9 Kasım 2010 Salı

Ezel ve Ötesi


Birkaç zamandır Ezel dizisi epey acıklı oldu. Hikayeyi bilmeyenler ve diziyi seyretmeyenler için kısaca özetleyeyim: Ailenin büyük oğlu arkadaşlarının attığı bir kazık sonucu hapse düşer. Sonra bu hapisteyken meşhur "hayata dönüş" operasyonu gerçekleşir (bkz: 2000 yılı) Çıkan bir yangında vücudu ve yüzü kısmen yanar. İçerideyken onu koruyup kollayan bir mafya babası adamımızın kimliğini tamamen yanmış başka bir mahkumun cesedinden aldığı kimlikle değiştirir. Öbür mahkumun kimliği mucibince tahliye olur, dışarıda estetik ameliyat yaparlar, yüzünü değiştirirler, para verirler, yol yordam öğretirler, vesaire vesaire. Sonra dizinin kahramanı eski arkadaşlarından intikam almak için planlar kurar.

Klasik bir intikam hikayesi değil mi? Fakat hepsi bu değil elbette. Türkiye televizyonlarının gördüğü sayılı başarılı dizilerden olur. Hikaye örgüsü, senaryo akış tekniği, flash forwardlar, flash backler ve tabii ki görüntü yönetmeninin son derece kaliteli işler çıkartması onu diğer dizilerden üste çıkarır.

Dizide beni en etkileyen sahne Ezel'in eski arkadaşlarının arasına sızıp ailesini ziyarete gittiği sahne olmuştu. Babası ve kardeşi yeni yüzüyle onu tanımamıştı ama kör annesi önseziyle onun oğlu olduğunu anlamıştı. Tabii "kokusundan da tanıyabilir" diyenler var. Neyse uzatmayayım yönetmen ve senaristlerin ustaca verdiği diğer sekanslar da Ezel'in zaman zaman uzaktan (bahçeden) zaman zaman da evin penceresinden ailesini izlediği sahneler. Ezel intikamı sebebiyle baba ve erkek kardeşine sırrını açamıyor ve tekrar aileye dahil olamıyor ancak onları uzaktan seyrediyor. Ezel'in kaybından dolayı ailede olan hüzün havasını Ezel evinin penceresinden seyrediyor. "Ne var bunda canım, kalbur üstü bir Türkiye televizyon dizisinde geçen sahneler, neden anlatıyorsun" denilebilir. Bir kenarda dursun o zaman.

Bir de buna benzer Tarkowski'nin Solaris'indeki final sahnesi var. Günlük, güneşlik bir havada kırlarda yürüyen esas kahraman baba evine ulaşır. Evin penceresinden içeriyi gözetler. Dışarıda hava açıktır ama yaşlı anne ve babasının yaşadığı evin içinde yağmur yağmaktadır. Basbayağı yağmur işte. Hatta yanlış hatırlamıyorsam anne kocasına kahve ikram ederken bile şarıl şarıl yağmur vardır ve ikisi de sırılsıklam ıslanmıştır. Ancak tüm bu olup biteni normal karşılamaktadırlar. "Ne alaka şimdi Ezel dizisinden Tarkowski'ye nasıl vardın" denebilir. O da bir kenarda dursun o zaman.

Solaris filmindeki gezegende bulunan okyanus, gezegeni ziyaret edenlerin bilinç altındakileri cisimleştirip onların karşısına çıkarıyordu. Baş kahramanın bir kaç yıl önce ölmüş karısı da cisimleşip geri gelmişti. Sadece baş kahraman değil filmdeki diğer elemanların da geçmişlerinde yaşadıkları cisimleşip geri geliyordu. Bir tanesine otopsi yapıp incelemişlerdi, klasik canlılardaki atomlarda merkezde pozitif kutup varken bilinçaltından türetilmiş canlılarda negatif kutup vardı. İlk defa çocukken seyretmiştim de Allah'ımı şaşırmıştım, bu nasıl bir hayal gücüdür diye. Bu da bir kenarda dursun. Gerçekteki pozitif kutuplar, bilinçaltındaki negatif kutuplar.

Tekrar başa döneyim. Ezel'deki bu aile trajedisi, ailenin büyük oğlunu kaybetmesi, sonra büyük oğlanın başka bir insan olarak geri dönmesi, ikinci sezonda bu değişmiş gelen oğullarının inanılmaz öyküsünü dinleyip onu tekrar kabullenmeleri ve bu kez de küçük oğullarını kaybetmeleri.

Çok uzattım, Ezel mezel, Tarkowski markowski derken yazıyı bağlayamayacağım. Dümdüz gideyim bari.

Babaannem 1901 doğumluymuş. Dedemle evlendikten sonra 1921'de amcam doğuyor. Ardından da 1925'de babam. 1954 yılında amcam görünürde bir sebep olmadan hayata genç yaşında veda ediyor. Ailenin ve babamın neler çektiğini yazmama gerek yok. Babam 1961 yılında evleniyor annemle, 1964'de ben doğuyorum. Bu genç yaşta ölmüş amcanın hatıraları her yerde karşıma çıkıyor. Hatta bana onun ismini veriyorlar. Ninem 1982'de ölüyor, babam 1996'da.

Sanıyorum ninemin ölümünden bir yıl önceydi. Üniversiteye yeni başlamışım, aklım bir karış havada. Bir öğle vakti ninem dalgın dalgın etrafa bakıp ara sıra kucağındaki gazeteye göz gezdirirken bana döndü. "Biliyor musun" dedi, "benim bir oğlum daha vardı, ama o çok küçükken öldü, daha bebekti" Bu bahsi ilk kez duyuyordum. Ne yani yaşasaydı bir amcam daha mı olacaktı? "Peki neden öldü nine" dedim. "Arap çöllerinde kaybettim onu" dedi ninem. Anlamıştım, her zaman ki gibi yaşlılık yüzünden gerçekle hayali birbirine karıştırıyordu. Yapıyordu böyle ara sıra, bilinci gider gibi oluyordu. Bir keresinde Arapların insanların altın yutup yutmadıklarını öğrenmek için ölülerin karınlarını yardığını anlatmıştı. Herhalde bir romanda falan okumuştu. Yoksa ninemin ne işi vardı Arabistan'da, o Bulgaristan göçmeniydi. Öyle söylenmişti bize.

Hani Ezel dedik, insanların değişmesi, yabancılaşması dedik, Solaris filmindeki gezegenin ziyaretçilerin bilinçaltına nüfuz edip onların hatıralarını cisimlendirmesi dedik. Yok yok bu yazı bitmeyecek, bir sonuca ulaşamayacak...

4 yorum:

  1. Bu haftaki Radikal 2'de Orhan Tekelioğlu da Ezel üzerinden bir şeyler karaladı, sanırım bu ikinci oluyor. İlginizi çekerse...

    YanıtlaSil
  2. selam,
    Reyhan

    abicim yapma gözünü seviyimmm..oldu mu şimdi? bir heyacan nefes almadan okuyorum..bi bakıyorum son yok! bağlanmalıydı bence:)
    ilgiyle takip ediyorum..
    şen kalın.

    YanıtlaSil
  3. üstadım, merakla bekliyoruz devamını :)

    YanıtlaSil
  4. Solaris'in finalini yanlış hatırlıyormuşum meğerse. Orada anne figürü yoktu, sadece baba vardı. Bugün youtube'da baktım öyleymiş. Yazının devamı yok. Hatta devamı olmadığı için anlamlı oluyor.

    YanıtlaSil