Pek başarılı bir çalışma olmadı ama derdimi anlatmaya yetecektir diye umuyorum. Yukarıdan çekilmiş bu fotoğrafta Heybeliada'yı görüyorsunuz.
Kırmızı hat, adanın yerlisi ya da yabancısı olun fark etmez, elinizi kolunuzu sallayarak denize giremeyeceğiniz yerleri gösteriyor.
Bu kırmızı hatta paralel olan yeşil bölge zaten adanın önü. Denize girmeye hiçbir zaman elverişli olmadı. Bildiğiniz sahil yani. Limanıyla, iskelesiyle...
Beyaz bölgeler ise askeriyeye ait yerler. Buralarda denize girebilmek için asker ya da asker tanıdığınızın olması gerekiyor. 2 beyaz bölgeden büyük olanı yıllardır büyüyor, askeriye olduğu için kimse de bir şey diyemiyor. Tabii insanların sadece denizinden değil ormanından da götürüyorlar. Denize giremediğiniz gibi, örneğin kürek çekerken geçiyor olsanız hemen düdükler çalıyor, "açıl" nidalarıyla. Aynı şekilde ormanda da.
Mavi bölgeler ise adanın plajları ya da yeni adıyla biic kılapları. Buralara giriş bedeli 10 ile 50 TL. arası değişiyor. Adalıya sağ olsunlar indirim yapıyorlar da 30 TL. olan bir yere 25'e girebiliyorsunuz, Allah razı olsun gerçekten. Heybeliada Su Sporları Kulübü, üyelik isteyen bir yer olduğu için parasıyla da giremiyorsunuz. Yanınızda mutlaka bir üye olacak. Ki her zaman üye tanıdık da işe yaramıyor. Örneğin geçen hafta, iki haşemalı kadın, üyelerin şikâyetiyle kulüpten çıkarıldı. Haşemayla denize girenlerden nefret ediyorum ama yine de yapılan hoş değil. Evet, ben kapalıların özel plajında tanga mayomla denize girsem orada taşlarlar hatta denizin ortasında yakarlar beni ama o ayrı konu. En azından şimdi konumuz bu değil.
Sarı bant, adalı ve MHP'li iki kardeşin Orman Bakanlığı'ndan peşkeşledikleri ormanlık alan. Bu alanın sahilinde bırakın denize girmeyi, ormanından yürüyüp eve gitmek de paralı. Adalıyım deyip, biraz ses çıkarırsanız, en azından yürüyüş yolu olarak kullanabiliyorsunuz. Dışarıdan misafirleriniz gelirse, konuyu bilmedikleri için "yaa 3 liranın lafı mı olur verelim" diyorlar. "Hayır vermeyeceğiz" diyoruz, mevzu uzuyor. Tatsızlık çıkıyor, günümüz bok oluyor. Para verilmiyor ama muhhabbetin de içine sıçılıyor.
Mavi yerlerden devam edelim. Bu mavilerden bazıları yeni peydahlandı. Geçen sene plaj bile değildi. Kalan son boş yerlerdendi. Girişimci(!) birileri iki şezlong attı, plaj oldu. Bazı mavi yerlerse sapları(!) almıyor. Tabii saptan kasıt erkek erkeğe. Ya da "Kürt Kürt'e" demek daha doğru. 6 tane güzel görünüşlü (kime ve neye göre) erkek yeri geldiğinde bu yerlere girebilirken, normlara uymayan, konuşmasıyla, tipiyle oraya layık görülmeyen birkaç erkek arkadaş yine "parasıyla değil mi" dese de "değil kardeşim" diyerek geri çevrilebiliyor.
Kırmızı hatta sahip bazı yerler de coğrafi koşulları bakımından denize girmeye bin yıllardır uygun değil. Geriye iki yer kalıyor. Bu iki yerin adları, Alman koyu ve Fransız Koyu. Adların hikâyesini sonraya bırakalım. Alman Koyu da aslında kısmen paralı. Ama en rahat girilebilecek yer de burası. Yine iki şezlong atan hatta masa koyan girişimciler(!) var ama şimdilik şezlongsuz ve masasız tercihleri mevcut. Yani evinizden çıkıp, havlunuzu omzuna atıp, denizinize girip, iki güneşlenip gelebileceğiniz bir yer. Şezlongları kullanmamak şartıyla tabii. Fransız Koyu ise şu an için boş. Önceki senelerde kapalı kadınların doğal plajı olma yolundaydı. 30 tane türbanlı gelip buradan denize giriyordu toplu olarak. Pek tercih edilen bir yer olmadığı için bikinili kadınlar ya da erkeklerle herhangi bir karşılaşma durumu olmadı ama olmayacağı, bir tatsızlık çıkmayacağı anlamına gelmiyor.
Bu yerleri babalarının çiftliği gibi kapatanlara tabii kızıyorum ama onlara ses etmeyen ya da izin veren devletedir asıl kızgınlığım. Bir de "kardeşim biz para verip giriyoruz denize yıllardır, siz de vereceksiniz tabii" diyenler çıkabilir. Zaten başımıza ne geldiyse "ulan kimin ormanından, denizinden para alıyorsunuz" demeyip, "oooo süper yaa, armut minder de koymuşlar, hem kıroları da almıyorlar, artık hep buraya gelelim" diyenler yüzünden geldi, neyse.
Kıymetli Ara bey, maaalesef şimdi ülkemizde pek çok yer Heybeliada'dan farksız durumda. İzninizle geçtiğimiz hafta sonu Çeşme izlenimlerimi de yorum olarak yazınızın altına eklemek istiyorum.
YanıtlaSilGeçtiğimiz hafta sonuna doğru ailecek evde kös kös otururken ve bizim kayınço arayıp da "bir yerlere gidelim mi lan" dediğinde sandım ki bir planı var. Fakat cumartesi sabahı bizi almak için geldiğinde bilgisayarı açıp tatil sitelerine göz gezdirdiğinde yanıldığımı anladım. Hele bilmem kaç senedir güncellenmemiş telefon numaralarını arayıp "oda fiyatı kaç paradır sizde" sorusuna "yanlış numara kardeşim" cevabını aldığında anladım ki işimiz var. "Yol yolculukta düzülür" mü ne karın ağrısı bir laf var ya, aynen öyle. "Yolda karar veririz artık" deyip atladık arabaya. Yenge hanımın telefonda "durun plan yapmalıyız, plansız tatil olur mu" lafına kulak asmayıp İsmail Türüt'ün "plan yapmayın plan" özdeyişini şiar edinerek yola koyulduk. "Çeşme'ye gidelim yıllardır gitmedim" şeklindeki önerim kabul görünce rotamızı oraya çevirdik. Ver elini Çeşme, nasıl olsa otoban var, taş çatlasa 1 saat.
Yoldaki telefon konuşmaları ve bir tanıdığın referans vermesiyle Dalyan tarafında bir 5 yıldızlıya yöneldik. İndirim de yapacaklarmış, çocuklara para almayacaklarmış. Zaten hatunlar "bir gün de olsa tatilde bulaşık ve ev işi istemezük" deyyu deyyu isyan ettiklerinden paraya kıyacaktık. Biz de kıydık. Gerçi oteli gördüğümde "ulan acaba vazgeçip bir pansiyon mu arasak" türünden bir an pişmanlık duysam da "atın ölümü arpadan olsun" şiarıyla odaları tuttuk. Sabah kahvaltısı, akşam yemeği beleş, oda gayet lüküs. Bir gecelik beyzadelik. Hadi bakalım.
Gün güzel geçti sayılır. Havuz, deniz, çimme, yüzme derken bir ara gözüm ufuktaki Sisam'a kaydı. "Eskiden de bu kadar yakın mıydı bu yahu, osursan kokusu duyulur, neredeyse burnumuzun dibinde." Hele gece olup da adanın ışıkları yandığında iyice yakına gelmiş gibi oldu. Foça ile Karaburun arasından daha yakın sanki. Bir şeyler burnumun direğini sızlatır gibi oldu, "hadi kasabaya gidelim" dedim bizimkilere, "canım sakız reçeli çekti." Tabii anlamadılar ne söylemek istediğimi. "Yani ilçeye gidelim merkeze" dedim. Arabaya doluştuk Dalyan'dan çıktık. Her yer bina ve otomobil dolmuş. Güç bela Ilıca yolunu bulduk ve Yıldız Burnundan Ilıca'ya vasıl olduk. Çocukluğumda kaldığımız Sahil Karabina otelinin Rum usulü balkonları uzaktan görününce hafiften gözlerim yaşarır gibi oldu. O ve eski Rasim Palas'ın kalıntıları hala zamana direniyor. Sağa saptık eski yuvarlak mescidin yerine yeni bir cami yapmışlar hiç güzel değil. Sıkışık trafik İzmir'i aratmıyor. Ne lan bu? Eskiye dair hiç bir şey kalmamış. Arabanın camından başımı uzatıp asfaltı dikkatle inceliyorum. Eskiden karanlık basınca her yerde cirit atan ve çevredeki sıcak su kaynaklarının etkisiyle devleşen hamam böcekleri bile ortalıkta görünmüyor. Onlar da yok olmuş. Sinirleniyorum, "bas gaza kasabaya gidelim" diyorum kayınçoya. Fakat yol tek yön, ana yola çıkacak yeri kaçırıp bir tur atıyoruz. Eskiden Ilıca çıkışında bulunan Yahudi oteli dediğimiz Hotel Erciş'in yerinde yeller esiyor. Türkçe'den çok Ladino konuşulan bu mekan da artık yok. Sapağı buluyoruz ve ilçe merkezine doğru yola çıkıyoruz.
