21 Haziran 2011 Salı

"Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim..." - 2

1950 yılına gelindiğinde, kanser teşhisi nedeniyle ameliyat olan annesini de kaybeder Ulrike. Tam da burada insanın aklına Emile Cioran’ın şu sözü geliyor : “İnsanın başına gelebilecek en kötü şey ‘doğmuş olmaktır’, çünkü insan doğduğu andan itibaren her şeyini yitirmiştir.” Henüz 16 yaşında olan Ulrike bir bakıma her şeyini yitirmiştir. Artık ona ve ablasına kol kanat gerecek kişi Renate Riemeck’tir. Ulrike, manevi annesini bir çok bakımdan kendine örnek alacaktır.
1950 li yıllarda Almanya’nın NATO’ya alınması tartışmaları, geniş halk kesimleri arasında protestolara neden olmaktaydı. Dünya savaşının yol açtığı felaketten, Almanya’nın bir daha asla savaş çıkarmasına meydan verilmemesi gerektiği dersini çıkaranlar, “biz yokuz” hareketi gibi topluklar oluşturarak protesto gösterileri düzenlemeye başlamışlardı. Mayıs 1952’de göstericilerden demiryolu işçisi Philip Müller, polis tarafından öldürüldü. “Nefsi müdafaa” yaptıklarını söyleyen polisler ceza almadılar. Bir bakıma olayların başlamasında önemli bir yere sahiptir, Philip Müller ’in öldürülmesi.


1950’li yılların sonuna doğru Ulrike, sol bir dergi olan Konkret’te yazmaya başlar. Derginin yöneticisi Klaus Rainer Röhl ile yakınlaşmaya başlamıştır artık ve daha önce gizlice nişanlandığı Röhl ile 1961 yılında evlenirler. Dergide yoğun şekilde yazmaya devam eden Ulrike, dönemin bazı siyasileri ile de yazdıkları nedeniyle mahkemelik olacak ve onlara tazminat ödemek zorunda kalacaktır. Ancak bu davalar onun artık tüm Almanya’da tanınmasına vesile olmuştur. Artık derginin şef redaktörü olmuştur. Bir süre sonra Ulrike hamile kalır. Başlangıçta normal bir hamilelik geçirirken ilerleyen zamanda şiddetli baş ağrıları ve görme bozuklukları ortaya çıkar. Yapılan tetkiklerde beyninde bir ur olduğu ve büyümeye devam ettiği anlaşılır. Hamilelik sırasında bir operasyon mümkün olamadığından, bebeklerini doğuruncaya kadar acılara ve ağrılara razı olur. Ağrıları giderek şiddetlenmesine rağmen, bebek nedeniyle çok hafif ilaçlarla geçiştirilmeye çalışılır. 1962 yılında sezeryanla iki kız çocuğu dünyaya getirir. Doğumdan bir ay sonra ameliyat edilen Ulrike’nin beynindeki yumru gümüş kıskaçlar içine alınarak büyümesi engellenebilmişti.
Çok sonraları polis tarafından yakalandığında, onun Ulrike olup olmadığını anlayabilmek için kafa röntgeni çekilecek ve bu gümüş kıskaçlar sayesinde emin olacaklardır. Ulrike yeraltına geçtikten ve kaçak yaşamaya başladıktan sonra çok zayıflamış, çökmüş bir haldeydi.

Çok bilinen, çok tanınan bir yazar olmasına ve iyi paralar da kazanmasına rağmen, Ulrike yaşamından memnun değildir. Partilerde, toplantılarda elinde şampanya kadehi ile Amerikan ve Alman güçlerine karşı çıkan, şık giysiler içindeki Ulrike’den başka bir Ulrike daha vardı. Unutulmuş ve kenara itilmiş insanların haberini yapmak istiyordu. Bunun için Yunanlı yabancı işçilerin barakalarına ve ağzına kadar dolu kimsesiz çocuk yurtlarına gidiyor, bu adaletsizlikleri hiç bir şekilde kabul edemiyordu. Sık sık “bir şey yapmalı!” diyordu ve ardından da “peki biz ne yapıyoruz” diye soruyordu. Sadece kendi ülkesindeki ezilmiş, en alttaki insanlarla ilgilenmiyor, Vietnam’da Amerikan bombaları altında can veren binlerce insanı, İran’da Şah yönetimi altında perişan olan İranların haklarını da savunmaya çalışıyordu.

2 Haziran 1967’de İran Şahı’nın Almanya’yı ziyaretinden önce, Şah’ın eşi Farah’a hitaben şöyle bir mektup yayınlamıştı Konkret’te:

“İyi günler Bayan Pehlevi, size yazma fikri, Neue Revüe’nün 7 ve 14 Mayıs tarihli sayılarında yayınlanan hayatınızı anlattığınız yazılar nedeniyle ortaya çıktı. Bu yazıları okurken, sizin İran hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığınız izlenimini edindik... Şöyle diyorsunuz ‘İran’da yazın çok sıcak olduğu için İranlıların çoğunluğu gibi ben de ailemle İran’ın Rivierası olan Hazar Denizi’ne giderim’. ‘İranlıların çoğu gibi’ - biraz abartılı değil mi? Örneğin Belucistan ve Mehran’da İranlıların çoğu, -%80’i- kalıtsal frengi hastalığından mustarip. İranlıların çoğunluğunu, yıllık geliri 100 dolardan az olan köylüler oluşturuyor. İranlı kadınların çoğunun iki çocuğundan biri ölüyor. 14 saat boyunca halı dokuyan çocuklar - onlar da mı yazın Hazar Denizi’ne gidiyorlar, çoğunluğu yani?”

2 Haziran’da Berlin’e gelen İran Şahı’nı protesto eden öğrencilerin üzerine, şahın özel korumaları saldırır ve polis de protesto eden öğrencilere çok sert davranır. Hatta göstericilerden Benno Ohnesorg, kendisinden geçinceye kadar polisler tarafından dövülür ve polis memurlarının birinin silahından çıkan kurşunla başından vurularak öldürülür.
(devam edecek)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder