3 Mart 2013 Pazar

Müslüm Baba...





İstanbul’a kar yağmayınca, Türkiye’ye kar yağmadığını sanan basın Müslüm Gürses’in gücünü 1989’daki Gülhane Konseri’nde gördü. 100 Bin civarındaki insanın, sadece konsere bir şarkıcıyı görmeye dinlemeye gitmesinin ötesinde o gün Gülhane’de toplumsal bir olay yaşanıyordu. Ayaklarına kapananlar, atletlerini fırlatanlar polis coplarına aldırmadan “bir kez öpeyim” diye ardı ardına sahneye fırlayanlarla Müslüm Gürses, bir şarkıcı kimliğinin ötesine geçip tam anlamıyla bir fenomen, temsil ettiği değerlerle bir olay olduğunu dosta düşmana gösteriyordu.

Oysa daha 1969’da 300 bin satan “Sevda Yüklü Kervanlar” plağı vardı ama o ve dinleyicileri basının ilgi alanına girmemişti bir türlü. Yoksulluk yüzünden küçük yaşta Urfa sonrası Adana’ya göç etmesi ve sonra İstanbul’a gelmesi sadece kişisel biyografisinin ayrıntısı değildi. O gün Gülhane’de açılan pankartların birisinde yazan “İsyankâr Sokakların Günahkâr Çocukları” ifadesi sadece fanatiklerinin sosyolojik durumunu değil, özdeşleştikleri Müslüm Baba’yı da ifade ediyordu. O yüzden gencecik yaşında “baba” olmuştu çünkü o aynı zamanda arkasındaki milyonlarca kitleyi temsil ediyordu.

“Baba” ifadesi sadece hayata karşı duruşundan değil fanatiklerinin ruh halini temsil etmesinden dolayı geliyordu. Orhan Gencebay, sonra da Ferdi Tayfur Anadolu’dan büyük şehirlere göç edenlerin dönemlerine göre temsilcileriydi. Müslüm Gürses de öyle ama o daha sonra yaşanan göçün artık dolmuş ve istenmedikleri şehirde büyük zorluklar çeken yeni kuşak emekçileri temsil ediyordu. Artık hayat metropollerde çok daha sertti; Gencebay hatta Tayfur bile bu sertliğin karşılığı olamıyordu. İşte Müslüm Baba tam da bu ezilmişin de ezilmişi olanların sesiydi. Hayatı, tavrı, sesi ve şarkıları bu kendisini en dibe vurmuş, yukarıya doğru çıkmayı imkânsız görenlere bir feryat çığlığı olmuştu.

Hayat arkadaşı Muhterem Nur da, Yeşilçam’ın en parıltılı dönemlerinden bir kuyruklu yıldız gibi geçmişti. Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve benzerleri ayarındaydı ama bir türlü o şöhretin getirmesi gerektiği gibi hayata tutunamamıştı. Muhterem Hanım’ın hayatı, Müslüm Baba’nın sadece eşi değil, en fanatik izleyicisinin hayatı gibi çileliydi. Baba da tercihini bu hak ettiğini bulamamış eski yıldızı severek yapmıştı. Aşkı da, hayatı ve şarkılarıyla uyumluydu.

Gencebay ve Tayfur hayranları, gitgide şehirle barışmış, ona istemeden de olsa alışmıştı. Zaten hayat Müslüm Baba’nın dönemine göre görece daha yumuşaktı. Özelikle Doğu’da yaşanan savaş, boşaltılan köyler ve önceki kuşaklarda göç eden akrabalarının yanına sığınmaya çalışan, metropollerin en düşük ücretli ve en kötü işlerinde çalışanlarını çok daha sert ve asi yapmıştı. Onlar sadece “Batsın Bu Dünya” deyip mütevekkil bir kabul ediş ya da “susadım, çeşmeye varmaz olaydım “diye naif bir kırılganlık içinde değillerdi. Bu hayatla kavga ediyorlardı hem de çatır çatır…

Türkiye zor ve kanlı bir dönemdeydi; jiletin akıttığı kan sadece konserde kendisini “hacamat “ edenlerin bireysel aşırılığı değil, her şeyin aşırısını yaşayan bir ülkenin dışavurumuydu.

Müslüm Gürses’in babası, annesini öldürmüştü. Böyle bir travmayı yaşayan için hayatta daha aşırı ne olabilirdi ki?

Müslüm Baba, Teoman şarkılarıyla bir süre sonra bu aşırılıkla arasına bir mesafe koyuyordu. Stratejisini böyle çizmişlerdi çok bilen menajerleri şunlar bunlar...

O, Adana’dan gelen Müslüm Akbaş değildi artık. Yeni şarkıları, metropolün yabancılaşmasından ve aşklarından hayal kırıklığı yaşayan şehirli şarkılarıydı. Gülhane’de bedenini paralayanlarla arasındaki makas gitgide açıldı. Yine Baba idi elbette ama artık dinleyicileri büyük oranda değişmişti. İstanbul’un onu da yuttuğuna hayranlarının bir kısmı hiç inanmadı. Müslüm Baba giderken iki ayrı Müslüm var aslında; birisi smokinle şarkı söyleyen Müslüm Bey, diğeri de kravatsız olarak şarkı söyleyen ki o çoktan ölmüştü... Siyah gömleğiyle Gülhane’yi sarsan Müslüm Baba’nın mekânı cennet olsun… (Tayfun ER)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder