19 Aralık 2011 Pazartesi

Hayata Dönüş...



Yıllar akıp gidiyor fakat acılar her yeni yıla kendisini devrederek, insanın kendi kendisine verdiği bir emanet gibi saklı kalıyor.

Aramızda olması gerekenlerin yokluğuna dair çok az şey söyledik. Zafer sloganlarıyla örülen sığınakların arkasından tok sesli yoldaş sohbetleri duyulmuyor olsa da var birileri ve hep olacak.

Var olmanın uç sınırlarında o kadar çok dolaştık ki şimdi her şey yaban geliyor.

Binler gömdük toprağa ve daha binler gömeceğiz bu çok açık. Hep ölen bizimkiler. Tarihin muhalif yanında durmak kelle koltukta gezmeyi göze almayı gerektiriyor ve o yürek sadece açlığın, adaletsizliğin, yoksulluğun içinde, bunun kader olmadığının bilen bir avuç insanda var.

O bir avuç çoğalmak istedikçe tüketiliyor. İnfazlar, kayıplar, işkenceler, gözaltılar ve cezaevleri…

Bu direnenlerin payına düşen bir bedel olmuştur hep.

Bunun kanıksandırılmış olması da yok edilenlerin unutulmasını kolaylaştırıyor aslında. Kahramanlar yaratmanın günümüzde henüz bir karşılığı yok. “Yirminci asırlarda en fazla bir yıl sürer ölüm acısı” derken Nazım; unutulmanın, unutmanın daha acı olduğu gerçeğine içsel bir not düşüyordu çok muhtemelen.

“Hayata Dönüş” operasyonunun ardından izlediğim bir belgeselde, insanlara tüm cezaevlerinde yapılan operasyona dair sorulan sorulara verilen “hatırlamıyorum” cevabı bir tokat gibi çarpmıştı yüzüme. En acı kısmı bu olmalıydı yaşananların. Tutsakların diri diri yakılmış, kurşunlanmış, onlarca mahkûmun operasyon sırasında, F-tipi hücrelerde, ölüm oruçlarında yitirilmiş, sakat kalmış olmasınına, operasyon görüntülerinin günlerce görsel medyada dönüp durmasına rağmen topum belleğinde kendine yer bulamayacak kadar önceliksiz kalması açıklanır elbet birçok teoriyle fakat bu bellek ne kadar güvenilirdir tartışılır.  Bu güven ve güvensizlik duygusunun bize düşen yanını konuşmak da gerekir ki biz bunu çok sevmiyoruz.

Bize işkencecilerimizi sevmemizi öneren bir yüzleşmekten bahsetmiyorum. Yüzleşmek affetmek değil, unutmamaktır. Yaşananların bir daha yaşanmaması için bir toplumsal müdahaledir yüzleşmek. Devletin ve bugünki iktidar kesimlerinin ‘affedelim, sevelim, sevdirelim..’ tarzındaki söylemi, bir yüzleşmeymiş gibi pazarlayarak içini boşaltmaya çalışmaları boşuna değil.

Her ayın, her mevsimin katliamlarla anıldığı bir ülke Türkiye.

Acıları emanet olmaktan çıkarıp onunla yüzleşmediğimiz sürece doğru bir bellek oluşturamayacağız. Toplum hatırlamak istemediği her şeyi belleğinin kör noktasına atarak hiç yaşanmamış, hiç olmamış gibi yaparak kurtulmaya çalışıyor yükümlülüğünden. Devlet yüzleşmeyi kendini inkâr etmek olarak algılıyor ve daha çok bastırmak için zor’a sarılıyor. Yapılar kendi paylarına düşen sorumluluğu konuşmak, tartışmak ve sonuçlar çıkarmak yerine, tartışılmaz kutsaliyetler yaratıp tüm politikalarını, taktik ve stratejilerini tabulaştırarak kendilerine düşen kısmın üstünü kapatıyor. Herkes hatırlanmasını istediği kadarını sunuyor topluma.

19 Aralık Katliamının sorumlularını ısrarla koruyan devlet bu cesareti bölük, pörkçük belleksizlikten alıyor. Neyi hatırlatmak, neyi konuşmak istiyorsa onu atıyor ortalığa. Kendi yaptığı katliamları iç politikada kullanacağı bir meze haline getirmekten bile çekinmiyor. Halkın acılarından iktidar nemalanmak tam da burjuva siyasetinin özünü oluşturuyor.

Hakikatler komisyonu kurulmasından ısrarla kaçan iktidarın yüzleşmek gibi bir derdi, tasası yoktur bu çok açık. Yüzleşiyormuş gibi yapıp, bunun toplumun üzerinde yarattığı etkisini seyredip, acıların üzerinde ip atlayarak ve bir gün sonra her şeyin unutulacağını bilerek konuşuyor iktidar.

“Hayata Dönüş” operasyonu adı altında yaptıkları katliamın her anını kameraya alan devlet şimdi “kayıt yok” diyor. Operasyona katılan askerlerin yaka numaraları bile iç edilmiş.  Eşeğini bile kayıt altına alan devlet, söz konusu kendi suçları olduğunda kayıt dışı oluveriyor.

Devlet için hak edilmiş ölüler içerideki siyasi tutsaklar.

Demokrasimizi “vatan ve millet” düşmanlarından korumaya dönük operasyonlar ise hız kesmeden sürüyor. Ecevit de “ içlerine şeytan girmişleri, şeytandan kurtarma operasyonu” demişti ‘Hayata Dönüş’ için.

Cezaevlerinde hasta tutsaklar bu anlayışın ürünü olarak ölüme terk ediliyor, tedavileri engelleniyor. Yazdıkları mektuplardan, şiirlerden, yazılardan korkuyor olmaları şeytanın bulaşıcı olduğunu düşünmelerinden. “Görülmüştür” damgalı zarfların içinden çıkan mektupların karalanmış tüm kelimeleri, karalanmamış olanlarla bir araya getirip kendinizce anlamlar yaratmaya çalışmanızda içeride mektubu yazan için suç teşkil edebilir. Bu suçun karşılığı mutlaka ağırlaştırılmış izolasyon olur.

Tüm toplumun birbirinden izole edilerek malum demokrasimiz için tehdit oluşturmayacak bir hale getirilmesi ve bunun olması gerektiğine dair inancın genel kabul görmesi, bir iki unsur dışında halledilmiş gözüküyor.

Daha somut olarak Filistinli çocuklar denilince gözleri dolanların, Kürt çocukları deyince “ Ne çocuğu kardeşim koca koca adam onlar” diyebilen bir vicdansızlığın tam ortasındayız.

Hayata Dönüş adı altında tüm cezaevlerindeki siyasi tutsaklara yönelik yapılan katliam bugünki dönüşümü sağlamanın önemli bir adımıydı.

Toplumun en örgütlü kesimi cezaevinde sağ kaldıkça, izole edilmedikçe bugünki ortamı yaratmak zor olacaktı.

Bu yüzden her kesimin yüzleşmesi gereken bir gerçek var ortada. Hayatını kaybeden onlarca insanımız bunu her şeyden daha çok hak ediyorlar.

Akın OLGUN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder