Muhtar Tapir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muhtar Tapir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2011 Pazartesi

Güle Güle Sergio Amca


Güle güle Sergio amca güle güle...

Bizim kuşak en çok senin hikayelerini okudu. Senden bir çok şey öğrendi. Hayal dünyamızın kapıları seninle aralandı, düşlere ve masallara senin öykülerinle sığındık.

Sadece çocukluğumuzda mı? Hayır elbette değil. Hayatımın sonbaharına girdiğim şu dönemde bile senin yokluğunu hissedeceğim.

40 yıl önce hatırlıyorum... Sıcak yaz günlerinin o sıkıcı öğleden sonraları seninle renklenirdi. Zagor, Mister No, Teks ve daha niceleri. Sonraları Martin Mystere, Dylan Dog, Nathan Never, Julia, Magico Vento. Senin çıkardığın dergilerin hayatımın her safhasında abonesiydim.

Güle güle Sergio amca güle güle...

23 Haziran 2011 Perşembe

Garip Bir Düşünce Biçimi




Anadolu-Türk sentezi tıpkı Türk-İslam sentezi gibi bir tür dünyayı yanlış algılama biçimiydi. Zaten geçmişe yönelik sentezlerde hep bir yanlış algılama söz konusu değil midir? Öyledir elbette. Sonuçta yaşanmamış bir algıyı tahmin etmek ya da yorumlamak, ya da "bu böyle olmalıydı başka açıklaması yok" türünden yeniden üretmektir geçmişe dair kurmacalar. Peki neydi bu Anadolu-Türk sentezi?

Türk-İslam sentezi nasıl muğlak bir Türk milliyetçiliği ile İslamiyeti birbirine eklemleme çabasıysa Anadolu-Türk sentezi de özünde hümanizm sosuyla yoğrulmuş coğrafya temelli olduğunu iddia eden fakat çok küçük püf noktalarıyla Türk milliyetçiliğinin ya da inkarcılığının bir yansımasıydı. Türk-İslam sentezinin vulgar görüntüsüyle karşılaştırıldığında yanıltıcı olarak akla daha uygun gelmesi ve bir takım Kemalist aydınlar tarafından cilalanması sonucunda elbette daha insani bir doktrin olarak göze çarpıyordu. Sonuçta Kemalizm İslamiyeti bir şekilde terbiye etme amacını taşıdığından coğrafya temelli hümanist bir ideolojiyi kitlelere şırınga etmek için sol ya da hümanist aydınların desteği şarttı.

Klasik arkeolojiye yakınlık duyan Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı, Vedat Günyol ve Sabahattin Eyüpoğlu gibi aydınların 1940'larda ortaya attığı bu teze göre insanlar hümanizmin ışığında Anadolu coğrafyasının tüm uygarlıklarını kucaklamalıydı. Homeros, Heraklitos, Thales, Herodot gibi antik düşünürler, tarihçiler madem ki Anadolu topraklarından çıkmışlardı o zaman bizim (Türklerin) geçmişimizi de temsil edebilirlerdi. Yani Hititler, Lidyalılar, Likyalılar, Romalılar tıpkı Selçuklu ve Osmanlı gibi bizi şekillendiren unsurlardı. Kulağa ne hoş geliyor değil mi? Sünni İslamın boğuculuğuna ve taşralılığına artı muğlak bir Orta-Asya uydurukçuluğuna nazaran pek tercih edilesiydi. (hak veriyorum) Üstelik kanıtları da ortalık yerde duruyordu. Anadolu antik harabelerle doluydu. Ve bu antik geçmiş bizi üyesi olmak istediğimiz Avrupa uygarlığına rahatça götürebilirdi. Tıpkı 1800'lerin kıta Yunanistan'ı gibi. Onların Platon'u, Aristo'su varsa bizim de Heraklitos'umuz, Thales'imiz vardı. Onların Achileus'u varsa bizim de Hektor'umuz vardı. Ancak...

Ancak evet ancak, bu ideoloji Kemalizm'in bir ürünü olduğu için baştan ölü doğmuştu. Kemalizm diyordu ki, "Achileus işgalciydi, Hektor vatanını savunuyordu. Ey köylü Memet sen Hektor'un torunusun, Ey İzmir'i ve Batı Anadolu'yu işgal etmiş Yorgo sen de Achileus'un torunu" Ancak unutulan ya da kasten göz ardı edilen bir şey vardı. Sonuçta kıta Yunanistan'ı ile Batı Anadolu'dakiler (en azından sahil kesimindekiler) aynı dili Grekçeyi konuşuyordu. Ve bu ideolojinin savunucuları bundan hiç bahsetmiyordu. Heraklitos ve Anaksimenes sanki Yunanca konuşmuyorlardı. Antik çağlardan beri ana kara Yunanitan'ı ile Batı Anadolu'daki Yunanlılar arasında bir çelişki varmış gibi gösteriliyordu. Sonuçta Anadolu'da yaşayan Türkmen ile Orta-Asyadaki Moğollar arasında akrabalık kurmaya çalışan Turancıların bütünleştirici tarafı bu ideolojinin savunucularında yok idi. Elbette böyle bir zayıf temele sahip bir tür coğrafya milliyetçiliği olan bu garip ideolojinin ömrü de uzun olmadı. Ancak yan etkileri de etnik tartışmalarda yansımalarını buldu. Sümerlerin dil bakımından Hint-Avrupa kökenli olmadığı neticesinden bunların Ural-Altay dil grubuna mensup Proto-Türk olabileceği üzerine uzun uzun makaleler yazıldı. 2000'li yıllarda yükselen Kürt milliyetçiliği bunu apartıp Sümerler ve Hititler aslında Kürttür demeye getirdi. Bir bakıma milliyetçi tarih bakışının üvey evladı olan coğrafyacı milliyetçilik de bir tür geçmiş inşa etme çabalarına dahildi ama mecrasını bulamamıştı.

Zaman zaman Batı Anadolu'dakilerin kıta Yunanistan'ında yaşayanlardan farklı olduğunu iddia eden bu görüşün savunucuları, kimi zaman komik bir biçimde Yunanca isimlerin ardındaki es, os gibi takıları kaldırma ihtiyacı duydular. Homeros oldu Homer, Herodotus oldu Herodot. (Hatta ansiklopedilerde Roma İmparatoru Marcus Aurelius, Marc Orel gibi avrupai şekilde yazıldı.) 1930'larda soyadı kanunu çıktığında yasaklanan ve bir tür aidiyet ifade eden “yan, of, ef, viç, iç, is, dil, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin” gibi eklerin yasaklanması gibi insanları kendi geçmişlerinden ya da sahip oldukları etnik, dini değerlerden soyutlayıp bir tür kurgusallığı dayatmanın nazikçe üslubuydu yapılanlar.

Bir ulus inşa ederken ne gibi gariplikler yaşanıyor değil mi? Duyduklarımız ve Nacaras gibi yazarların kitaplarından öğrendiğimize göre geçmiş yüzyılda Yunan ana karasında Attika bölgesinde, Çamurya'da Arnavutlara ve kuzeyde Makedonyalılara, "Siz aslında Helensiniz, zamanla köklerinizden uzaklaşmışsınız size tekrar Helen olduğunuzu hatırlatacağız, dış güçlerin kışkırtmasına gelmeyin) diyenleri de umarım başka bir arkadaşımız ayrıntıyla anlatabilir.

25 Kasım 2010 Perşembe

Jung ve Ötesi


Sana bir hikaye anlatacağım... Ancak ondan önce biraz entel-dantel gevezelik yapmak istiyorum.

Psikanalizin babalarından Jung, bireylerdeki bilinçaltının kolektif bir bilinçaltından bağımsız olamayacağını savunur. Ona göre insanoğlunun tüm yaşadıkları kişide belirgin bir iz bırakmakta ve bu izler evrensel bir datada toplanıp, ileri ki bir zamanda ufak bir çağrışımla yüzeye çıkmaktadır. (Bir bakıma psikanalizin az biraz metafizik yoluyla yorumlanması denilebilir.) Kolektif bir bilinçaltı ya da evrensel bir database kurgu-bilim senaryolarına da konu olmuştur. Hatta Jung'un çağdaşları onu gerçeküstü objeleri bilime yamamakla suçlamıştır. Jung'a göre aile büyüklerinin yaşadığı büyük endişeler, korkular da kalıtım yoluyla çocuklara geçebilir ve çocuk bunları farkında olmadan içselleştirebilir.


Beni kollarına alıyor ve o korkunç öykünün giriş cümlesini kulağıma fısıldıyor. "Çocukları sağ bırakıyorlar anneleri öldürüyorlar, çocukları sağ bırakıyorlar anneleri öldürüyorlar."


İşte başlıyor. Yıllar öncesine gidiyorum. Siyah-beyaz televizyonumuzun olduğu evimizin salonuna. 9 yaşındayım. Hatırlıyorum. Ekranda yüzü koyun yatan bir adam ve çevresinde insanlar var. Televizyon renkli olmadığı için cesetten sızan kan siyah renkte. Birisi olayın nasıl olduğunu ve kimlerin o adamı öldürdüğünü anlatıyor. Televizyondaki spikerin anlattığına göre öldürülen adam bizden, öldürenler ise düşmanlarımızmış. Eskiden olduğu söylenen bir şeylerin intikamını alıyorlarmış. Başımı babama çeviriyorum. "Ne oldu baba neden öldürmüşler, öldürenler kim" diye soruyorum. Babam yutkunuyor ve ağır ağır konuşuyor. "Geçmişte bazı hoş olmayan olaylar vuku buldu oğlum, kötü şeyler oldu. Fakat artık unutmak ve ileriye bakmak lazım."

Başkaca bir şey demiyor. Ne kızıyor, ne de küfrediyor. Her zamankinden daha düşünceli gibi. Bir sigara yakıyor. Dumanı savururken "Hadi sen yat geç oldu, yarın okul var" diyor. Kafam karışmış bir şekilde isteksizce odama yöneliyorum. Okulda bazı şeyler anlatmışlardı bir takım savaşlar olmuş, düşmanlar yurdumuzu işgal etmiş ama sonra nasıl olduysa tüm düşmanlarımızı mağlup edip yurdumuzu kurtarmışız. Demek ki hala yolunda gitmeyen bir şeyler var. Yarı aralık duran kapıyı ittirip içeri giriyorum. Babaannem benden önce gelmiş yatağına uzanmış. O da televizyonu seyretmiş midir acaba, bir de ona sorayım. Yattığı tarafa bakıyorum, uyuyor mu uyanık mı karanlıkta anlaşılmıyor. Neyse artık yarın sorarım. Pijamalarımı giyip kendi yatağıma girdiğimde hafiften bir ses kulağıma çalınıyor. Bana mı sesleniyor? Yok hayır uykusunda konuşuyor. "Evimiz vardı, komşularımız vardı, biz de insandık." Alışkındım bu duruma. Değil uykusunda, uyanıkken bile aynı şeyleri söylerdi. Aldırmıyorum. O çok yaşlı. Kimbilir ne rüyalar görüyordur şimdi. Birden tanıdık bir cümle dudaklarından dökülüyor. "Çocukları sağ bırakıyorlar, anneleri öldürüyorlar. Çocukları sağ bırakıyorlar, büyükleri öldürüyorlar." Bana masal diye anlattığı korkunç hikayelerin biriydi bu.

Bir süre sonra benim de uykum geliyor, dalıyorum. Rüyamda yolculuk edenler insanlar kervan gibi bir şey görüyorum. Gece vakti açıklık bir yerde konaklamışlar, büyük bir meydan ateşi yakılmış. Sonra başkaları geliyor ve kervandakilere saldırıyorlar. Oradaymış ve kervanın içindeymişim gibi geliyor bana. Korkunun engelleyemediği bir merakla çevreme bakınıyorum ne olup bittiğini anlamak için. Ve o ses yine aynı şeyleri tekrar ediyor. "Çocukları sağ bırakıyorlar, anneleri öldürüyorlar." Çok geçmeden uyanıyorum, yatağımdayım. Ninemin tarafından hafif bir mırıltılı geliyor. Sayıklamaya devam ediyor anlaşılan. Fakat bu kez söylediklerini anlayamıyorum. Bir an dua okuyor zannediyorum. Fakat değil. Bizim evde yalnız annem dua okur, namaz kılar, bize öğretir. Babam ve ninemi hiç dua okurken, namaz kılarken görmedim. Ninem Arapçayı andıran sonu "iyun, uyun"la biten bilmediğim kelimeler söylüyor ama dua ya da Arapça değil başka bir şey bu.

Sabah olunca plastik yoğurt kasesinde dut yapraklarının arasındaki ipek böceği kozalarının durduğu köşeye gidiyorum. Sonra annem geliyor yanıma. Bir tanesini eline alıyor. "yapma anne" diyorum, "belki zarar verirsin." Annem şöyle bir bakıyor, "çoktan kozanın içinde ölmüştür oğlum" diyor.

Annem haklıydı, biz ipek böceğini daha kozasındayken öldürmüştük.

9 Kasım 2010 Salı

Ezel ve Ötesi


Birkaç zamandır Ezel dizisi epey acıklı oldu. Hikayeyi bilmeyenler ve diziyi seyretmeyenler için kısaca özetleyeyim: Ailenin büyük oğlu arkadaşlarının attığı bir kazık sonucu hapse düşer. Sonra bu hapisteyken meşhur "hayata dönüş" operasyonu gerçekleşir (bkz: 2000 yılı) Çıkan bir yangında vücudu ve yüzü kısmen yanar. İçerideyken onu koruyup kollayan bir mafya babası adamımızın kimliğini tamamen yanmış başka bir mahkumun cesedinden aldığı kimlikle değiştirir. Öbür mahkumun kimliği mucibince tahliye olur, dışarıda estetik ameliyat yaparlar, yüzünü değiştirirler, para verirler, yol yordam öğretirler, vesaire vesaire. Sonra dizinin kahramanı eski arkadaşlarından intikam almak için planlar kurar.

Klasik bir intikam hikayesi değil mi? Fakat hepsi bu değil elbette. Türkiye televizyonlarının gördüğü sayılı başarılı dizilerden olur. Hikaye örgüsü, senaryo akış tekniği, flash forwardlar, flash backler ve tabii ki görüntü yönetmeninin son derece kaliteli işler çıkartması onu diğer dizilerden üste çıkarır.

Dizide beni en etkileyen sahne Ezel'in eski arkadaşlarının arasına sızıp ailesini ziyarete gittiği sahne olmuştu. Babası ve kardeşi yeni yüzüyle onu tanımamıştı ama kör annesi önseziyle onun oğlu olduğunu anlamıştı. Tabii "kokusundan da tanıyabilir" diyenler var. Neyse uzatmayayım yönetmen ve senaristlerin ustaca verdiği diğer sekanslar da Ezel'in zaman zaman uzaktan (bahçeden) zaman zaman da evin penceresinden ailesini izlediği sahneler. Ezel intikamı sebebiyle baba ve erkek kardeşine sırrını açamıyor ve tekrar aileye dahil olamıyor ancak onları uzaktan seyrediyor. Ezel'in kaybından dolayı ailede olan hüzün havasını Ezel evinin penceresinden seyrediyor. "Ne var bunda canım, kalbur üstü bir Türkiye televizyon dizisinde geçen sahneler, neden anlatıyorsun" denilebilir. Bir kenarda dursun o zaman.

Bir de buna benzer Tarkowski'nin Solaris'indeki final sahnesi var. Günlük, güneşlik bir havada kırlarda yürüyen esas kahraman baba evine ulaşır. Evin penceresinden içeriyi gözetler. Dışarıda hava açıktır ama yaşlı anne ve babasının yaşadığı evin içinde yağmur yağmaktadır. Basbayağı yağmur işte. Hatta yanlış hatırlamıyorsam anne kocasına kahve ikram ederken bile şarıl şarıl yağmur vardır ve ikisi de sırılsıklam ıslanmıştır. Ancak tüm bu olup biteni normal karşılamaktadırlar. "Ne alaka şimdi Ezel dizisinden Tarkowski'ye nasıl vardın" denebilir. O da bir kenarda dursun o zaman.

Solaris filmindeki gezegende bulunan okyanus, gezegeni ziyaret edenlerin bilinç altındakileri cisimleştirip onların karşısına çıkarıyordu. Baş kahramanın bir kaç yıl önce ölmüş karısı da cisimleşip geri gelmişti. Sadece baş kahraman değil filmdeki diğer elemanların da geçmişlerinde yaşadıkları cisimleşip geri geliyordu. Bir tanesine otopsi yapıp incelemişlerdi, klasik canlılardaki atomlarda merkezde pozitif kutup varken bilinçaltından türetilmiş canlılarda negatif kutup vardı. İlk defa çocukken seyretmiştim de Allah'ımı şaşırmıştım, bu nasıl bir hayal gücüdür diye. Bu da bir kenarda dursun. Gerçekteki pozitif kutuplar, bilinçaltındaki negatif kutuplar.

Tekrar başa döneyim. Ezel'deki bu aile trajedisi, ailenin büyük oğlunu kaybetmesi, sonra büyük oğlanın başka bir insan olarak geri dönmesi, ikinci sezonda bu değişmiş gelen oğullarının inanılmaz öyküsünü dinleyip onu tekrar kabullenmeleri ve bu kez de küçük oğullarını kaybetmeleri.

Çok uzattım, Ezel mezel, Tarkowski markowski derken yazıyı bağlayamayacağım. Dümdüz gideyim bari.

Babaannem 1901 doğumluymuş. Dedemle evlendikten sonra 1921'de amcam doğuyor. Ardından da 1925'de babam. 1954 yılında amcam görünürde bir sebep olmadan hayata genç yaşında veda ediyor. Ailenin ve babamın neler çektiğini yazmama gerek yok. Babam 1961 yılında evleniyor annemle, 1964'de ben doğuyorum. Bu genç yaşta ölmüş amcanın hatıraları her yerde karşıma çıkıyor. Hatta bana onun ismini veriyorlar. Ninem 1982'de ölüyor, babam 1996'da.

Sanıyorum ninemin ölümünden bir yıl önceydi. Üniversiteye yeni başlamışım, aklım bir karış havada. Bir öğle vakti ninem dalgın dalgın etrafa bakıp ara sıra kucağındaki gazeteye göz gezdirirken bana döndü. "Biliyor musun" dedi, "benim bir oğlum daha vardı, ama o çok küçükken öldü, daha bebekti" Bu bahsi ilk kez duyuyordum. Ne yani yaşasaydı bir amcam daha mı olacaktı? "Peki neden öldü nine" dedim. "Arap çöllerinde kaybettim onu" dedi ninem. Anlamıştım, her zaman ki gibi yaşlılık yüzünden gerçekle hayali birbirine karıştırıyordu. Yapıyordu böyle ara sıra, bilinci gider gibi oluyordu. Bir keresinde Arapların insanların altın yutup yutmadıklarını öğrenmek için ölülerin karınlarını yardığını anlatmıştı. Herhalde bir romanda falan okumuştu. Yoksa ninemin ne işi vardı Arabistan'da, o Bulgaristan göçmeniydi. Öyle söylenmişti bize.

Hani Ezel dedik, insanların değişmesi, yabancılaşması dedik, Solaris filmindeki gezegenin ziyaretçilerin bilinçaltına nüfuz edip onların hatıralarını cisimlendirmesi dedik. Yok yok bu yazı bitmeyecek, bir sonuca ulaşamayacak...

12 Ekim 2010 Salı

Emir Kusturica ve Ötesi

Geçen hafta ülkenin gündeminde Emir Kusturica vardı. Antalya Film Festivaline katılması, Kültür Bakanının protestosu, basında yazılanlar, Semih Kaplanoğlu ile aralarındaki tartışma vb... vb... gündemi epeyce işgal etti. Sonunda da Kusturica memleketine geri döndü. Giderken de bir basın toplantısı yaptı, kendince bir takım yerlere ayar vermeye çalıştı. Şahsım olarak bu ayara cevap vermek istedim:

"Emir Kusturica, iyi bir yönetmen olabilirsin. Zamanında kimlik bunalımına düşmüş de olabilirsin. Zaten aklı ve vicdanı olan hangi insanın kimlik bunalımında olmadığı söylenebilir. Belki de insan olup olmamakladır sorunumuz, belki de kimliğimizi insanlığımızın önüne geçirdiğimiz için oluyordur her türlü kötülük. Farkında mısın? Her şey iyi hoş da demişsin ki, "tencere dibin kara, seninki benden kara." Hatta Semih Kaplanoğlu'nu eleştirirken "Ermeni Soykırımı"nı hatırlatmışsın. Kaplanoğlu'nun 1915'deki soykırıma duyarlı olduğunu ya da "özür diliyorum" kampanyasına imzasıyla destek olduğunu da bilmiyor da olabilirsin. Cahilliğin mazur görülebilir. Fakat asla mazur görülemeyecek olan şey, "senin soykırımın benim soykırımımı döver" mantığı. Ah Emir Kusturica, biliyor musun her soykırım kötüdür. Yahudi, Ermeni, Boşnak fark eder mi?

"Miloseviç aslında çok iyi bir insandı, Yugoslavya'nın parçalanmasını istemiyordu" demişsin. Fakat bil ki ben ve benim gibi düşünenler "Talat Paşa ve İttihatçılar çok iyi insandı, Osmanlı'nın parçalanmasını istemiyordu" demiyorlar, onları lanetliyorlar. Türkiye'de sayımız şu an çok az olabilir ama doğrusu budur. Meselenin kaynağına inmek ve soykırımları yaratan dünya düzenini sorgulamak önemlidir. Ki bu tür şeyler bir daha tekerrür etmesin. Yoksa Sırp da olabilirsin, Boşnak da, Ermeni de olabilirsin, Türk de. Hiç "Hitler çok iyi insandı, Almanya'nın parçalanmasını istemiyordu" denebilir mi?

Güzel numaraydı Kusturica, ama ben yemedim.

7 Ekim 2010 Perşembe

Saklı Hayatlar


Çocuk için sıcak ve sıkıcı yaz günlerinden biriydi. Zuladaki Tommiks-Teksasları bitirmiş, vakit geçirecek bir şey arıyordu. Dışarı çıkıp sokakta oynamak için hava epey sıcaktı. Zaten bu sıcakta da sokaklar bomboştu. Mutfaktan annesinin sesini işitince sevindi. "Hazırlan ciciannelere gidiyoruz." Bu iyiydi, hem orada Mehmetle oyun oynar, hem de onun Tommikslerini okurdu. Onda çok vardı resimli roman. Yığın, yığın.

Üstünü değiştirdikten sonra annesinin yanına gitti. "Hadi gidelim anne." Anne şöyle bir baktı ve "acele etme, ninen de geliyor." dedi. Çocuk sabırsızca kapıyı açıp koşarak merdivenlerden aşağı indi. Dışarı çıktığında keskin güneş gözlerini kamaştırdı. Bir gölgeye çekilip anne ve babaannesini beklemeye başladı. 10 dakika sonra anne ve kayınvalidesi de aşağı indiler. Evde hiç başını örtmeyen yaşlı kadın her zaman olduğu gibi dışarı çıkarken siyah bir baş örtüsü takmıştı. Genç annenin başı açıktı. Yavaş yavaş yürüyüp sokak boyunca ilerlediler. Çocuk sabırsızca yanlarından gidiyordu.

- Anne, neden Lütfiye teyzelere cicianne diyoruz?

Kadın cevap vermedi. Kayınvalidesinin koluna girmiş dalgın dalgın yürüyordu.

- Ya anne cevap versene ya...
- Oğlum ablanla sen doğduğunuzda sizi ilk o gördü de ondan.
- Nasıl yani?
- Yanisi yok işte, çocuk doğarken onu ilk gören cicianne olur.
- Anne senin bir yığın akraban var, babamların neden yok?
- Babanın da var oğlum.
- Senin ki kadar yok ama, babamın sadece iki kuzeni var. Onlar da birbirleriyle konuşmuyor.
- Şşşşş sen karışma aklın ermez.

Mehmetlerin evinin olduğu sokağa gelmişlerdi. Burada sokağın iki yanında yüksek çam ağaçları vardı. 3 katlı bir evin bahçe kapısını ittirip içeri girdiler. Çok seviyordu bu evi. Bu ev kitap doluydu. Merdivenleri tırmandılar ve Mehmetlerin kapısının önüne geldiklerinde zili çalmayıp bir üst kata çıktılar. Çocuk hayal kırıklığıyla annesine seslendi.

- Hani Mehmetlere gidiyorduk, neden yukarı çıkıyoruz?
- Mehmetler evde yok biz babaannesine gidiyoruz.
- Sıkılırım ama ben, ne yapçam orada.
- Üfff dur be oğlum, iki dakika sus.

Kapıyı çaldılar. Bir süre sonra kapı açıldı ve Mehmet'in babaannesi göründü. "Kimler gelmiş kimler gelmiş, hoşgeldiniz" deyip onları içeri aldı. Burası ufak bir çatı katıydı. Çocuk daha önce hiç buraya gelmemişti. Lütfiye teyzenin elini öptükten sonra gidip kanepeye oturdu. Ne yapacaktı şimdi burada boş boş oturup. Onlar sohbet ederken çocuk etrafı inceliyordu. Birden Lütfiye teyze dönüp, "sen sıkılırsın şimdi, dur aşağıya inip sana kitap getireyim" dedi. Yaşlı kadın kapının yanından bir anahtar demeti alıp merdivenlerden bir alt kata indi. Çocuk sevinçliydi. Mehmet'in kitaplarını okuyacaktı doya doya.

Lütfiye teyze geri döndüğünde elinde birkaç cilt Tommiks-Teksas vardı. Çocuk sevinçle onları alıp büyük bir hevesle okumaya başladı. Arada çaylar içildi, kekler yendi. Bir süre sonra kitaplar bitti. Tekrar etrafı incelemeye başlayıp konuşulanlara kulak kabartmaya başladı. Lütfiye teyze neşeli bir sesle dünürlerinden bahsediyordu. Ninesi her zaman olduğu gibi fazla konuşmuyor, konuşunca da hastalıklarından ve bitmez tükenmez ağrılarından bahsediyordu. Bir ara canı sıkıldı çocuğun ve balkona çıktı.

Çatı katı olduğundan balkon evin tüm çevresini dolaşıyordu. Oyun olsun diye koşturarak balkonda tur atmaya başladı. Birkaç kumru vardı, onları korkutup kanat çırpmalarını izledi. Yorulunca şöyle bir durup çevresine baktı. Birden garip bir duygu geçti içinden. Bu çatı katına ilk kez geliyordu fakat sanki o çam ağaçlarının altındaki gölgeliği daha önce başka bir yerde görmüştü. Bir an düşündü sonra işin içinden çıkamadı. Balkon demirinin altında beton bir set vardı. Çam ağaçlarının dalları korkuluklara uzanmıştı ve öğleden sonrasının güneşi çam yapraklarının arasından bir görünüp bir kayboluyordu. Bu görüntüyü büyülenmişcesine seyretti ve içeri girdi. "Ben sanki burayı daha önce görmüştüm."

Ufak salona girince Lütfiye teyzeyi göremedi. Annesine sordu:

- Nereye gitti?
- İçeri namaz kılmaya.
- Hadi gidelim artık sıkıldım.
- Dur oğlum gideriz, acelen ne.
- Ya bana ne, bana ne.
- Sus diyorum misafirlikteyiz.

Ninesi dalgın dalgın şöyle bir baktı çocuğa. Birkaç dakika sonra ev sahibi tekrar göründü. Ninesi hafif alaycı bir şekilde annesine dönerek, "İstersen sen de namazını kıl" dedi. Kadın, "Evde kaza ederim acelesi yok, çaylarınızı tazeleyeyim ben" dedi. Boş bardakları tepsiye alıp mutfağa doğru yöneldi. Kapıdan girerken dirseğini pervaza çarptı. Ninesi duyulur duyulmaz bir sesle fısıldadı. "Çolpa." Lütfiye teyze, "Kızım canın acıdı mı" diye sordu. Genç kadın, "Yok yok önemli değil" dedi mutfaktan seslenip. Nine bu kez annesinin duymacağından emin yüksek bir sesle homurdandı, "sersem dacik". Lütfiye teyze sitemkar bir sesle yaşlı kadına dönüp, "yapma böyle ayıp, kızcağız sana bakıyor bir dediğini iki etmiyor, yapma Necmiye hanım, böyle bir gelini nereden bulacaksın, her nazını çekiyor" dedi. Çocuk konuşulanlara şöyle bir bakıp okuduğu bir kitabı tekrar eline alıp göz gezdirmeye başladı. Alışıktı ninesi ve annesinin arasındaki bu çekişmeye. Ninesi fazla oralı olmadı ahretliğinin söylediklerine. Dalgın dalgın önüne bakıyordu. Lütfiye hanım "Hayyyyganuşşşşşşşş" diye neşeli bir sesle haykırdığında irkilip yarım bir tebessümle yetindi. Lütfiye teyze her zaman cıvıl cıvıl ve neşeliydi.

Gitme vakti geldiğinde vedalaştılar ve aşağı indiler. Dönüş yolunda bu kez çocuk önden acele acele kendi evlerinin olduğu sokağa doğru koşturdu. Kapıda bir müddet onları bekledi. Annesi kapıyı anahtarla açtı içeri girdiler. Akşam yemeğine daha çok vardı, babası da kahveye uğramadan eve gelmezdi. Annesi mutfağa girmişti babaannesi de salonda gazetelere bakıyordu. Duvardaki saate baktı, altıya geliyordu. En iyisi televizyonu açmak. Salona gitti siyah-beyaz televizyonun düğmesine dokunup beklemeye başladı. Bir dakika sonra televizyondan bir hışırtı işitildi. Ekranda karlı bir görüntü vardı. Daha televizyon açılmamış diye düşündü. Bir iki düğmeye bastı, televizyondan gelen anlayamadığı bir dilden sesler salonu doldurdu. "Atina televizyonu çoktan açılmış, bizim ki neden akşamları başlıyor" diye düşündü çocuk. "Nine neyce konuşuyordu bunlar?" Ninesi gazetenin sayfalarından gözünü ayırmadan "elenika" dedi. Yapacak başka bir şey olmadığından bir süre televizyona baktı. Konuşulanları anlamadığı ve çizgi film de olmadığından kapatıp odasına yöneldi. Bir süre pencereden karşı evin çatılarına baktıktan sonra ninesinin dolabına yöneldi. Ara sıra burayı karıştırır albümdeki eski fotoğraflara bakardı.

Dolabın üstündeki raftan albümü aldı ve resimlere bakmaya başladı. Dede ve ninesinin gençlikleri, anne ve babasının nikah fotoğrafları, bebeklik resimleri, ablasının okula ilk başladığı gün çekilen önlüklü fotoğrafı. Sayfaları hızlı hızlı çevirirken birden durdu. İşte işte, Lütfiye teyzenin balkonu. Geniş balkon, alttaki beton set ve çam ağaçlarından tanımıştı. Fotoğrafta tek başına duran kadın da babaannesinin gençliği olmalıydı. Hayır, fotoğrafa dikkatle bakınca bu esmer kadının ninesi olmadığını anladı. Kim ki, Lütfiye teyze de değil. Yerinden çıkarıp arkasındaki yazıya bir göz gezdirdi. Annik Ç......., Kumkapı İstanbul. Mutfağa annesinin yanına gitti, fotoğrafı ona uzatıp sordu. "Anne, bu teyzeyi tanıyor musun?" Annesi uzatılan resme şöyle bir baktı.

- Nereden buldun bunu?
- Hiççç, ninemin dolabından.
- Çabuk onu yerine koy, geçenlerde baban kızmıştı sana etrafı karıştırdığın için.
- Üfff peki be anne.
- Kurcalama öyle her tarafı. Ha sana ne diycem dinle.
- Söyle anne.
- Evin içinde olan evin içinde kalır.
- Nasıl yani anlamadım.
- Yani evde olup biten bir şeyi arkadaşlarına falan anlatma.
- Anne ne alakası var, bir şey anlamadım.
- Ben söyleyeyim de.

Aradan birkaç zaman geçti. Çocuk yine birgün yapacak bir şey bulamadığından orayı, burayı karıştırırken aklına eski fotoğraflara bakmak geldi. Dolabı açıp albümü üst raftan aldı. Tembel tembel sayfaları çevirirken birkaç fotoğrafının yerinin boş olduğunu gördü. Bir anlam veremedi. Ya da anlam denilen şey bilinç durumuna göre değişen bir şeydi. Kimbilir...

29 Eylül 2010 Çarşamba

Bu Cuma Namazı Nerede Kılalım?


