İstanbul’a kar yağmayınca, Türkiye’ye kar yağmadığını sanan
basın Müslüm Gürses’in gücünü 1989’daki Gülhane Konseri’nde gördü. 100 Bin
civarındaki insanın, sadece konsere bir şarkıcıyı görmeye dinlemeye gitmesinin
ötesinde o gün Gülhane’de toplumsal bir olay yaşanıyordu. Ayaklarına
kapananlar, atletlerini fırlatanlar polis coplarına aldırmadan “bir kez öpeyim”
diye ardı ardına sahneye fırlayanlarla Müslüm Gürses, bir şarkıcı kimliğinin
ötesine geçip tam anlamıyla bir fenomen, temsil ettiği değerlerle bir olay
olduğunu dosta düşmana gösteriyordu.
Oysa daha 1969’da 300 bin satan “Sevda Yüklü Kervanlar”
plağı vardı ama o ve dinleyicileri basının ilgi alanına girmemişti bir türlü.
Yoksulluk yüzünden küçük yaşta Urfa sonrası Adana’ya göç etmesi ve sonra
İstanbul’a gelmesi sadece kişisel biyografisinin ayrıntısı değildi. O gün
Gülhane’de açılan pankartların birisinde yazan “İsyankâr Sokakların Günahkâr
Çocukları” ifadesi sadece fanatiklerinin sosyolojik durumunu değil,
özdeşleştikleri Müslüm Baba’yı da ifade ediyordu. O yüzden gencecik yaşında
“baba” olmuştu çünkü o aynı zamanda arkasındaki milyonlarca kitleyi temsil
ediyordu.
“Baba” ifadesi sadece hayata karşı duruşundan değil
fanatiklerinin ruh halini temsil etmesinden dolayı geliyordu. Orhan Gencebay,
sonra da Ferdi Tayfur Anadolu’dan büyük şehirlere göç edenlerin dönemlerine
göre temsilcileriydi. Müslüm Gürses de öyle ama o daha sonra yaşanan göçün
artık dolmuş ve istenmedikleri şehirde büyük zorluklar çeken yeni kuşak
emekçileri temsil ediyordu. Artık hayat metropollerde çok daha sertti; Gencebay
hatta Tayfur bile bu sertliğin karşılığı olamıyordu. İşte Müslüm Baba tam da bu
ezilmişin de ezilmişi olanların sesiydi. Hayatı, tavrı, sesi ve şarkıları bu
kendisini en dibe vurmuş, yukarıya doğru çıkmayı imkânsız görenlere bir feryat
çığlığı olmuştu.
Hayat arkadaşı Muhterem Nur da, Yeşilçam’ın en parıltılı
dönemlerinden bir kuyruklu yıldız gibi geçmişti. Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit
ve benzerleri ayarındaydı ama bir türlü o şöhretin getirmesi gerektiği gibi
hayata tutunamamıştı. Muhterem Hanım’ın hayatı, Müslüm Baba’nın sadece eşi
değil, en fanatik izleyicisinin hayatı gibi çileliydi. Baba da tercihini bu hak
ettiğini bulamamış eski yıldızı severek yapmıştı. Aşkı da, hayatı ve
şarkılarıyla uyumluydu.
Gencebay ve Tayfur hayranları, gitgide şehirle barışmış, ona
istemeden de olsa alışmıştı. Zaten hayat Müslüm Baba’nın dönemine göre görece
daha yumuşaktı. Özelikle Doğu’da yaşanan savaş, boşaltılan köyler ve önceki
kuşaklarda göç eden akrabalarının yanına sığınmaya çalışan, metropollerin en
düşük ücretli ve en kötü işlerinde çalışanlarını çok daha sert ve asi yapmıştı.
Onlar sadece “Batsın Bu Dünya” deyip mütevekkil bir kabul ediş ya da “susadım,
çeşmeye varmaz olaydım “diye naif bir kırılganlık içinde değillerdi. Bu hayatla
kavga ediyorlardı hem de çatır çatır…
Türkiye zor ve kanlı bir dönemdeydi; jiletin akıttığı kan
sadece konserde kendisini “hacamat “ edenlerin bireysel aşırılığı değil, her
şeyin aşırısını yaşayan bir ülkenin dışavurumuydu.
Müslüm Gürses’in babası, annesini öldürmüştü. Böyle bir
travmayı yaşayan için hayatta daha aşırı ne olabilirdi ki?
Müslüm Baba, Teoman şarkılarıyla bir süre sonra bu
aşırılıkla arasına bir mesafe koyuyordu. Stratejisini böyle çizmişlerdi çok
bilen menajerleri şunlar bunlar...
O, Adana’dan gelen Müslüm Akbaş değildi artık. Yeni
şarkıları, metropolün yabancılaşmasından ve aşklarından hayal kırıklığı yaşayan
şehirli şarkılarıydı. Gülhane’de bedenini paralayanlarla arasındaki makas
gitgide açıldı. Yine Baba idi elbette ama artık dinleyicileri büyük oranda
değişmişti. İstanbul’un onu da yuttuğuna hayranlarının bir kısmı hiç inanmadı.
Müslüm Baba giderken iki ayrı Müslüm var aslında; birisi smokinle şarkı
söyleyen Müslüm Bey, diğeri de kravatsız olarak şarkı söyleyen ki o çoktan
ölmüştü... Siyah gömleğiyle Gülhane’yi sarsan Müslüm Baba’nın mekânı cennet
olsun… (Tayfun ER)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder