29 Ocak 2011 Cumartesi

Ey İran, Bayrak şiiri veya Bangladeşim...

Bugün iki yılda bir düzenlenen Edinburgh Iran Festivali'nin ilk günüydü. İran'ın bizimki kadar çalkantılı ve politik gündeminden dolayı "bu politik bir organizasyon değildir" diye broşürlerde sunumunun yapılması bile bir "güler misin ağlar mısın" durumuna delalet. Her ne düşüncede olursa olsun, sırf bu yüzden ülkesinden ayrı yaşamak o kültürden bihaber kavruk tenli çocuklar yetiştirmek aileleri için ayrı bir üzüntü olsa gerek.

Festivalin açılışı bir feminist ve sosyoloji profesörü Haleh Afshar (Hale Afşar)'ın açılış konuşmasıyla başladı. Batıda İranlıların zaman içinde nasıl göründüğüyle alakalı eleştirel bir konuşmaydı diyebilirim. 1980'ler ve öncesinde Batı dünyasının gittikçe daha çok üyesiyle beraber yaşadıkları Hindistan ve Çin'e gösterdiği ilgiye yakın bir ilgiyi üzerinde hissediyordu İranlılar. Afshar bunun Avrupa'daki yankılarından bahsetti. Firoozeh Dumas'nın Funny in Farsi kitabını okuduğumda bunun tıpatıp aynısı olan Amerika versiyonuna tanık oldum. Devrimden önce, "I am from Iran" dediğinde "Oh, how nice it is. You have carpets and cats..." türünden abuk subuk ama sürdürülebilir bir muhabbetten, sonrasında aynı menşei tekrarladığında bir suskunluk ve dinleyenin aklından geçen şeylerin yüze yansıması söz konusuydu. Bu ifade devrim zamanında "American hostage killers", 11 Eylül sonrasında "OK, you are a terrorist" şeklinde özetlenebilir. Afshar dine ve tanrıya inanmayan, İngiltere doğumlu ve İngilizce'den başka da bir dil bilmeyen, fakat esmer delikanlısı oğlunun bile bu baskılardan dolayı inanmadığı halde Müslüman kimliğine sarıldığından bahsetti. Özetle bir saatlik konuşmasını şöyle bitirdi: "The life for the new Iranian-British generation is even more difficult now."

Bu güzel konuşmadan sonra, açılışın son parçası "Ey İran" parçasına geçildi. Parça piyanoyla çalındı ve katılımcılar tarafından hep bir ağızdan söylendi. Kısa bir dönem İran milli marşı olan bu eserin sözlerine ve müziğine dikkatinizi çekerim: http://en.wikipedia.org/wiki/Ey_Iran. Bugün ülkenin bir kısmı Şah'a tutunmuş diaspora olarak gittikçe "beyaz"laşırken, diğerleri Ahmedinejad'la cûştan cuşa gelip dünyaya meydan okuyor. Eşitlikçilerin, demokratların, solcuların, Ali Şeriaticilerin esamesini bile anan yok.

Neyse efendim, Ey İran'ı, Arif Nihat Asya'nın millî eğitim sistemimiz sayesinde meşhur ettiği Bayrak şiiri (hatırlatırım: burada şair bayrağa sesleniyor), "Türkiyem" veya "Havasına suyuna" ve son olarak da bir Umut Sarıkaya şaheseri olan "Bangladeşim" ile karşılaştırın derim.

Hepisine allah akıl fikir versin.

28 Ocak 2011 Cuma

Il Quarto Stato - Giuseppe Pellizza da Volpedo - 1901


Çiftçi Weston borçlanmıştır ve alacaklılar kapıdadır. Arazilerinin satışı gerekmektedir. Baba Weston oğlu Wesley’e bir kedi ve kartal öyküsü anlatır.

Kartal, kesilen hayvanların kalan parçalarını almak üzere sundurmanın damına konup konup havalanır. Bu esnada azman bir kedi de pay almak üzere dama çıkar ve koklamaya başlar. Sonra kartal bir dalış daha yapar ve kediyi pençeleri arasına aldığı gibi çığlık çığlığa gökyüzüne uçar. Kartalın pençesi kedinin gırtlağında, kedinin pençeleri kartalın bağrındadır. Gökyüzünün ortasında deliler gibi dövüşürler. Kedi kartalın bağrını deşer. Kartal kedinin gırtlağını bırakıp onu atmaya uğraşsa da artık kedi bırakmaz. Çünkü bırakırsa düşerek öleceğini bilir. Ve çırpınarak gökten inip yere çakılırlar. İkisi birden, ikisi tek canmış gibi.

Sam Shepard - Curse of the Starving Class

19 Ocak 2011 Çarşamba


1982-83 sezonu, Taksimspor

Հրանդ Տինք


17 Ocak 2011 Pazartesi

Özgüven Tecavüzü

Cehaletle şişirilmiş özgüven, münasebetsiz bir yırtıklığı da kaçınılmaz kılar elbet. Ama ne gam. Özgüveninizle tecavüz ettiğiniz, hipnotize ettiğiniz, en derin, en ince yerinden vurduğunuz tüketiciniz, sergilediğiniz kendinden emin, sarsılmaz tavır karşısında her şeyinizi yalayıp yutacaktır.

Popüler kültürün aynasında özgüven ile yan yana durup kendimize baksak neler görürüz. Bu toplumun çocuklarının önemli sorunlarından birinin özgüven olduğunu biliyoruz, değil mi? Öyleyse bu derdimizin popüler gösteri dünyasındaki yansımalarını tartmak bir şeyler gösterebilir.

İçtenlik, açık sözlülük gibi özgüven de performans alanının canı olan yanılsama makinesinin önemli dişlilerinden. Ama özgüven, içtenlik-açık sözlülükten farklı olarak her şeyin başlangıcı olan, artık dile bile getirilmeyendir. Bu alanda varoluş mücadelesi verenlerin samimiyet puanı ikide bir dile getirilirken, sadece kendilerini ortaya atmış olmaları bile artık özgüvenlerini tartmayı gereksiz kılıyor.

Özgüven, bir star adayında elbette olmazsa olmaz bir özellik. kendinde olanı kimileyin binle çarparak taşımak gerek. Kendinin güzel, zeki, yetenekli olduğuna inanmazsan, kitleleri inandırmanın imkanı yoktur. Starlık doğası icabı sıkı bir özgüven gerektirirse de bizim kültürümüzde bir star adayının denetimsiz özgüveni tüketici kitlesinde çok daha hipnotik bir alan yaratır. Nedense, zengini de yoksulu da; okumuşu da okumamışı da, kadını da erkeği de; özgüven konusunda yaralı bir millet olduğumuzu söylesek başımız ağrımaz. Sivrilmek, ortaya çıkmak, görünür olmak, farklı olmak, bu topraklarda köklü birer küfürdür. Bu küfrün altında ezilenler, çoğunluktur. Dolayısıyla, sivrilmek için mücadele etmeyi, farklılığı uğruna savaşmayı, kendi olmakta ayak diremeyi için için yakışıksız bulup aşağılayan bir halklar bütünü olarak özgüvenin nasıl hipnotik bir gücü olduğunu tartabiliriz. Köyünde Memedali beye benzeyenleri 'yavşak', 'zevzek', 'zenne gılıklı' diye kovalarken televizyonda onun programlarına kilitlenenleri anlamak, kendimizi anlama yolunda bir adım elbet. Bütün yakınlarını farklı olmasınlar, ortalara dökülmesinler diye baskı altında yaşatan, kendisi de onların aynı yollu baskılarıyla yoğrulmuş insanlar, temaşa yoluna düşmüşleri ancak iktidarlarıyla bağışlar. Bağışlamakla da kalmaz, bağrına basar. En önemlisi, orada sivrilen farklılık da tehditkâr, cemaati sarsacak bir öneri değil, farklılık simülasyonudur. Bütün pazarlıklara ve uzlaşmalara açık bir çıkıntılık hali. Orada, o cilalı zirvede, kendi olamadıklarının bir başkası tarafından başarılmışlığını izlerken tüketicinin ruhunda aşk - nefret fırtınaları esmesinden söz etmeyeceğim. Daha ötesine bakalım isterim. Tüketicisi, starının karşısında ezilmediği takdirde onun pırıltısını algılayamaz. Bir dizide en ufak role çıkmanın insanların hayatındaki bütün dengeleri rahatlıkla altüst edebildiğini unutmayalım.

Tüketicinin en büyük hayranlığı, o 'içinden geldiği gibi' konuşabilen insanadır. Söz konusu yırtmışın ne gibi bir sanatla iştigal ettiğini bile umursamaz çoğunluk...

Mark Twain'in veciz sözü, gerçekten de abartılı değildir: "bu hayatta cehalet ve özgüvene sahipseniz yeter; başarı kesindir."

Cehaletle şişirilmiş özgüven, münasebetsiz bir yırtıklığı da kaçınılmaz kılar elbet. Ama ne gam. Özgüveninizle tecavüz ettiğiniz, hipnotize ettiğiniz, en derin, en ince yerinden vurduğunuz tüketiciniz, sergilediğiniz kendinden emin, sarsılmaz tavır karşısında her şeyinizi yalayıp yutacaktır...
...
(Yıldırım Türker, 24.4.2005; Radikal İki)

6 Ocak 2011 Perşembe

Zeytinyağlı Yiyemem Aman


Bursa yöresine ait bu türkü 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan'dan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir (THM Repertuar numarası 1133).

Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır (wikipedia). ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir. ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracaatını keşfetmiştir. Marshal yardımının koşullarından biri Türkiye'nin ABD’den mısırözü yağı almasıdır (Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966). Buna koşut olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde yüzbinlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından Dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır.

Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına ve margarine alıştırılır. Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmaz. Halbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir. En başta belirtilen türkü de aynı dönemin ideolojik manipülasyonuna uygun olarak sipariş ile ürettirilir.

Prof. Dr. Kenan Demirkol

5 Ocak 2011 Çarşamba

Vaat dolu bir uğraş: Lucid Dreaming

Böyle uzun aralar verince blog işine, 'e hadi bugün yazayım' denildiği noktada efsane bir kitlenme yaşanıyor.. Amip gibi bakınıyorsun etrafına.. Omega-3'ün Omega-6'yla yarenliğe doyduğu cevizleri süzüyorsun.. Soyutçuluk yapmıyorum, hakkaten ceviz var masamdaki tabakta ve hakkaten çok faydalı bir gıda ve evet, bazen uzun uzun bakıyorum ona.. Sonra yiyorum ki aşka gelsin beynim. Nöron cümbüşü olsun.. Faydalı besinlere karşı zaafım var. İnanıyorum ki aktarlar kutsal mekanlar. Keten tohumu evrenin tohumu. Ihlamur iffetli bir bakire.

Hiç sağdan soldan dolaşmayacağım, doğrudan akışı veriyorum -  Konum: lucid dreaming. İnsanların bildiklerini sandıkları ama aslında ürpertici biçimde yapayanlış bildikleri bir mevzu. “Abi uzunca emdim.. meme uçlarına üfledim.. göbek deliğine burnumu sürttüm.. benim gibisini hiç tatmamış, öyle ki tam lezbiyen olmak üzereymiş ki erkek potansiyelinin ne olduğunu benimle ilk kez tam olarak anlamış ve tekrar erkekçi olabildiği için şükrediyormuş.. tatminist dedi bana.. gurur duydum.. gördüğüm en sağlam lucid dream’di hacı.. ıslanarak uyandım..” YANLIŞ 1.
“Rüyamda galon galon vişne şerbeti içtim, üst üste tuvalete çıktım durdum, sıvı yüklü bir rüyaydı.. aşkolsun lucid dream..” YANLIŞ 2.
“Bir yerde okudum, lucid dreaming diye bir şey varmış, rüyanda istediğin her şeyi yapabiliyormuşsun, kah seth macfarlene’le canlı para yarışmasına katılıyorsun, kah satürn’de brokoli haşlıyorsun.. david cronenberg’in ilham kaynağı bile olabilirsin.. aklına gelebilecek her şey!” YANLIŞ 3.

                

Bunlar değil bre dostlar.. Lucid dreaming, rüyadayken rüyada olduğunun bilincine varmaktır. (Bir üst aşaması rüyaları kontrol etmek, ama bu baya advanced bir şey.. Farklı teknikleri azimle öğrenmek ve uygulamaya sokmak gerek..) Bu mevzu üzerine çılgınlar gibi araştırmalar, deneyler yapılmış, tadından yenmeyecek teknikler bulunmuştur.. Lucid dreaming’in isim babası Alman psikiyatrist ve yazar Frederic van Eeden.. Bilimsel düzlemde araştırmaları ilk başlatan ise 1980 yılında Stanford University’de psychophysiology Ph.D’si edinmiş olan Stephen LaBerge.. Aynı üniversitede matematik lisans derecesi sahibi bu şahıs, sonrasında psychophysiology alanına süzülüyor ve lucid dreaming üzerine gerçekleştirdiği bilimsel çalışmalarla tanındıkça tanınıyor.. Kendisi 1987’de The Lucidity Institute’ü kuruyor. Bu enstitü lucid dreaming üzerine araştırmaları teşvik etmekte, ve sıradan vatandaşa lucid dream nasıl görülür konusunda seminerler/kurslar vermekte.. Beyimizin geliştirdiği en önemli teknik MILD tekniği  - 
mnemonic induction of lucid dreams. Bu teknik, lucid dreaming evresine ‘bilinçli/niyetli’ geçişin sağlanması amaçlı, kendisi ve iş arkadaşları üzerinden yaptığı deneylerle bulunmuş bir teknik..


Tekniğin içeriğiyle ilgili ayrıntılı bilgiler ve step-by-step uygulamalar “Lucid dream sana yöneldim” ya da “Rahmetinden sual sormam lucidity” başlıklı aramalarda pekala bulunamaz;  ama belki www.rabbimeruyamdarastladim.org gibi bir site çıkabilir karşınıza, içeriği inandırıcı gelmezse wiki’de laberge sayfasının referanslar kısmından faydalanın. yeterli bilgilerle karşılaşacaksınız.

Bu arada, “waking life” adlı muazzam filmi sonuna kadar izlemiş olanlarınız varsa zaten lucid dreaming konusuna aşinasınız ve üzerine kafa yormuşsunuz ister istemez..

                  
                
Söz veriyorum, bu konuyla ilgili çok çok daha fazla bilgi toplayıp sonrasında üşenmeden, azimle her gece çalışırsam ve akabinde başarırsam bir prolonged lucid dream, yazacağım.

3 Ocak 2011 Pazartesi

MedeNiyetler Çatışması...





Birleşmiş Milletler Barış Elçisi olan Paulo Coelho ile bizatihi BM Haber Merkezi'nin yaptığı bir mülakatta, kendisine "Medeniyetler Çatışması" hakkında düşünceleri soruluyor.
Şöyle söylemiş kendileri :

"Aynı hayatı yaşıyoruz, fakat birbirimizi ya yanlış anlıyoruz ya da anlayamıyoruz ve bunun üzerinde çalışmamız gerekiyor. Farklılıklarımız üzerine konuşmak yerine, daha çok ortaklaştığımız konular üzerinde konuşmalıyız. Bu kulağa biraz idealistçe gelebilir, fakat ben bloguma, Facebook sayfama, Twitter hesabıma girdiğimde dünyanın her tarafından değişik insanlarla konuşuyorum. Bu sayede bir diyalog tesis edebilmenin ne kadar kolay olduğunu görebiliyorsunuz...
...Kitaplarımın tüm dünyada okunduğunu anladığımda -şu anda 130 milyon kopya satıldı ve ortalama olarak bir kitabı üç kişi okuyor- pek çok farklı insanın kalbine dokunan hikâyeler paylaşabileceğimi ve sonra bir şekilde işbirliği içinde bu dünyayı daha iyi bir yer yapabileceğimi hissettim. Okurlarımın pek çoğu değişik kültürlerden..."

Bu mülakatı okuyunca, Mahfi Eğilmez'in 02.03.2004 tarihli bir makalesindeki aşağıdaki cümleleri hatırladım :

"Diyelim ki dünya 100 kişinin yaşadığı ve toplam milli geliri 100 dolar olan bir köy olsaydı ne olurdu?
Bu 100 kişinin 21'i Çinli 18'i Hintli 5'i Amerikalı 6'sı Avrupa para birlikli olurdu. Geriye kalan 50 kişi de 190 devleti temsil eden kişiler olurdu.
100 dolarlık toplam dünya köyü gelirinin yaklaşık 4 dolarını 21 Çinli alıyor ve eşit olarak paylaştıklarını düşünürsek adam başına 19 cent düşüyor olurdu. Gelirin 1.6 dolarını Hindistan alıyor ve Hintlilerde adam başına 9 cent düşüyor olurdu. Gelirin 32 dolarını Amerikalılar alıyor ve Amerikalı başına 6.5 dolar düşüyor dolurdu.
100 dolarlık toplam gelirin 20 dolarını Avrupa para birlikliler alıyor ve onlarda da adam başına 4 dolar gelir düşüyor olurdu. Bu dört grubun toplam geliri olan 58 doları 100 dolarlık köy gelirinden düşersek kalan 42 doları da geriye kalan ve köydeki sayısı 50 olan, 190 devletin temsilcileri paylaşıyor olurdu."

Burdan bakınca, Paulo Coelho' nun o çok sevinerek bahsettiği "blogu, Facebook sayfası, Twitter hesabı"na kimlerin erişebildiği konusunda bir fikir edinebiliriz. Görüldüğü kadarıyla adı geçen medeniyetler zaten birbiriyle çatışmıyor, eğleniyorlar ne güzel.

130 milyon kitabı satılmış, parayla-pulla zaten derdi kalmamış koskoca Paulo Coelho'nun, bu çatışmaların temelinde kapitalist ekonomik sistemin yattığını, 1milyar 400 yüz milyon kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığını, bunun nerdeyse üçte birinin de Afrika kıtasında olduğunu bilmemesi mümkün değil ama, söylememesi ilginç geldi bana... Facebook hesabından sorsam mı acaba kendisine? Ya da kitaplarından alsam, hikâyeleri dokunsa benim de kalbime?

Hani holivuut filmlerinde şöyle diyaloglar vardır :
- Hey, Çarli bir sorunun mu var, endişeli görünüyorsun?
- Evet klerıns
- Dinle, sana bir şey söyleyeyim mi dostum?
- Evet?
- Endişe etme!...