İpini koparan kasabanın ana caddesinde. Kemeraltında dolaşmaktan farkı yok. Eee tabii Cumartesi akşamı. Biz de kalabalığa katılıp sahile doğru yürümeye başlıyor arada dükkan vitrinlerini inceliyoruz. Bir pastane önünde uzun bir kuyruk var, sakızlı dondurma satıyor. Diğer bir dükkanda sakız reçelleri var. Gerisi bildiğin kuyumcu, telefoncu, ucuz kitap satıcıları, hediyelik eşya satıcıları vesaire. Canımız çay çekiyor. Sahilde oturduğumuz çay bahçesinin garsonları sipariş ettiğimiz çayları getirmeyince çarşı yoluna avdet ediyor ve sokak aralarında bir kahve arıyoruz. Sonunda eski usül bir kahve bulup çörekleniyoruz bir masaya. Kahvecinin kulağında sümbüle benzeyen bir çiçek var. Yıllar önce Sakız Pazarını işleten Vasil efendi gibi. Çeşme tarafında eski bir gelenek herhalde. Ismarladığımız çaylar gelince höpürdeterek birkaç tane içiyoruz. Sonra otele geri dönüyoruz.
Sabah kahvaltıyı bitirip öğleye doğru odayı terk ettikten ve kol gibi hesabı ödedikten sonra Ilıca'nın meşhur plajını görmeye gidiyoruz. Bir bakalım yıllardan sonra o da ne hale gelmiş. Hatırlıyorum eskiden her yaz 15 günlüğüne Ilıca'daki Karabina otelinde kalırdık. Öğlenden önce ve öğlenden sonra ise iki kez plaja gidilirdi ve bu gelenekti. Öğlen yemeğinden sonra ikindiye kadar şekerleme yapmak ise en büyük gelenekti. Galiba biz bu öğle uykusunu Rumlardan öğrenmiştik. Yazın İzmir ve çevresindeki dayanılmaz sıcak iklim yüzünden öğleden sonralarını en az bir saatlik siesta ile değerlendirmekten başka yapacak bir iş yoktu. Kaldığımız otelin koridorunda da "öğleden sonra 14 ve 16 arası dinlenme saatidir lütfen gürültü yapmayınız" yazardı. Hey gidi eski günler. Şimdi ne gelenek kaldı ne de başka bir şey. Günün ilerleyen saatlerinde öğrenecektim. Yap bir 5 yıldızlı otel, ver yüksek volümlü müziği.
YanıtlaSilIlıcıa'nın dünyaca meşhur plajı iğne atsan yere düşmeyecek şekilde doluydu. İki şezlong ve bir hasır şemsiyeye 20 TL bayıldıktan sonra denize girmek üzere hazırlıklara başladım. Ilıca'nın meşhur kumu ve güzel denizi beni bekliyordu. Gerçi kalabalık yüzünden su bulanık bir hal almış durumdaydı ama olsun ilerlere gidip yüzersem sorun olmazdı. Ayrıca hava rüzgarlıydı ve sığ su yüzünden açıklarda bile kırılan dalgalara balıklama atlama keyfinden hiç bir şey beni mahrum bırakamazdı. Daldım suya. Bir süre sonra plajda kös kös oturan bizim tayfa da denizi ziyaret ettiler. Suya nöbetleşe giriyorduk. Malum kalabalık yüzünden herhangi bir hırsızlık olayına karşı tedbirli olmak lazım. Biz de öyle yaptık. Denizden çıktıktan sonra çevrenin birkaç poz fotoğrafını çektim. Uzaklardaki Ilıca köyünün profili aradan geçen yıllar içinde epey değişmişti. Ama Rasimpalas ve Karabina otelinin siluetleri hala görkemli bir şekilde manzaraya damgasını vuruyordu. Tıpkı 1930'lu yıllardaki gibi. Dedem daha 1930'larda bile ninem ve iki oğlunu alıp Ilıca plajında denize girerdi. Tabii o zamanlarda böyle kalabalık ne gezer. Zaten yerli Türkmenlerin denizle arası pek yok. Mübadele sonrası giden Rumları da hesaba katarsak denize girmek ancak bizim dede gibi İzmirli burjuvalara kalmış durumdaydı. Zevkli ve yaşamasını bilen adammış. Belki de ailemizin tek enerjik elemanıydı. O yıllarda plajda çektirdikleri resimlere baktığımda amcamın ve ninemin melankolik bakışlarına karşın dedem her zaman güleryüzlü ve hayat dolu. Ve o fotoğraflarda plaj filmlerdeki kum çölleri gibi uçsuz bucaksız bir şekilde uzanıyor.
Denizden çıktıktan sonra hanım bir ara sahilde oynayan kızımıza ve yeğenine işaret ediyor. "Şuraya bak kıyıdan geçen herkes onlara bir göz atıyor." Şöyle bir dikkat kesildim, evet söylediğinde doğruluk payı vardı ama bu bakışlar biraz da bizim saman sarısı saçlı yenge sayesinde olabilirdi. Aldırmamaya çalıştım ama bir süre sonra ben de kıl kapmaya başladım. Ulan sahilde kumdan kale yapan iki küçük çocukla genç bir kadın sonuçta. Bu kadar uzun uzun süzmenin alemi ne. Gerçi bu kıl kapma sendromu biraz da burjuvalık ve 5 yıldızlı bir tesisten halkın içine inmenin verdiği elitizmin sonucu da olabilirdi ama dur bakalım. Bir müddet sonra birkaç kavruk gencin bizimkilerin yaptığı kumdan kaleyi sözde kazayla çiğneyip geçmelerinden sonra duruma müdahele etmeyi uygun buldum. Ayağa kalkıp gençlere keskin bir bakış fırlattım. Tabii pek etkili olmadı. İmdadıma kayınbirader yetişti. "Birader ne var oradan geçecek çocukların yaptığını bozdun" deyince gençlerden biri "pardon" dedi. Hmmm. Yerime oturduğumda yandaki aile babasının oğluyla beraber yaptığı kumdan peri bacaları dikkatimi çekti. Kayınçoya işaret edip "bak o da sizin gibi Türkmen galiba" dedim. "Hastir lan" cevabını aldıktan sonra bir sigara yaktım. Etrafı seyrederken elinde broşürler olan iki genç yanımıza geldi. Kendilerini tanıttılar. Bilmemne resort otelden geliyorlarmış. Yerleri Ildırı tarafındaymış. Yeni bir devre mülk promosyonu için tanıtımda bulunuyorlarmış. Bizim gibi seçkin insanları bu tanıtımda görmek isterlermiş de, estek köstek. Peh peh. Epey bir müddet pazarlamacı edasıyla konuştular. Kayınço ile bir ara "Enişte kayın birbirinden hayın" hinliğiyle aklımıza yatar gibi oldu. Zengin ikram da varmış ve beleşmiş. Gençler isimlerimizi not aldıktan sonra bizimkilere seslenip "hadi gidiyoruz" dedik. Yenge hanımın "biz geldik şimdi ama gidiyor hemen, ne oluyor anlamadı ben" şeklindeki itirazlarına "vatandaş Türkçe konuş" diye höykürüp itirazlarına kulak asmadık.
YanıtlaSilYolda deli gibi araba kullanan kayınçonun yanında elimle sıkı sıkı tavandaki kayışa tutunurken uzun uzun düşündüm. Bizim dede ve ninenin zamanından eser kalmamıştı. Her yer yazlık ev dolmuş, yollar araba kaynıyor ve ağaçlık alanlar çöplüğe dönüşmüştü. Palikarya ile birlikte Midilli'de okuyan ve sonra İzmir'e yerleşen bizim dede iyi ki bunları görmemiş. 1950'lerde bir ara bu ince kum ve deniz cennetini bırakıp hem de yaz ortasında dağ havası almak için Kumkapı'dan Annik ve Seta hanımların aklına uyup Uludağ'a tatile gitmekle galiba tedbil-i mekan eylemişlerdi. Ben küçükken bana takvim yaprağındaki Ağrı dağının resmini gösterip "bak buna Masis derler" diyen ninemin bunda epey rolü vardı kuşkusuz. Annem ise zaman zaman söylenirdi. "50 yıl Çeşme'ye otele gitmişler bir götlük arsa kapatmamışlar." Bizim ataların toprakta gözü yokmuş galiba. Hem arsadan bana ne. Böyle bir hengamenin ortasında evi, arsayı ne yapayım ben.
Ildırı'ya vasıl olup Resort oteli bulduktan sonra havuz başındaki tanıtımı beklemeye başladık. Çocuklar cerahat kıvamındaki havuz suyunda yüzerken etrafta boş şemsiye aradım. Bulamayınca da sinirlenip ortamı terk ettim. "Ulan bu saatler siesta saatidir lavuklar" mealinde söylenerek aşağı sahildeki kahveye indim. Bir yarım saat sonra bizimkiler de göründü. Tanıtım fos çıkmış, movadoymuş. Oh olsun.