29 Mart 2010 Pazartesi

Zeytinburnu hatırası


Faşist, cahil, atgözlüklü bir anne babaya sahibim. Sanattan anladıkları Seda Sayan & Nihat Doğan düetidir sadece. Tiyatronun t’sinden bihaberlerdir. Sinemaya son gittikleri yıl 1976. O da annemin söylediği. Tiyatroya ise hiç gitmemişler. Yetkin Dikinciler’i Turkcell’in gülen yüzü sanırlar sadece. Adını bilmezler. Aynı şekilde adını bilmedikleri Bennu Yıldırımlar ise onlar için Süper Baba’da açık saçık giyinen, ağzı bozuk orospudur sadece. Ferhan Şensoy’un kavuğu magazine düşünce 2. Mahmut’un muydu bu kavuk diye sormuşlardı bana, neyse...
İstanbul’un varoşunda yaşarız biz. Annem, babam çalışmasını istemediği için ev kadınıdır. Babam ise 25 yılını verdiği fabrikada kolunu makineye kaptırdığı için işten çıkarıldı. İşveren haksız olduğu halde babamın kolunu kapan makine bozulduğu için neredeyse babamı suçlu çıkardılar. Babam ise “Allah’ın takdiri” deyip geçti. Şimdi bir sitede geceleri tek kollu bir güvenlik görevlisi olarak çalışıyor. Hiçbir zaman hiçbir şeyi sorgulamamış. