Machu Picchu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Machu Picchu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Nisan 2012 Pazartesi

...

Güle güle Havva Ana...




25 Mart 2012 Pazar

Hayat ne tuhaf gemiler filan...

Dün iki tane film izledim televizyonda. İkisinde de Mark Ruffalo denen peltek ama karizma abimiz başrolü oynuyordu. Mesele bir insan evlâdının nasıl olup da hem peltek hem de karizmatik olabilmesi değil, mesele; bu şeker (bak şimdi de şeker oldu) adamın filmlerden birinde bahçe düzenlemesi yapan bir peyzaj mimarı bir adamı, öbüründeyse peyzaj mimarına bahçesini düzenleten bir adamı canlandırması... Bu durum bazı sorular sormama neden oldu, şöyle ki:

1- Farklı saatlerde de olsa Dicitürk'ün aynı gün içinde iki tane Mark Ruffalo filmi yayınlaması bir rastlantı mı yoksa, iki filmi de pazarlayan firma aynı ve iki filmin de aynı gün yayınlanmasını şart mı koşuyor?

2- Aynı gün, aynı kanalda yayınlanan iki filmde başrol oynayan Mark Ruffalo'nun her iki filmde de ot yolma, toprak eşeleme, çiçek dikme mevzularına bulaşması bir rastlantı mı yoksa, Hollywood senaristleri/yönetmenleri gönderme işinin bokunu mu çıkardılar?

3- Aynı gün, aynı kanalda yayınlanan, başrolunü Mark Ruffalo'nun oynadığı ve "peyzaj mimarlığı ne güzel iş lan" dedirten bu iki filmin; uzun ve ağır geçen kıştan sonra güneşin pırıl pırıl parlayıp insanın içini ısıttığı bir cumartesi gününde tarafımdan izlenmiş olması bir rastlantı mı yoksa, asosyalleşme bu mu demek oluyor?

4- İlahlar bana bir şey mi söylemeye çalışıyor?

5- Kahveyi azaltsam mı?

18 Mart 2012 Pazar

Bekir

Cigaralığından ciğerine çektiği duman mıydı bu sözcükler, yoksa yeşil çimenle mavi göğe üflediği miydi?



"Bu kaltakla aynı mahallede büyüdük, Mevlanakapı'da. Babası zabıtaydı, alkolik hasta bir adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. Bu; anasıyla yoksul, perişan... Bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bir şeyler. Bir de Zagor vardı; bizim eski evin kiracısının oğlu. Babası filmciydi Yeşilçam'da. Cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte ama sevimli, yakışıklı oğlandı. Bizimkine aşık etmiş kendini. Ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. Öylece büyüdük gittik işte. Ne bok varsa, hep askerliği beklerdim. Dört sene kaldı, üç sene kaldı. Sonunda o da geldi, gittik... Bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama: ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan… Nikâhlandık. İki taksi bir dükkân verdi peder; dükkânda koltuk moltuk satardım. Bir gün bu orospu çıkageldi. Hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. Böyle basma bir etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bir bluz, saçlar maçlar… Pırlanta anlayacağın. Şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. Kanıma girdi o gün. Tabii taktım ben bunu kafaya. Ertesi gün bir soruşturma; dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede ama asıl Zagor'a kesikmiş. Zagor da kaftiden içerde o sıra. Bir gün süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkânın önünden. Yazıldım peşine. Tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs, otobüs, geldik Sağmalcılar'a; benim içimde bir sıkıntı. İşi anladım tabii; Zagor'u ziyarete gidiyor. Bir tuhaf oldum, piçi de kıskandım. Uzatmayalım, çaresiz evlendik ötekiyle. O ara Zagor içeriden çıktı. sonra bir duyduk; kaçmış bunlar. Altı ay mı bir sene mi; kayıp. Hep rüyalarıma girerdi orospu. O gün dükkâna gelişini hiç unutamadım, benimkine bile dokunamaz oldum. Sonra bir daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş Zagor; biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. Karakolda beş gün beş gece işkence buna, arkadaşlarının öcünü alıyorlar. Kaltağa da öyle… Önce öldü dediler Zagor'a, sonra komalık. Ankara'da oluyor bunlar. Bizimki bir gün çıkageldi mahalleye. Zagor içeride, en iyisinden müebbet. Bir sabah dükkâna geldim, baktım bu oturuyor. Önce tanıyamadım. Anlayınca içim cız etti. Cız etti de ne? Tornaya değmiş gibi oldu. Çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bir surat ama bu sefer başka güzel orospu; Orhan'ın şarkıları gibi. Kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı; dedi para lazım, çok para. Zagor'a avukat tutacakmış. İleride öderim dedi. Esnafız ya biz de, nasıl diye sormuş bulunduk. Orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. İçime bir şey oturdu; ağlamaya başladım, ama ne ağlamak… İşte o gün bir inandım bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. Uzatmayalım, Zagor'a müebbet verdiler ama rahat durmaz ki piç! Ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyor. Orospu da peşinden. Sonunda dayanamadım; ben de onun peşinden. Önce dükkân gitti, ardından taksiler. Karı terk etti, peder kapıları kapadı. Yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. İş bilmem, zanaat yok. Bu durmuyor hiç: ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. Gözünü yumup yatıyor milletin altına. Gel dönelim diye çok yalvardım; evlenelim, pederi kandırırım, Zagor'a bakarız; yok. Kancık köpek gibi izini sürüyor itin. Ne yaptı buna anlamadım. Kaç defa dönüp gittim İstanbul'a. Yeminler ettim, doktorlar, hocalar kâr etmedi. Her seferinde yine peşinde buldum kendimi. Bir keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu; hamile. Beni abisiyim diye yutturduk herife. Nedense rahatladım, oh dedim, kurtuluyorum. Bu da akıllanmış görünüyor. Yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyor başka bir şey demiyor. Sinop'ta oluyor bunlar. Ben de döndüm İstanbul'a. Doğumuna yakın, Zagor bir isyana karışıyor gene, hemen paketleyip Diyarbakır cezaevine postalıyorlar. Çok geçmeden bizimki depreşiyor gene; o haliyle kalk git sen Diyarbakır'a, üç gün ortadan kaybol… Herif kafayı yiyor tabii. Dönünce bir dayak buna; eşek sudan gelinceye kadar. Kızın sakatlığı bu yüzden. Sonra çocuğu doğuruyor. Uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bir gece esrarı çekip takıyor herife bıçağı. Çocuğu da alıp vın Diyarbakır'a, Zagor'un peşine. Allahtan herif delikanlı çıkıyor da şikâyet etmiyor. Ben o ara İstanbul'da taksiden yolumu buluyorum. Epey bir zaman böyle geçti. Yine her gece rüyalarımda bu. Zagor'un Diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. Bir gece bir büyükle eve geldim, hepsini içtim, zurnayım tabii. Bir ara gözümü açıp baktım; karlı dağlar geçiyor. Bir daha açtım, başımda bir çocuk; kalk abi, Diyarbakır'a geldik diyor. Baktım, sahiden Diyarbakır'dayım. bir soruşturma: Kale mahallesi vardır oranın; bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? Görünce hiç şaşırmadı. Hiç bir şey demedik. O gece oturup düşündüm. 'oğlum Bekir' dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. O gün bugün usul usul yürüyorum işte."

16 Mart 2012 Cuma

Sürgün

Önce zamanaşımı, hemen ardından gelen doğum günü derken; son birkaç günüm Metin Altıok’la doldu taştı. Bir şairi yâd etmenin en güzel yolu şiirlerinden geçer deyip daldım ustanın; acıyı, ölümü ve en çok da yalnızlığı kanatan dünyasına.

“Yangınlardan geliyorum deyip, yangınlara yanık giden adam”ın dünyasından buraya bir şeylerin taşması da engellenemez oldu tabii ki:

Sürgün*

kendine sürgün
bir garip kişiyim;
sabah akşam imza veren.
bilmemem gereken
şeyler öğrendim;
taraf tutmaz
tanrı bilirim
kaybetmekten
korktuğu için.

sorular sordum
sormamam gereken.
kendime bir
kefen biçtim
kendi tenimden.
sınırlarımı aşmak
yasaktır bana.
yoksul yüreğim
en kuytu kahvem.

acıya tezhibim,
hüzne redif.
yalnızlığın gözlerine
sürme çeken
öyle biriyim ki;
geceleri uykusuz
kuyuları dinleyen.
adım büyücüye
çıktı bu yüzden.

kendine sürgün
bir garip kişiyim;
kutsallığı zincir gibi
parmağında çeviren.
umudu depremden,
aşkı külden
bekleyen benim
aranızda
yerim yok zaten.

heybesinde yılan
işaretleri,
baldıran zehiri
yüzüğünün içinde
ve yanında
kav taşıyan ben;
tekinsizim size göre
ibret için
yakılması gereken.

merhabam kalmadı
kimseyle.
haç çıkardım
namaza dururken.
herkes tanır beni
alnımdaki döğmelerden.
inançsızım, dinsizim
yeminle yalan
ikiz kardeşken.

kendine sürgün
bir garip kişiyim;
bulanık sularda
yüzünü ararken sevda,
bir tutam saç derisiyle
uçuşurken rüzgarda.
her şey ne kadar
kendisidir düşünün
hızla kokuşurken dünya!

rıh dökülürken
kan damlalarına,
cesetler gördüm
irmak boylarında
çalıların arasında.
faili meçhul
cinayetler bilen
çaresiz bir adamım
adını bile kekeleyen.

bilmemem gereken
şeyler öğrendim.
sorular sordum
sormamam gereken.
gördüm apaçık
görmemem gerekeni.
söylenmezi söyledim.
suçum büyük
ve taammüden.

* Nasıl bir dilimiz var ki aynı sözcükle hem yeni yeşeren/çoğalan bir yaşamı hem de kökünden koparılıp savrulan, yok edilen bir yaşamı tanımlıyoruz.

14 Mart 2012 Çarşamba

Çağrıştım



Kâbus gibi geçen dünden sonra okuduğum bir haber yüzümü bir lokmacık gülümsetti sonunda. Haber şu özetle: İtalya'da küçük bir kasaba, kasabanın mezarlığı dolmuş, bir kişi bile gömecek yer yok. Belli ki yeni mezarlık alanı açmak da çok kolay değil yerel yönetim için, bürokrasi mürokrasi durumları... Kasabanın belediye başkanı ÖLMEYİ YASAKLAMIŞ!!! Yetkililerin dikkatini çekmek için. Haberin linki bu:

http://www.ntvmsnbc.com/id/25330342/#storyContinued


Yüzümü gülümseten doğrudan haberin kendisi değil beni götürdüğü film. Yıllaaar önce kendimi iflâh olmaz Jean Reno hayranı sandığım zamanlarda sinemalarda gösterilmiş, izlenilmiş, çok eğlenilmiş bir film... Roseanna's Grave. Bizde Roseanna adıyla gösterilmişti sanıyorum. Yine İtalya, yine küçük bir kasaba, yine dolu bir mezarlık. Konu mezarlıksa işin içinde ölüm de var ama film; sevimli mi sevimli bir komedi... Filmin kadın oyuncusu beni yine başka bir filme; Balıkçı Kral'a götürmüş olsa da bugünlük bu kadar çağrışım yeter deyip, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüyorum.

12 Mart 2012 Pazartesi

Sıkıldıııımmm

Soğuktan, yağmurdan, çamurdan, üşümekten, Bünyamin Sürmeli kovalamaktan sıkıldım.

Mont giymekten, bot giymekten, bot temizlemekten, üst üste 2 çift çorap giymekten, çorap yıkamaktan, çorap teki aramaktan sıkıldım.

Çantamda şemsiye taşımaktan, şemsiye kaybetmekten, şemsiye almaktan sıkıldım.

Kel ağaçlar, ıslak yollar, mumya gibi sarmalanmış insanlar, üşümüş kediler, çamurlu arabalar görmekten sıkıldım.

Doğalgaz faturası ne gelecek diye hayıflanmaktan, doğalgaz faturası ödemekten, 6 liralık faturaları özlemekten sıkıldım.

Göğün grisinden, denizin grisinden, siyahlardan, kahverengilerden sıkıldım.

En çok da depresif halli kendimden sıkıldım.

Yaz gelsin. YAZ GELSİN. y a z g e l s i n . Y-A-Z G-E-L-S-İ-N. y*a*z g*e*l*s*i*n.

9 Mart 2012 Cuma

İskeleden devam...



3 alttaki postta sorulan filmlerden birini bilemedim ama, bakalım bu iskele hangi filmden?


İpucu: İskeledeki kadın iskelede durmayı çok seviyor.
* Money Club ile Migros, 5M, MJet, Tansaş'ta kadınlara özel 8-11 Mart'ta yüz temizleyici ve vücut-el bakım kremlerine %50, 7-9 Mart'ta ithal züccaciyeye %40 indirim!

* Kadınlar gününe özel Gold ve Platinum kartınızla bugün Suadiye Ziyade Fasıl/Rihan Kebap'ta %10, Etiler China Stix'de %15, Bebek/Şaşkınbakkal Casita'da %20 indirim!

* Dünya Kadınlar Günü'nde ayrıcalıklısınız. TL'de %11.45, USD'de %4.50'ye varan vadeli mevduat oranlarıyla 8 Mart'ı Denizbank'ta kutlayın.

Bunlar dün cep telefonuma gelen mesajlar...

1 Mayıs'ı paraya çevirmeye ne zaman cesaret edecekler merak ediyorum. Hatta ettiler zaten de benim haberim mi yok acaba?


Hamiş: "Always sunny in the rich man's world." Bu cümle pek bilinen bir şarkının sözlerinden. İşbu pek bilinen şarkının adı da başlıksız yazımın başlığıdır efendim.

29 Kasım 2011 Salı


Dedem annemi götürmüş elinden tutup, annem beni götürdü sonra, ben de oğlumu götürdümdaha ufacıkken... Bu dört kuşak fırsat buldukça, yolları düştükçe, canları çektikçe gitmişler ve gitmeye devam ediyorlar. Merak ediyorum; oğlum da çocuğunu elinden tutup götüre-bile-cek mi Baylan'da Kup Griye yemeye?

19 Eylül 2011 Pazartesi

...

Siz hiç ölüme çok ama çok yaklaşmış birini gördünüz mü? Televizyondaki doktorlu dizilerde değil ama... Peki siz ölüme çok ama çok yaklaşmış birini geri getirmeye çalışan sağlık çalışanlarının çabalarını gördünüz mü? Biri yandan kalp masajı yaparken öteki soluk, bir diğeri damar yolu açmaya çalışan, yetersiz kalacaklarını anladıklarında bir ekip daha isteyip bu kez 6 kişi, dakikalar boyunca hiç ama hiç vaz geçmeden, soğukkanlılıklarını yitirmeden, karıncalar gibi didinerek bir canı kurtarmaya çalışanların çabalarını?

Umarım böyle bir şeye şahit olmak zorunda kalmazsınız ama siz yine de o siren sesini her duyduğunuzda, o sesin yolcularına, ambulans çalışanlarına iyi bir şeyler yollayın kalbinizden...

5 Eylül 2011 Pazartesi

Battı Şamandırası*

"Bayram tatilinde bir yere gittim; şöyle güzel, böyle bi şey, illa siz de gidin, allah aşkına gidin" konulu, güneşli müneşli, cikcikli, pırpırlı, bol fotolu bir yazı yazmak niyetiyle oturdum masaya. Tv'yi de açtım ki evde ses olsun. Cankurtaran kanal İzTv'de eski sabah şekeri yeni belgeselci Savaş Karakaş'ın Türkiye'nin denizaltı batıklarıyla ilgili işi taze başlamış. Kulağım televizyonda, "dur önce fotoğraf seçeyim"dedim. O güzelim kasabanın güzelim fotoğrafları arasında gezinirken 2 sözcük çalındı kulağıma. Öylece kalakaldım.

Gözlerim monitörden televizyona kaydı. Orta yaşlı bir adam batık denizaltının nasıl bulunduğunu anlatıyor. Kurduğu cümlelerin herbirinde 2-3 kez o sözcükler geçiyor.

Algılamaya çalışıyorum, nefesim daralıyor. "Bugün öyle değildir canım, teknoloji çoook gelişti diyor mantıklı tarafım ama, öbür yanım teknoloji bu kadar gelişmeden önce batan denizaltıları, yara alıp battıysa suda boğulup ölen, yara almadan battıysa şamadıranın ucundaki telefondan gelecek sesi beklerken havasızlıktan ölen denizaltıcıları getiriyor gözümün önüne.

Daha önce hiç duymadığım bu 2 sözcük belki de bugüne kadar hiç düşünmediğim şeyleri düşündürtüyor bana, derin derin nefesler alıyorum...

* Denizaltı battığında su yüzeyine çıkan ve içindeki telefonla denizaltıyla iletişim kurmaya yarayan cihaz.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Yunusları kim sevmez?



Yunus parklarında gülümsediğini sandığınız canlılar;

  • Denizlerde travmatik şekillerde yakalanan,
  • Daha birçoğu yakalanma aşamasında telef olan,
  • Tırların, tankerlerin içinde yolculuk eden,
  • Gümrüklerde saatlerce, günlerce bekleyen,
  • Havuzlarda ölü balık yemeye mecbur edilen,
  • Bir parça balık için taklalar atmaya zorlanan,
  • Beton havuzların içinde delirmemek için kendi sonar'ını kapatarak "kör olan",
  • Stresten her biri ülser hastası olan,
  • Ölü balıkların içinde antidepresan ve mide ilaçları yutturulan,
  • Gösteri havuzlarındaki yüksek sesli müzikten zarar gören,
  • 45 yıllık ömürleri ortalama en fazla 5 yıla inen,
  • “Yunus terapisi” adı altında umut tacirliğine alet edilen,
  • Üstün zekalarının getirdiği farkındalık yüzünden ruhen büyük acılar çeken,
  • Havuzlarda çoğunlukla ölü yavrular doğuran,
  • Nihayetinde pek çoğu intihar eden

tutsaklardır.

Lütfen yunus parklarına gitmeyin. Bu insanlık suçuna destek vermeyin.
Alıntı: http://www.yunuslaraozgurluk.com/yunus_gercekler

26 Temmuz 2011 Salı

b2b

Hıncal buralara uğramaz zaten...





24 Temmuz 2011 Pazar

28

Kapıyı yavaşça çekip çıktım. Bu kaçıncı pazar sabahı acaba kapıyı yavaşça çekip çıktığım? Üff hava yine buz gibi, eldivenin tekini de kaybettim, donacak elim. Matematikçinin verdiği testi çözmedim, dudak bükecek, uyuz edecek yine, sinir oluyorum o karıya. Mat- mat- fizik - fizik - biyoloji - edb - edb. Ay çekilmez! Güneş yine erken mi gelir acaba bugün de? Hızlı hızlı yürüyeyim de sınıfa çıkmadan yakalayayım. Sınıfa girdikten sonra çıkmak zor oluyo. Ulan bir ay kaldı be ÖSS'ye. Kazanamazsam? Yok daha neler, sırf sözelle götürürüm ben be! Götürürüm tabi ya. Güneş'i kapıp çıkayım, Kuğulu'ya doğru yürüyelim yine. Ankara ne güzel oluyo ya pazar sabahları. Bulvar bile boomboş. Bir biz, bir de Kızılay'a bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen akın eden Harp Okullu salaklar. Geçen hafta arkasından "ıspanaklı yumurta" diye bağırdığım salağa yine rastlar mıyız acep? Bozuk para attı kafama geri zekâlı. Salmasın bunları şehre Harp Okulu ya... Serpil 110 net yapıyomuş, ben 70'lerde geziyorum. Aman yeter ya, alt tarafı ÖSS. Ankaraaaa niye böyle soğuksun yaa, dondum. Kurtulacam senden az kaldı. beş senecik daha. Basın Yayın biter bitmez ver elini İstanbul. Güneş çıkmasa bari sınıfa. Kuğulu'da çay/poğaça yapalım. İlk dört derse girmeyelim de edebiyatlara dönelim. Aman ya da boşver hep bildiğim konular zaten. Sinan'ın kağıdı gelmiş, Siyasal'da girecekmiş. Ben nerede giricem acaba? Uzak bir okul olmasa bari. Basın Yayın'da girsem ne kıyak olur be. Dershane iyi ki karne marne vermiyor, sıçmıştım yoksa. Üçte iki devamsızlık. Çüş derler adama. Fizikten de kesin yine Eylül'e kalacam. Öfff. Geçen sene kurulda geçirdiler, bu sene de geçirirler herhalde. Basın Yayın'ı kazandım diye ağlarım hocalara. Kazanamazsam??? Kuğulu'yu boşverip sinemaya mı gitsek ki, hava çok soğuk. Ulan ilk seans tee 11'de...

***

"Kapıyı yavaş çek" dedim yüz kere, bak yine güm diye vurdu çıktı. Gece kaçtı geldiği bunun? İkiyi geçmişti kesin. O kafayla dersaneye gidecek de paşam ders dinleyecek. Oof of, bir şey de söyleyemiyorum. "Aman oğlum" desem, hemen horozlanmalar, "ben kendimi bilmiyorum mu"lar, "bana güvenmiyor musun"lar. Millet günde 300 - 500 soru çözüyormuş, 50 tane çözse göbek atacam valla. Uyuyamam artık, kalkıp kahve yapayım. Sigara da azalmıştı geceden, çıkıp alayım bari. Hiç olmazsa dershaneye düzenli gidiyor, ama yeter mi ki, yetmez ya..! Ah yavrum kendi geleceğin, azıcık kaygılan ya. "Kazanırım, kazanırım" demek kolay. İki milyon çocukla yarışacaksın, of! Çamaşır koysam makineye çok mu erken? Sıkarken çok ses çıkarıyor, pazar pazar komşuları zıplatmayayım. Laf da söylenmiyor, diklenecek, hırlaşacağız diye susuyorum. Kaldı şurada bir ay sınava. O ince yağmurlukla mı çıktı acaba yine? İstanbul'un göğü delindi valla bu kış, yağ yağ bitmedi. Ha bir de "İstanbul dışında okumak istiyorum" muhabbeti çıktı. İstanbul'da okumayacakmış paşam. Ulan sanki kazandın da Ankara'yı, İzmir'i. Hem hiç sorgu sual de yok, para var mı, gidebilir miyim oralara? Aman kazansın da, o zaman düşünürüz. Ben de Ankara'da okumak istememiştim ama, "para yok" dedi bizimkiler, oturdum kıçımın üstüne. Dün gece eve geldi ikide, uyuması üçü bulmuştur. Hukuk istiyorum diye tutturdu. Öyle kolay mı hukuk kazanmak. Hem gez o konser senin bu bilmemne benim, hem de hukuk kazan. Hiç mi düşünmüyor bu çocuk, ay deli çıkacam. "Bizim zamanımız gibi değil oğlum" diyorum, "çok zorlaştı artık." "Sizin zamanınızın beş katı kontenjan var anacım, merak etme sen" diyor. Her şeye bi cevabı var maaşallah. Ama ben yaptım bunu böyle, özgüveni yüksek olsun, öyle olsun, böyle olsun dedim. Al sana hurma muhabbeti. Yağmur da ne güzel yağıyor, çıkmasam mı yataktan acaba, sigara da az kaldı zaten... Uykusuz gitti dershaneye, deneme meneme yoktur inşallah.

***

Çocukları sınava hazırlanan ana-babaların durumlarının çoğu zaman çocuklarından çok daha travmatik olduğu söyleniyor. Biricik yavruları için taşıdıkları gelecek kaygısı etkenlerin en başındaymış. Bu kaygıyı çocuklarına yansıtmamaya çalışmanın baskısı da var tabii ki. Sınavı kendileri kadar önemsemediklerini düşündükleri evlatlarını iyi yetiştiremedikleri, sorumluluk duygusu vemedikleri endişesi, suçluluk duygusu da cabası.

Benim travmamın ana etkeni ise kısacık bir görüntüyü beynimin derinlerine, daha da derinlerine itme çabası: ne zaman oğluma baksam kafamın içinde looplayıp duran, buz gibi Ankara sabahının bomboş caddelerinde Harp Okulu öğrencilerine ıspanaklı yumurtaaaa diye bağırıp kıkırdayan liseli kızın 10 saniyelik siyah beyaz görüntüsünü...

17 Haziran 2011 Cuma

16 Haziran 2011 Perşembe

Ooooohh yandannn...


Dünyanın her yerinde konserler veriyorlar biliyorum da; bu adamın -ve grubunun elbette- müziğine; ilk trompet notalarıyla birlikte tempo tutup, gerdan kırmaya başlayarak tepki veren başka izleyici var mıdır, onu merak ediyorum.

Sırpça türkü çığırıp, saksafonla klarnet nağmeleri attırdılar iki gün önce, Açıkhava'daki bilmem kaç bin kişi çoook çok yorgun döndü evine o gece.

1 Eylül 2010 Çarşamba

1 Eylül


Her ne kadar "belirli gün ve haftalar" muhabbetine pek itibar etmesem de - işin herkesin itiraz ettiği anlamına itirazın dışında, birilerinin doğduğum günü "Dünya Aids Günü" ilan etmesi de etkili oluyor maalesef - bu bloğun yepisyeni katkıcılarından biri olarak; hem bloğun doğum gününün hem de kapılarını yeni yazarlara açarak boyut değiştirdiği günün 1 Eylül'e denk gelmesi çok hoşuma gitti açıkçası. Artık rastlantı mıdır, yoksa maharetli başyazarımız Ara Bey'in tarih düşürmesi midir, orasını bilemiyorum.


Neyse efendim, lafı uzatmayayım. Kendi kendime hoşbuldum - bulacağım - bulacağız diyorum.