Ben artık ellili yaşlara iyice yaklaşmış, ihtiyarlığın kıyısında bir adamım. Fakat bu durum annemi hiç bağlamıyor olsa gerek, her fırsatta bana öğüt vermeye bayılır. "Çok sigara içiyorsun" ya da "bu soğuk havada zibidi gibi çıkmışsın dışarı" türünden uyarılarını oldukça eğlenceli ve normal bulurum. Sonuçta çocuk anne için yaşı ne olursa olsun her zaman çocuktur. Annemin eğlenceli başlayan fakat nedense daha sonra konuştuğumuz ortamı geren diğer bir nasihat silsilesi de dinle ilgili olanıdır. Artık o konuya nereden geldiysek annem, "Muhtar sevgili oğlum, cami hemen dibimizde, bir kere olsun cumaya gitmedin, hiç mi düşünmüyorsun öbür dünyayı, bu dünya geçici" dediğinde anlarım ki peşpeşe salvolar gelecektir. "Ya bırak anne" diye geçiştirmeye çalışsam da o yine makine gibi takır takır her zaman söylediklerini tekrar edecektir. Ablamla ortamı yumuşatmak için yaptığımız mizah da işe yaramayacak, kimi zaman bu annemi daha da sinirlendirecek ve o son darbeyi indirecektir. "Hiç bana çekmediniz, hep onlara benzediniz"

Annemin ne demek istediğini iyi biliyordum. Onlar demekle babam, dedem ve ninemi kastediyordu. Laf buraya gelince ablam hep susmayı tercih eder. Annem onunla birlikte yaşadığı için ablam annemin bu tür çıkışlarını kanıksamıştı. Ben ise geçmişe dair başka ne öğrenebilirim umuduyla annemi daha da kızdırmak pahasına ona "Sahi anne, babamlar neden namaz kılmaz, oruç tutmazlardı" türünden çeşitli sorular sorardım. Annem onca öfkesine rağmen niyetimi anlar ve sonunda sinirlerine hakim olup kestirir atardı. "Boşver, geçmiş geçmişte kaldı, fazla kurcalama" derdi. Ara sıra belli periyodlarla tekrarlanır bu gösteri. Annemi kızdırmak kimi zaman eğlenceli olsa da çok derinlerde bir yerde eskiye ait bir sızının varlığını ve hala dinmediğini hissederim.

Hatırlıyorum, biz küçükken annem çok çabalamıştı. Ablamla bana Arapça dualar öğretmiş, yaşımız biraz kemale erip ortaokul dönemine geldiğimizde bütün bir ay oruç tutmamız için bizi zorlamış, öteki dünya menkıbeleriyle korkutmuş, namaz kılmayı öğretmeye çalışmıştı. Babam annemin bu çabalarına hiç ses çıkarmamış, ancak annemin biraz abarttığı durumlarda müdahale etmişti. Çok çabalamıştı annem. Fakat olmamıştı işte. Önce ben, daha sonra da ablam üstümüze uymayan bir elbiseyi giymekten vazgeçer gibi uzaklaşmıştık annemin inancından. Babamın hayattayken ancak bayramdan bayrama ziyarete gittiği ve onlardan uzak durmak için türlü bahaneler ileri sürdüğü annemin akrabaları, dindar ve kimseye zararı olmayan kendi halinde insanlardı. Yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan ayrı bir inanç grubuna dahil oldukları için uzaklaşmış ya da uzaklaştırılmış mazlum ve sakin yaratılışlı, belki de bu ülkede dindarlıklarıyla kabul görmeyi hedefleyen insanlardı.

Aile işlerinden ülke gündemine gelirsek eğer, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli 1 Ekim'de Cuma namazını Ani'de kılmayı kararlaştırmış. "Bayram değil seyran değil, eniştem beni neden öptü" türünden garip bir çıkış olarak algılanan bu hareketin sebebi, Rumların Sümela'da, Ermenilerin Akhtamar'daki ayinlerine bir cevap niteliği taşımasıymış. Öyle buyurmuş partinin kurmayları. Alevi köylerine çifter çifter cami inşa eden, bir mahallede zaten az cemaati bulunan bir caminin 200 metre ilerisine daha da büyük bir cami konduran zihniyet, cinlikte sınır tanımıyor anlaşılan. Tanrıya ibadet etmekten ziyade bir tür sidik yarıştırma gayreti. Evinde bir sürü oyuncak bulunan şımarık bir zengin çocuğunun, mahalle arasında fakir bir çocuğun elindeki bilyelere göz koymasını andırıyor.

Kararlıyım bugün annemi ziyaret edeceğim ve "Anne biliyor musun, cuma günü Kars'a gidip namaz kılacağım" diyeceğim. Annem bu beklenmedik çıkışımın sebebini sorduğunda da bu olayı anlatacağım. Adım gibi biliyorum annem bu adamların hamurundan değil. O Allah için, inancı için ibadet eder. Ya gülüp geçecek ya da "Allah akıl fikir versin bunlara" diyecek. O iyi bir Müslüman. Her cuma akşamı ölmüş akrabalarının ruhları için Kuran okur. "Kimler için okudun anne, hadi saysana" derim. O da akrabalarının hatta Makedonya'da kalanların bile adlarını bir çırpıda sayar, sonra hafif utangaç bir edayla ekler. "Hatta baban ve ninen için de okudum" der. Annem iyi kalplidir, o bunlar gibi değil.

28 Eylül 2010 Salı

Engels'i Kıçından Anlamak


Anti-Duhring'i ilk kez 22 yaşında okumuştum. Muzaffer İlhan Erdost'un sahibi olduğu Sol Yayınları'nın 1977 baskısıydı ve petrol yeşili bir kapağa sahipti. İtiraf ediyorum, bazı yerlerini hızlı hızlı geçip kimi paragrafları hatta sayfaları atladığım da olmuştu. Fakat ilerki yıllarda fark ettim ki bu kitap öyle okunup kenara atılacak bir broşür değil tam tersine zaman zaman başvurulup "pozitif düşünce nasıl olmalı" sorunsalına cevap taşıyan bir rehberdi. Tabii gündelik hayatın hır gürü içinde her derde deva olamazdı. Örneğin Anti-Duhring okuyup Bakkal Mahmut'un beni kazıklamasını önleyemezdim ama yine de insanın tereddüte düştüğü zamanlarda bazı sorularına cevap bulduğu vazgeçilmez bir kaynak kitaptı.

Referandumla yatıp-kalktığımız geçtiğimiz aylarda da bol bol bu kitap sayesinde fikir jimnastiği yaptım. Ne diyordu Engels baba mealen? "Geçmiş zamanda herhangi bir vakada ahlaklı olanı ya da doğru görüneni ayırt edemeyiz sadece o vakayı doğuran şartları görebiliriz" Güzel. O zaman sadede gelelim. Pek solcu hayırcı kesim, neden hayır oyu vereceklerini izah ederken şu meşhur 3Y (yargı-yürütme-yasama) teslisinin (baba-oğul-kutsal ruh) zarar göreceğini bunun da cumhuriyetin temel ilkelerini dinamitleyeceğini söylüyorlardı. Onlara göre yürütme ile yargı arasında her zaman bir çelişki vardı ve olmalıydı. Çelişkiyi sınıfsal karşıtlıkta değil de Kemalizm'in bitmez-tükenmez eklektik yorumlarında arayanlara göre, yargı her zaman için yürütmeye nazaran daha ahlaklıydı. Ve yürütme her zaman karşı devrimci bir ruha sahipti. Türkiye'nin o kendine özgü dört tarafı düşmanlarla çevrili coğrafyasında iç düşman kimi zaman yürütme kılığına bürünüyordu. Bu görüşe göre Menderes-Özal-AKP dönemleri sıkıca denetlenemediği sürece Türkiye karşı devrim tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bunun için de tehlikenin farkına varıp "hayır" oyu vermeliydik.

Evetçi solcular ise (yetmez ama evet) "şartların gerektirmesi" yüzünden -burada Engels'e atıf pek bariz- Türkiye'nin artık tam bir batı demokrasisine geçmesi gerektiğini ve yeni taslağın yetersiz olduğu halde desteklenmesi gerektiğini söylüyordu. Bir anlamda onlar da hayırcılar gibi "ahlaklı olmak ve doğru tarafta durma"nın erdemini öne sürüyorlardı. Yine onlara göre AKP'nin bu yetmeyen ama evet denmesi gereken tasarısı kaçırılmaz bir fırsattı. Onlara göre tüm günah keçisi yürütmeyi denetleyen yargıydı. Neredeyse üretim güçlerinin gelişmesini engelleyenin de yargı olduğunu söyleyecek kadar ileri gideceklerdi de Tanrı razı olmadı buna. Bu kadar da vulgarize olmadılar.

Yazıyı buraya kadar okuyanlar normalde şunu soracaklardır. Haklı olan kim? Şahsi fikrim bu konumda bir haklının olamayacağıdır. Neticede 12 Eylül'den 30 yıl sonra hala yeni bir anayasa yapılmamışsa "yetmez ama ehven-i şer daha iyidir" türünden bir çıkarıma girişmek tümden saçmalıktır. Hala anlaşılmadı mı? Peki benden günah gitti o zaman. Bir sonraki paragraf teoriye değil de tamamen pratiğe yönelik.

Her mevsim değişikliğinde beni yatağa düşüren bel ve siyatik ağrılarım geçen hafta da bana hayatı zindan etti. Hafta sonu tatilinde birilerinin yapması gereken iki adet iğne mevcuttu. Birkaç sene öncesi olsaydı bir devlet hastanesinin acil servisine gider, saatlerce sıra bekler, hafta sonunu nöbette geçirdiği için sinir küpü halinde ortalığa dehşet saçan sağlık personelinin tafralarına ve çemkirmelerine katlanırdım. Fakat aradan geçen yıllarda kalkınmış ve üretim güçleri gelişmiş Türkiye'de artık her mahallede özel bir poliklinik açılmıştı. Sağlık hizmeti ayağımıza gelmişti. Ben de en yakındakine gittim. İçeri girdiğimde yaşlı bir amca "kan tahlili 55 lira olur mu, soyguncu musunuz" diye söyleniyor, görevlilerden birisi de ona bunun özel bir tahlil olduğunu ve zaten devletin verdiği tarifenin dışına çıkamayacaklarını söylüyordu. Masaya yaklaştım "iğne olmak istiyorum" dedim. Güleryüzlü özel sağlık görevlisi "10 lira verin ve bekleyin" dedi. Bir 15 dakika sonra dudaklarına marmelat sürmüş bir kadın geldi ve beni ancak iki kişinin burun buruna durabileceği, içinde sadece leş gibi bir yarım kanepe mevcut küçük bir odaya aldı. "Para makbuzunu verin, şuraya uzanın ve sıyırın" dedi. Kaldırımı matkapla delen bir belediye işçisi ne kadar özenliyse o da aynı özenle enjeksiyonumu yaptı. Referandum sonrası bir hafta sızlayacak popomla yeni Türkiye'ye adım atmıştım.

Yeni Transfer

Bir süredir sakatlığım nedeniyle takım bulamıyor, herkesten uzak düz koşu yapıyordum. Bu arada birgunsonra'nin yeni kurulan güçlü kadrosu da dikkatimi çekiyordu. Ara Nubaryan arayıp da "abi bir sambacıya ihtiyacımız var, gelsene" deyince hiç düşünmeden transfer teklifini kabul ettim. Kadro iyi, taraftar da başarı istiyor. Eeee neden olmasın ki. Bundan sonra ben de buradayım.