27 Kasım 2012 Salı

Gözetleme Kulesi




Adana Altın Koza Film Festivali’nde deyim yerindeyse ödülleri silip süpüren Gözetleme Kulesi 16 Kasım Cuma günü vizyona girdi. Hakkında epeyce olumlu şeyler yazıldı çizildi. Son on gündür yazılanlara da bakıyoruz, film hakkında söz alanlar ya filmi izlemediler ya da izlediler ama kimi sorunları görmezden geliyorlar. 


Filmin ipucu vermeden özet konusu şöyle: 

Üniversite öğrencisi olup otobüs hostesliği yapan bir genç kız olan Seher ile o bölgedeki ormanlık alanda tepelerde bulunan gözetleme kulesinde çalışmaya giden Nihat’ın yaşamlarının ve yaşadıkları olayların kesişmesi. 


(Bundan sonrası film hakkında çok fazla ipuçları vermektedir. İzlemeyenlerin okuması kendi tercihleridir) 

İzleyenler için ise filmin konusu (yönetmenin anlatmak istediği) kısaca şöyle:

Okumak üzere gittiği şehirde yanında kaldığı akrabasının tecavüzüne uğrayıp hamile kalan ve bundan kaçmak için otobüs hostesliğini yapan Seher ile başından geçen trajik bir olay nedeniyle insanlardan uzak ve yalnız yaşamayı seçen Nihat’ın yaşamlarının kesişmesi. 

Yönetmenin amacı her ne kadar yukarıda özetlediğimiz gibi olsa da, film boyunca bunu ifade etmekte kimi sorunlar beliriyor. 

Başlayalım. Filmde neredeyse zaman akmıyor. Seher’in hamilelik sürecine ilişkin kimi görüntüler ile yani karnının farklı büyüklüklerde gösterilmesiyle zamanın ilerlediği anlatılmaya çalışılmış ama bu yeterli olmamış. Benzer şekilde mevsim de değişmiyor, diğer oyuncuların fiziksel görünümünde ve kıyafetlerinde neredeyse hiç değişiklik yok. Bir bakıyoruz hop, Nihat’ta bir karış sakal, bir bakıyoruz onları da kesivermiş. Ormandaki ağaçlarda çok az sararma hissedilse de öyle bir kış havası da yok. Hâlbuki neredeyse yedi aya yakın bir süre bu 1400 metre rakımlı (ki Dipsiz Göl kulesi daha yukarıda) mekânda geçiyor. Karadeniz ikliminin olduğu bu yükseklikte mevsim neredeyse hiç değişmiyor. Normalde bu dönemde kar veya sık sık yağmur yağması, yaprakların, ağaçların, ormanın ne bileyim bir şeylerin değişmesi gerekmiyor mu? (Sonbahar filmini izleyenler hatırlayacaktır, daha kısa bir sürede mevsim ne kadar çabuk değişiyordu ve filmi alıp götürüyordu) 

Başka bir sorun: Bir kadın dokuz ay boyunca hamileliğini saklayabilir mi? Vücut hatlarından bu nasıl belli olmaz? Hele ki Seher gibi ince yapılı bir kadının hamileliğinin sonlarına doğru bunu bol kıyafetlerle, şallarla filan gizlemesi olanaklı mı? Hadi kendi kendine doğum yapmayı başardı, kimse de duymadı o bebek ağlamalarını, bebeğin kordonunu da kendisi kesti, hadi plasentayı filan da attı bir yerlere, peki yeni doğmuş bir bebek o soğukta gecenin bir saatine kadar nasıl yaşayabildi, nasıl kimse ağlamasını duymadı?

Seher ve Nihat’ın trajedilerini öğrendiğimiz sahneler de sorunlu. Hani tiyatroda yönetmen neler olup bittiğini seyirciye anlatmak için, sahnedeki telefonu çaldırır, telefonu açan kişi de sanki karşısındakine anlatıyormuş gibi, olan biteni seyirciye izah eder. Bir bakıma yönetmenin kotaramadığı bu anlatma işini kolayından aktarıverir seyircilere. Nihat telefon değilse de telsizle aynı şeyi yapmıyor mu? Sinema gibi, gösterme olanağı çok fazla olan bir sanat dalında, yönetmen neden bunu göstermek yerine oyuncusuna söyletmeyi tercih eder ki? Bu filmin veya senaryonun iyi kotarılamadığını göstermez mi? Buna bir başka örnek ise, yıldırım sahnesi. Yönetmen karakterlerini dönüştürmek için bir nedene, bir olaya ihtiyaç duymuş, anlaşılan bunun taşlarını filmin başından itibaren dizemediği için, çareyi neredeyse Seher’in kafasına yıldırım düşürmekte bulmuş. Yıldırımdan Sonra (YS) artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, Seher anneliği, Nihat ise onu ve bebeği koruyup kollayan manevi baba ve belki de eş olacaktır. Bu yıldırım konusu üzerinde aslında biraz daha durulmaya değer. Seher’in alıp başını gitmesini, bebeğini istememesini Nihat’ın bunu değiştirememesini... nasıl çözeceğiz derken, ilahi güçler yardıma koşuyor ve sorunu şip şak çözüyor bizim için, tıpkı tiyatro sahnesinde çalan telefon gibi... Zeus aşkına!...

Şu sorular da cevaplanmaya muhtaçtır:

Seher, sığındığı yerde ders çalışırken sabahın erken saatlerinde birini arıyor, bu aradığının dayısı olduğunu sanıyoruz (ama değil galiba, bilemiyoruz). Nitekim kitabının arasındaki fotoğraflara bakıyor ve finale yakın bu fotoğrafları gören Nihat’ın fotoğraflarda dayının bulunduğu yerin kesildiği haline tanık oluyoruz. Diğer yandan Seher’in çalıştığı ve sığındığı yeri de dayısı ayarlamış. Bu durumda ortada tecavüz’ü anıştıran bir şey var mı? Evet, hikaye ensest ancak sanki karşılıklı rızaya dayalı bir ilişki gibi duruyor. Yani hamilelik olmasa veya aldırmak için geç kalınmasa ortada Seher açısından da bir sorun yok gibi görünüyor. Seher’in hamilelik dışında şikâyetçi olduğu bir yöne, bu sıkıntı nedeniyle annesiyle yaşadığı duygu boşalımı dışında bir sıkıntıya tanık olmuyoruz.

Öte yandan kız çocuklarını yaşadığı şehir dışında okumaya yollayan ailelere bilerek veya bilmeyerek nasıl bir mesaj veriliyor: Kızınızı akrabanıza yollamayın, ensest ilişkiye girer. Bir kaç öğrenci ev tutsunlar ama bu sefer de eve giren çıkan belli olmaz. Aslında en güzeli yollamayın bu durumda, otursun evinde, kısmetini beklesin!

Seher karakterini canlandıran oyuncunun örneğin, doğumdan sonra memesinden süt gelmesini ıslanan sütyeninden ve kazağından anlamışken, memesini açıp sütü sıkmasını göstermesine (aslında memesini göstermesine) ihtiyaç var mıydı? Yine Seher’in kuledeki derme çatma tuvalet-banyoda çıplak halde yıkanmasını görmemize ihtiyacımız var mıydı? Yani kadın bedeninin veya çıplaklığın gösterilmesine itirazımız yok ama hikâyeye bu çıplaklıklar ne kattı anlayamadık. Filmden bu çıplaklıkları çıkarsak, anlatımda ne bozulur, ne eksik kalır çözemedik.

Seher, Nihat tarafından kuleye götürüldükten ve bebekle bağının kurulması sağladıktan sonra, o ana kadar bilmediğimiz ne anlatıldı, yeni ne söylendi? Madem film ileride ne olduğunu anlatmayacaktı ki final işi bize bırakıyor, bu durumda ilk bebeği emzirmesinden (yani terkettiğini sahiplenmesinden) sonrasına ne gerek vardı. Film orada sonlandırılsa, anlatıldığı kadarıyla filme ve öyküye ilişkin ne eksik kalırdı? Çünkü o ana kadar olan biteni öğrendik ve o andan itibaren yeni bir şey öğrenmedik. Veya ilişkilerine ilişkin tahayyül edilemeyecek bir şeye tanık olmadık.

Yani, “birbirimize bağırdık rahatladık ve gerçeklerle yüzleştik, yağmur yağdı ıslandık ve temizlendik, yıldırım düştü aklımızı başımıza devşirdik, kaybettiklerimize bir başka yönden acılarla da olsa tekrar kavuştuk, yitirdiğimiz masumiyetimizdi” mi denildi? Anlayamadık.

Bizce bu filmi ile Pelin Esmer, 11’e 10 Kala’nın gerisine düşmüş. Umarız bundan sonraki filminde daha iyisini yapar. 






3 yorum:

  1. Bugün itibariyle 8501 kişi izlemiş. (Kaynak: Boxoffice Türkiye) Bu kadar ödül alan bir filmin, seyirciye neredeyse hiç ulaşamamasının nedeni sadece izleyicilerin ilgisizliğiyle açıklanamaz sanırım. Ödül Komitesinin çok da iyi bir seçim yapıp yapmadığını düşündürüyor ister istemez...

    YanıtlaSil
  2. 2009'da çekilen 11'e 10 Kala'nın toplam gişesinin de 14 binlerde kaldığını düşününce "iyi film >> gişe" orantısına katılamayacağım. Filmi dün seyrettim. İlk hissim "olmamışlık duygusu", ilk yorumum, "eksik bir şey var ama ne" oldu. Dünden beri düşünüyorum ama bulamadım. Yazıda bahsettiğin maddi hatalarla ilgilenmiyorum. İlgilenmeme nedenim daha büyük sorunların olması. Filmdeki hatalardan sorunlardan (göbek büyümesi, sakal uzaması vs.) önce ve onlardan daha büyük bir sorun var ama adını koyamıyorum. Adını koyabilsem, o zaman diğerlerine geleceğim ama yok... Havada kalıyor bir şeyler ama ne...

    YanıtlaSil
  3. Eksiklik öyküde bence. Yani senaryodan, kurguya, oradan da filmin kendisine kadar üzerine metinde yayınlanan maddi hataları üst üste koyunca, yarattığı duygu olarak "adı konulamayan" ama bir bütün olarak aksayan bir eser ortaya çıkmış. Adını koyamama duygusu işin tümünde olan aksaklıkların toplamından kaynaklanıyor galiba.

    YanıtlaSil