genel af" gündemdeyken, Mehmet Selik, Kapital'in çevirisini, bizden habersiz, yeni kurulacak bir yayınevine satacaktı. Depoda Kapital'in Üçüncü Cildinin ilk kitabının dört bin adedi duruyordu. Çeviri ücreti ödenmişti. Ben cezaevinden çıktıktan sonra çöpe atacaktım.

Ben içerdeydim. Genel af gündemde. Sosyalist kitaplar yeniden yayınlanmaya başlanmıştı. Mehmet Selik‘in çevirisini (daha doğrusu Sol Yayınları çevirisini) Odak Yayınevi yayınlamıştı. Yayınlanmadan önce de, basın yoluyla gizlice duyurulmuştu. 16.12.1973 günlü Halkçı gazetesinde şu iki haber alt alta yayınlanacaktı.


Birinci haber:
Sol Yayınları Satışa Çıktı. Mahkemelerde görülmekte olan davası sonuçlanan ve beraat eden Sol Yayınları yeniden satılmaya başlandı. Uzun süredir davası sürmekte olan yayınların beraat eden kitapları tekrar kitabevlerinin vitrinlerine çıktı. Bu arada yayınların adı Onur Yayınları olarak değiştirildi. Bu konuda konuşan yayınevi yöneticisi bundan böyle, yeni basılacak kitap ile tekrar basılacak kitapların "Onur Yayınları" olarak piyasaya çıkacağını bildirdi.


İkinci haber:
Odak Kitabevi ilk kitabını yayınladı. Kısa bir süre önce açılan "Odak Kitabevi" yöneticileri dağıtım ve yayınevi olarak da çalışacaklarını belirterek geçtiğimiz günlerde dağıtıma da başlamışlardı. Kitabevi "Sosyalizmin Alfabesi" kitabını yayınlayarak yayın hayatına da başlamış oldu. Odak Kitabevi yöneticileri bir iki hafta içinde iki kitap daha yayınlayacaklarını söylediler.

Sosyalizmin Alfabesi bizim yayınımızdı. Çeviren Mehmet Selik'di. Yayınlanacağı söylenen iki kitap Kapital'in Birinci Cildiydi. Ben, cezaevinden İlhan'a, bir mektupla, aynı gazetede yayınlanması için bir açıklama gönderecektim. 7 Kasım 1997'de Koleksiyon'da yayınladığımız Halkçı'nın haberlerinin kupürü ile Halkçı’ya gönderdiğim açıklamamız şöyleydi:

İLHAN ERDOST
Sevgili Kardeşim,
Halkçı'da bizimle ilgili bir haber var. Ben gerekli cevabı yazdım. Hemen tapesini yap. Halit Ağbeye götür; okuyun. Gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra, bir taksiyle ve mümkünse birlikte Halkçı'ya giderek, açıklamanın 6'ıncı sayfada ve tam ve doğru yayınlanmasını sağlayın.
Gözlerinden öperim.
18.12.1973
Muzaffer Erdost


SOL YAYINLARI YÖNETMENİNİN AÇIKLAMASI
18 Aralık 1973

Sayın Gazetenizin 16 Aralık 1973 günlü sayısında, "Sol Yayınları Satışa Çıktı" başlığı altında yayınlanan haberde, "Sol Yayınları"nın adının "Onur Yayınları" olarak değiştirildiği ve yayınevinin yöneticisine atfen de, bundan sonra tekrar baskısı yapılacak kitapların "Onur Yayınlar" adı altında yayınlanacağı hususları yer almaktadır. Haberin gerçekle ilgisi yoktur. Sol Yayınları yönetmeni olan benimle de kimse konuşmuş değildir. "Sol Yayınları", adını değiştirmemiştir. Geçirdiğimiz yılların gerek yayın, gerek yurt sorunları deneyimlerinden yararlanmış olarak, Türk kültürüne hizmete daha tutarlı ve daha iyi şekilde devam edeceğimiz tabiidir.


Onur Yayınlarını ise kardeşim İlhan Erdost kurmuştur. Sol Yayınları arasında yayınlanmış olmakla birlikte, Sol Yayınlarının konusuna girmeyen Darwin'in bir kitabını Onur Yayınlarının yayınlamış olmasından da, haberde belirtilen şekilde bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Onur Yayınları bir yandan kendisine konu aldığı bilimler felsefesi dalında bir yayın programı düzenlerken, diğer yandan Türkiye iktisat tarihi dalında bir başka yayın programının çalışmalarını da sürdürmektedir. Gazetenize, bizim adımıza haber ulaştıranların tertip içinde oldukları kanısındayım. Sol Yayınlarıyla ilgili haberin hemen altında, yayınlarımızın ilk kitapları arasında yer alan ve son olarak dördüncü baskısını yaptığımız bir kitabın aynı çevirisini yayınlayan yeni bir yayınevinin haberinin yer alması, iki haberin de aynı kaynaktan çıktığı konusundaki kanımı güçlendirmektedir. Sol Yayınları, kurulduğu andan şu güne kadar, yayınlanabilmesi için vermekte olduğu mücadeleyi, demokratik ve yasal kurallar içinde, sonuna kadar sürdürme azmi ve inancındadır. Esasen, Sol Yayınları adı, demokratik özgürlükler için, demokratik ve yasal yoldan mücadele verenlerin simgelediği isimlerden biri olmuştur kanısındayım. Bu isim, ya yaşar ya da yaşamaz; ama değiştirilmesi mümkün değildir; buna bizim hakkımız olmamak gerekir. Esasen Sol Yayınlarının yaşamasını veya yaşamamasını belirleyecek olan, artık bizim kişisel çabamız değil, toplumun sahip olacağı düzeydir. Bunun gibi, aynı kitapları, bugün şu veya bu amaçla, şu veya bu yayınevinin yayınlaması da mümkündür; ama bunun, Sol Yayınları adı ile birlikte oluşan ve bütünleşen anlayış, düşünce ve davranış biçiminden ayrı bir nitelik taşıyacağı tabiidir.

Bizim içerde bulunmamızdan yararlanılarak, daha çevirdikleri kitaplar adliye mahzenlerinde iken aynı çevirileri başka yayınevlerine satan çevirmenler ile, kitaplarımız adliye mahzenlerinde bekletilirken, aynı kitapların aynı çevirilerini yayınlayan ve bu yetmiyormuş gibi bazı Sol Yayınlarını yayınlamak için çevirmenlere tekliflerde bulunan yayınevleri ve benzerleri tarafından, Sayın Gazetenize iletilmesi muhtemel bizimle ilgili sinsice uydurulmuş haberlere yer vermemenizi dilerim. Saygılarımla.
  
***
Sol Yayınları, Kapital’in ve Sosyalizmin Alfabesi’nin yeni çevirilerini yayınladığı zaman, Mehmet Selik çevirisi ellerde kalacaktı. Mehmet Selik, bu kez Kapital’i Doğan Yayınevine verecek, Doğan Yayınevi yayınlama olanağı bulamayacaktı. Selik, Kapital çevirilerini Cem Yayınevi'ne götürmüş, bana anlatıldığına göre, Cem Yayınevi'nin sahibi, pek tanışıklığım yoktu, saygın bir kişiydi, Kapital’i yayınlayan Sol Yayınları yönetmeni olarak aldığım hapis cezaları, cezaevi süreci, uğratıldığım baskıları terazinin bir kefesine koymuş, "Ben böyle bir onursuzluğu yapamam" demiş, yayınlamaktan kaçınmıştı. Bir kez de bu nedenle söyleyelim ki, Mehmet Selik çevirisi etik açıdan, ideolojik açıdan "onursuz"laştırılmış bir çeviridir, kirletilmiş ve kirlenmiş bir çeviridir. Eskilerin deyişiyle lanetlidir.

***

İlhan Erdost (Ö: 7 Kasım 1980)
Kapital'i yayınlamak bizim tekelimizde mi? Haşa!.. Böyle bir şey söylemedik, aklımızdan da geçmez. Gereği varsa, biri oturur çevirir. Ama şu var: Sol Yayınları, eli, kolu, dili prangalandığı zaman yalnızca 45 yılın üstünde mahkûmiyet aldığı zaman dağılmadı, dağıtamadılar. Sovyetler Birliği dağıldığı zaman dağılmadı, kendini dağıtmadı. Uzun yıllar bilekleri kelepçelendiği, içeri tıkıldığı zaman soluğunu kesmedi. Bir yanıyla, yarısıyla yaşamdan koparıldığı zaman, duraksamadı. Rengini yitirmedi. Ama her zaman bir iki yayınevi türedi. Sol Yayınları'nın ve Bilim ve Sosyalizm Yayınlarının yayınladığı kitapları yayınlamakla işe başladılar. Üstüne üstlük TÜYAP kitap fuarında, Sol/Onur Yayınları standına yönelen okura, kopyaladıkları Sol Yayınlarının çevirilerinin yanlış olduğunu papağan gibi yinelediler. Bizi yıkmak için içerden-dışardan desteklenmişlerdi, ama başaramadılar. Ya kendileri, ya yayınları mevt oldu. Fitne durmadı. İşte bir başkası. Ben cezaevindeyken İlhan'ın kiraladığı depomuzda, bizim yayınımız olmayan, haklarında kısıtlılık olan bazı kitaplar bulunduğu "ihbarı”yla depomuz kapanmış. Yıl:1982. İlhan yaşamda değil. İlhan'ın öldürülmesi davasına vekil olarak katılan Av. Metin Somuncu ile halamız oğlu Yunus Nadi Güven imzasını taşıyan "Açma Tutanağı":


AÇMA TUTANAĞI
Ankara Emniyet Müdürlüğü Şube 1. Müdürlüğünün 1.4.1982 gün ve 70006 sayılı emirleri üzerine idaremiz Yenimahalle Demetevler 1. Cad. 19/C sayılı yerde İlhan Erdost'a ait kitap deposunda, 10.11.1981 günü saat 20.45 sıralarında yapılan uygulamada bahsi geçen depoda bir takım kitapların bulunduğu bu kitapların yapılan kontrolünde ise (SAYILMAYIZ PARMAĞINAN, TÜKENMEYİZ KIRMAĞINAN ve DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN) isimli kitapların toplattırma kararı bulunduğu ve bahsi geçen deponun ise halen mühürlü olduğu. Bahsi geçen depoya 2.4.1982 günü saat 10.00 sıralarında aşağıda imzaları bulunan bizler depoya gidildiğinde deponun kapısı mühürlü olduğu ve mührünün ise sağlam olarak durduğu kapı tarafımızdan açılmak suretiyle İlhan Erdost'un eşi Gülten Erdost'un vekili olan avukat Metin Somuncu ile birlikte depoya girildiğinde depoda bulunan kitaplar kontrol edildiğinde yukarıda ismi geçen ve toplatma kararı bulunan kitaplara rastlanılmadığı tarafımızdan yapılan kontrolden anlaşılmış olup depo ve içerdeki kitaplar yukarda ismi geçen mal sahibinin avukatı olan Metin Somuncu'ya depo ve kitaplar teslim edilmiş olup işbu tutanak huzurda tanzimle imza altına alındı.

2.4.1982
Halil Sapmaz, Kom. Muavini
Baki Yaralıoğlu, Polis Memuru
Metin Somuncu, Avukat
Teslim alan: Y.Nadi Güven


Depomuzun birkaç kez yakılmasından, yakılıp itfaiyeye kitaplarımızın yıkatılmasından, yakınlarımızın gece yarıları Emniyet'e alınmasından, beni yeniden Emniyet'e götürebilmek için evimizde polisin karakol kurmasından, gece yarıları sık sık evimizin aranmasından burada söz etmek istemiyorum.
  
2

Üç yıl kadar önce, Cumhuriyet, "Kapital" ile ilgili bir haber yayınladı. Bu, Türkiye İş Bankası Yayınları yöneticisi ile Marx ve Engels'in tüm yapıtlarını (WERKE) yayınlayan Dietz Verlag'ın sorumlu yöneticisinin Kapital'in Almancadan çevirisini yayınlamak için anlaştıkları haberiydi. Türkiye'de kapital hiç yayınlanmamış gibi, satışta Kapital baskısı yokmuş gibi, ilk kez yayınlanacakmış gibi bir haberdi. O zaman Aktüel benimle konuşmuş, konuşma metni, "Kapital'in Türkçe İmtihanı" başlığı altında (12-19 Kasım 2008'de) yayınlanmıştı. Balkan Talu'nun konuşması, "Kapitali Türkçeye kazandıran Muzaffer İlhan Erdost, darbelerle, ölümle, yasaklarla örülü hikâyesini anlatıyor" üst-başlığıyla sunulmuştu. Kapital ile ilgili sorular ve yanıtlarım şöyleydi:


Kapital'in basılış süreci nasıldı?
İlk kitaplar yayımladıktan sonra bana dediler ki: Mehmet Selik Kapital’i çevirmiş, sen basar mısın? O sırada benim Kapital’i basabilecek teknik olanağım yoktu. Bu yüzden basmak istemiyordum. Bir gün, Mehmet Selik beni aradı. Selik, Kapital’in ilk cildinin 150-200 sayfalık bir bölümünü çevirmişti. Tezi için Kapital’i okurken demiş ki "Bu böyle olmayacak, ben bunu çevireyim." Almancadan çevirmişti. Ama Türkçesi sorunluydu. Erdoğan Berktay, Mehmet Selik ve ben, redaksiyonunu birlikte yaptık bir süre. Sonra Mehmet Selik, bize bıraktı redaksiyon işini. Berktay'la birlikte tamamladık. Terim tartışmaları da yapıldı. Çünkü bilimsel sosyalizmin terminolojisi Türkçede yeni oluşturuluyordu. Örneğin bütün ısrarlara karşın, artı-değer değil, "artık-değer" kullanıldı Selik'in çevirisinde. Bir de Mehmet Selik, Kapital'in birinci cildinin sonunda bulunan "Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler." cümlesinin konmasını istemedi. Akademik kariyerinin tehlikeye girmesinden çekiniyordu. Selik çevirisinde o cümle çıkarılmıştı.


Hapishanede çeviri yapma sanatı
Kapital'in birinci cildinin çevirisi böyle bitti. Daha sonra ikinci cildi atlayıp üçüncü cildini yayınlamaya başladık, çünkü Mehmet Selik tezi için üçüncü cildin rant konusu dışındaki ilk bölümlerini kullanacaktı. 12 Mart geldi, ben cezaevine girdim. İlhan, bir gün cezaevine görüşe gelmişti. Mehmet Selik'in Kapital'in çevirisini bir başka yayınevine sattığını söyledi. Redaksiyonunu yaptığımız çeviri, Odak Yayınları diye yeni bir yayınevi tarafından yayımlanmış. Selik, benden dolayı, "Bu adam 36 yıl içerde yatacak, ben onu mu bekleyeceğim" demiş. Kapital'in ikinci kez çevrilmesi bizim için gündeme gelmişti, ama ben içerdeydim. "Ekonomi Politiğin Eleştirisi"ni, yani Kapital'i çevirecek arkadaşlarımız, Seyhan Erdoğdu, Vahap Erdoğdu, Sevim Belli cezaevindeydi. Mihri Belli yurtdışındaydı. Kenan Somer, Fransızca biliyordu. Kapital'in Fransızca birinci cildi, Marx tarafından değiştirilmişti. Alaattin Bilgi vardı dışarıda. Sol Yayınları'nın ilk kitabı Oscar Lange'nin "Sosyalizmin Yeni Meseleleri”ni çevirmişti. İlhan'la ona haber gönderdim. İçerde kalırsak, hepimize çevirinin ayrı ayrı bir kopyası iletilir, sonra ben bunları birleştiririm diye düşünüyordum. Ama genel aftan yararlanıp çıktık cezaevinden. Alaattin Bilgi çevirisi, Vahap Erdoğdu, Ahmet Kardam ve İlhan Erdost'un katkılarıyla redaksiyonumdan geçti ve üç yıl içinde üç cildini yayımladık. Üçüncü cildin toprak rantı ile ilgili bölümünü Seyhan Erdoğdu çevirmişti.

Bugün Kapital’i İş Bankası Kültür Yayınları basıyor. Neler düşünüyorsunuz?
Bankalar yayıncılık işine ticari amaçlarla girdiler. İş Bankası'nı Atatürk kurdu. Saygın ve ulusal bir kuruluşumuz. Yayın yapması da doğal. Ama Kapital'in Batı'da Penguen gibi salt yayın yapan yayınevleri ve genel olarak da komünist partilerle organik bağı olan yayınevleri tarafından yayımlandığı bilinir. Yalnız Kapital'in değil, Marx ve Engels'in yapıtları da, ideolojik açıdan, sosyalist ve marksist yayınevleri tarafından yayımlanır. Türkiye'de, bu yayınların yayımlanmasını Sol Yayınları üstlendi, bunun savaşımını verdi, yargılandı, tutuklandı, işkence gördü ve bir de iki kardeşten birini verdi. Şimdi, bir banka "marifetmiş" gibi "Kapital"i yayımlayacağını duyuruyor. Müjde verir gibi. Peki ama Marx'ın ünlü "Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir" sözünü, İş Bankası, mülksüzleşenleri mülksüzleştiren bir sermaye kuruluşu olarak kendi ideolojisiyle nasıl bağdaştıracak?

***
Niçin yazdım bunları, niçin yineledim! Tarih: 9 Mayıs 2011, Pazartesi. Cumhuriyet'in "Kültür" sayfası. Sütun başında çerçeve içinde renkli zemin üzerinde şunlar yazılı:
"Marksizmin temel yapıtının ilk cildi Yordam Kitap’tan çıktı / 'Kapital' Türkçede ilk kez aslından ve eksiksiz".
Çeviren: Mehmet Selik.

Her ne kadar Mehmet Selik adının yanına eklenti bir ad konmuşsa da, Mehmet Selik'in çevirisidir yayınlanan. Bu Birinci Cilt, Sol Yayınları’nın yayınladığı çeviridir. Ama ilk üçte biri. Erdoğan Berktay'ın iki kez redaksiyonundan geçmiş, ilk kolonlar üzerinde tashih yapılırken bir kez daha ciddi ölçüde işlenmişti. Mehmet Selik, bu çevirinin üzerine oturdu. Her ne kadar, ben cezaevindeyken, Odak'ın yayınladığı ve İstanbul'da satılan Kapital'in arasında gördüğüm bir kağıda basılı notta, Erdoğan Berktay'a gizlice küfrediliyorsa da, Sol Yayınları'nın yayını birebir ve bu kez Odak yayınları arasında basılmıştı. Bu konuda bizim söyleyeceklerimiz de vardı. Birincisi, Mehmet Selik'in Kapital'in ilk bölümlerinin çevirisi Türkçesi açısından tam bir felaketti. Felaket az gelir, rezaletti. Abdullah Nefes unuttu mu bilmem ben unutmadım. Maurice Dobb'un bir kitabını çevirmiş, Türkiye İşçi Partisi yayınları arasında yayınlanmıştı. Nefes, Selik'in Dobb çevirisinin Türkçesinin çok kötü olduğunu söylüyordu. "Bu kadar olmaz, hiçbir şey anlaşılmıyor!" diye. 

Kapital'in ilk bölümleri el yazılı ve defter olarak bana geldiği zaman, tape edilmesi için Tebessüm’ü önerdiler. Tanımıyordum. Partide (TİP'te), sayfası 25 kuruşa tape işleri yapıyor diye. Tebüssüm Sarp geldi. Ben de sayfasına 25 kuruş verdim. Bir farkla, iki aralıklı tam dolu sayfa yerine, 6 aralıklı tape yaptırıyordum. Çünkü çeviri üzerinde işliyorduk. Özellikle Kapital’in birinci ve ikinci kitabı, açıkça denebilir ki Mehmet Selik'in çevirisi değildi, Sol Yayınları’nın çevirisiydi. (Bu çevirilerin işlendiği sayfalar depomuzda, ben cezaevinden çıktıktan sonra "meçhul" eller tarafından yakılan arşivin konduğu iki sandık içinde telef olmuştu.) Mehmet Selik'e ödediğim çeviri ücretinin aynısını, Erdoğan Berktay'a ödüyordum. Tebessüm'e, aynı sayfaları ikinci kez tape ettiği için, iki kez ödeme yaptım.

Selik, bu çeviriyi "benim çevirim" diye Odak'a satmıştı, aldığı parayla Bodrum tarafında bir köy evi aldığı söylendi. Kapital’i sonra Ankara'da Doğan Yayınlarına sattı. O, bastıramadı, Yordam Üçüncü Cildin çevirisini bulamıyormuş. Cem Yayınevi’nin deposundan çıkmış üçüncü cildin çevirisi. Ama Birinci Cilt üzerinde konuşuyoruz. Yordam Yayınlarının yayınladığı çeviri birinci cildin teorik ağırlıklı ilk bölümleri, Mehmet Selik'in değil, Sol Yayınları’nın çevirisidir. Kapitali ikinci kez, Alaaddin Bilgi çevirdi, bu, Engels'in denetiminden geçen İngilizce çeviri esas alınarak çevrilmiş ve üç dilde redaksiyondan geçmiştir.

Şunu da ekleyeyim: Mehmet Selik, Sol Yayınları'nın yüzde-yetmiş oranında teker teker işlediği Birinci Kitabın redaksiyonuna üç-dört gün katılmış ve Erdoğan Berktay'ın katkısının kitabın ön sayfalarında, bir yerde mutlaka belirtilmesini istemişti. Ben de, dördüncü sayfaya, Erdoğan Berktay tarafından İngilizcesiyle karşılaştırıldığını belirtmiştim. Selik, İkinci Kitabın çevirisini getirdiği zaman, Erdoğan Berktay ile ilgili notun konmamasını istemişti. Çünkü Sadun Aren, kendisine, doçentlik tezi için göstereceği Kapital çevirisinin herhangi bir akademik titri olmayan Erdoğan Berktay tarafından gözden geçirilmiş olmasını, doçentlik tezine gölge düşürebilir öğüdünde bulunmuş, Mehmet Selik, İkinci Kitapta, Erdoğan Berktay tarafından yeniden işlendiği/redakte edildiği ibaresinin konulmamasını istemişti, biz de uymuştuk. Ama Odak yayını Kapital’in İstanbul'da satışa sunulan nüshaları arasına koyduğu basılı bir kâğıtta yazıldığı gibi, E. Berktay, kendisinin haberi olmadan çevirisini işlediği doğru değildi. Bize, "Ben sizin ne yaptığınızı anladım. Üniversitede işim var, siz buyurun çalışın. Erdoğan Bey’in de hizmetini mutlaka kitabın önünde belirtin!" demişti. Baskıya giren biçimini de görmemişti.

Cumhuriyet'in Kültür sayfasında yayınlanan haber başlığını bir kez daha yineleyelim: "İlk kez aslından" diyordu. Hayır "ilk kez" değildi, üstelik yüzde yüz Mehmet Selik çevirisi değildi. İkincisi, "İlk kez aslından" deniyor. "Aslından" da değildi, "aslından" ifadesiyle, Almanca yazıldığı için Almancadan çevrildiği anlaşılıyorsa da, Almancadan çevrilmemişti.

Mehmet Selik Kapital'i Almancadan çevirmemiştir. Bize ilk getirdiği ve Birinci Kitap olarak yayınladığımız bölümleri, Selik'in Almancadan çevirdiği doğrudur. Bu bölümlerin redaksiyonu için, Erdoğan Berktay'ın Bahçelievler'de yeni kiraladıkları evlerinde, salonun yemek masasını kullanarak redaksiyon yapıldığı yerde, beş-on sayfa ilerlendiği zaman, Almanca ile İngilizce arasında fark olmadığını görmüş, daha kolayına geldiği için, "Bundan sonraki bölümleri ben de İngilizceden çeviririm" demiş ve İngilizceden çevirmişti. Cumhuriyet'te yazıldığı gibi "aslından" yani Almancasından çevrilmemişti. 

Üçüncüsü: Cumhuriyet'teki tanıtım başlığında "ilk kez" "ve eksiksiz" ifadeleri kullanılıyor. Bununla, Mehmet Selik'in daha önceki baskıları "eksik"ti deniyorsa, bu da tam doğru değil. Ama bu "eksiksiz" ifadesiyle, otuz beş yıldır bilmem kaçıncı baskısını yaptığımız Kapital'in eksik olduğu duyumsatılıyorsa, haberi yazan ve bu "eksiksiz" ifadesini başlığa çıkaran için tek sözcük yetecektir: Ahlak-nakıs.


Anlatayım: Kapital'in Birinci Cildinin sanıyorum Beşinci Kitabını dizdirdim, bir yandan düzeltmeleri yapılıyor, bir yandan forma forma basılıyor. Kurşun döküm olduğu için, tümü dizilmezdi. Kurşun yetmezdi çünkü. Dizilen kısmın baskısı yapılır, baskıdan çıkan kurşun ile dizgiye devam edilirdi.

Mehmet Selik geldi, Marx'ın ünlü sözü "Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir" ibaresinin çıkartılmasını istedi. Dava açılabilir, doçentlik sınavında kaplumbağa olabilirdi. Ben kabul etmedim, bir "hakem"e gidelim dedi, Kenan Somer'i hakem gösterdi. Kenan'a gittik, anladım ki, Selik, önceden Kenan'la görüşmüş. Kenan, çevirmen istemiyorsa, çıkarman gerekir, çünkü sorumlu çevirmendir, dedi. Doğru değildi bu. Böyle bir şey konuşulmamıştı. Ama Mehmet Selik baskıyı forma forma izlemeye başladı.

Sorun mahkûm olup olmama sorunu değil, Mehmet Selik'in doçentlik teziydi. Çıkardım. Aradan bir ay geçmedi. Selik geldi. Yeni baskısını yaparken "Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir" ibaresini koyalım dedi. Daha tezini vermemişti. Kendisi anlattı: Mehmet Ali Aybar, bu ibareyi benim çıkardığımı düşünerek, Mehmet Selik'i uyarmış. Mehmet Selik, bunun kendi tasarrufu olduğunu söyleyince, "Olmaz" demiş, "yanlış yapmışsın”

Mehmet Selik bana gelmiş, ısrarla ve inatla, doçentlik tezini suya düşüreceği kaygısıyla çıkarttırdığı "Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir"i, yeni baskısına koymamı gene benden istemişti. Bu şunun için önemli. Odak'ta yayınlanan Kapital birinci cilt (sanırım iki kitap olarak yayınlanmıştı), çantada keklikti sanki. Redaksiyonu yapılmış, dipnotlar, dizin, her şey değerlenmiş olarak Odak'ın elinin altına gelmişti. (Ne keyf ama!) Odak tek başına Mehmet Selik'in çevirisi olmaktan çıkmış, kolektif çeviriyi hazır bulmakla kalmamış, kitabın teknik donanımını da hazır bulmuştu. Şu da var ki, Mehmet Selik, bu "iki sözcüğü" yerine yerleştirmiş olmalıydı, Odak'ın baskısı bu açıdan tam olmak gerekirdi. Odak'ın yayınladığı metin "Mehmet Selik" çevirisi olarak yazıldığına göre, bu çeviriyi yayınlayan Yordam Kitap, ilk kez "eksiksiz" diyemezdi, çünkü Mehmet Selik sağlığında kendi eksiğini kendisinin gidermiş olması gerekirdi. 

"İlk kez ... eksiksiz" söylemiyle, kitabevlerinin raflarında otuz beş yıldır eksiltmediğimiz Alaaddin Bilgi çevirisini kastediyorlarsa (okura böyle bir şey duyumsatılıyorsa), bu bir "hile"dir, böyle bir hile, Yordam'ın yayımını arındırmaya yetmez. Çünkü onun üzerindeki kir, kirlenen ve kirletilen bir tarihin kiridir.


Muzaffer İlhan Erdost
Sol Yayınları Sorumlu Yönetmeni
22 Ekim 2011, Ankara
(Bu makale 7 Kasım 2011 tarihli Sol ve Onur Yayınları'nın Kataloğunda yayınlanmıştır.)






3 Kasım 2012 Cumartesi

Nezih


Mevsim normallerinin üzerinde bir ilkbahar sabahıydı evden çıktığımda. Apartman kapısından çıkarken fark ettim kızımı öpmediğimi, her sabah çıkarken öperdim. Duraksadım, devam ettim.

Köprüdeki trafik de sıkışıklık normallerinin altındaydı, çabuk geçtim karşıya. Arabayı park edip şirkete girdim. Herkes beni bekliyordu. Oysa erken gelmiştim her zamanki gibi, askerlikten kalma alışkanlık. “Hadi hadi çıkıyoruz” dediler. Canım da nasıl çay çekmişti o sabah ki hayatta içmem.

Minibüse doluşup Sirkeci’ye geldik. Arabalı vapur iskelesinde bekliyordu tekne. Hafiften bir gündoğusu esiyor, yine de tekne heyecanlı, yerinde duramıyor. Dalganın her vuruşunda halatlar geriliyor kopacak gibi. İç gıcıklayan bir gerilme sesi, sonra boşluyor yine kendiliğinden.

Tekneye binip halatları çözdük. Havada bir şey yoktu. Sarayburnu açıklarına gelirken kıyafetleri giymiş bekliyorduk, paletsiz. Dalacağımız mevki tam olarak belli olunca paletleri giyip tüpleri sırtladık. Önden ben atladım. Arkadan geleni göremedim ama atlarken sesini duydum. Sarayburnu da olsa 3-4 metreden sonra görüş mesafesi kaybolmuştu, pislikten, çamurdan.

Dalmaya başladık yavaş yavaş. Göz gözü görmüyordu. Yıllardır dalarım, ilk kez ürperdim, dönmek istedim o an. Dönemedim. Bir şey çekmeye başladı beni aşağı doğru. Ellerimle ayaklarımı yokladım, takılan bir şey yoktu. Hızla iniyordum. Deniz dibindeki çamura saplanmam taş çatlasın bir dakika içinde gerçekleşti. Kaldım öylece, çıkmak istedim çıkamadım. Çok çırpındım, çırpındıkça daha fena saplandım.

20 dakika geçmiş olmalı ki tüpteki oksijen bitti ilk önce. Bilincim yerindeydi hâlâ. Zorla kafamdakileri çıkarabildim. Almaya çalıştığım son nefesi de tutamadım, yorulmuştum. Su yutmaya başladım hızla. Vücuduma hızla su giriyordu. Ölmem takribi 6-7 dakikayı buldu.

Günler içinde dalgıç kıyafetlerim çürüdü. Pislik nedeniyle herhangi bir deniz canlısına rastlamadım hiç. En korktuğum şeydi balıkların yavaş yavaş beni kemirmesi, korktuğum olmadı. Çıplaktım ama artık, üşümeye başladım günler içinde.

Onuncu güne doğru vücudumda da erime, çürüme, yok olma belirtileri başladı. Küçük küçük parçaların kopup gidişini seyrettim.

Bir kızımı öpmediğim bir de çay içmediğim için pişman oldum o an. Sonrasını hatırlamadığıma göre bedenim bin bir parçaya ayrılıp saplandığı yerden kurtulmuş olmalı. Belki ayaklarım da balçığın içinde çürümüştür. Belki midyeler, belki çinekoplara yem oldum, gerçekten gerisini hatırlamıyorum.

Bazen düşünüyorum da güzel bir hayat sürdüm gerçekten, ölmek istediğim yerde de öldüm. Ölümüm erken oldu geride kalanlar için, kabul. Ama ben kıvamında bıraktığıma inanıyorum.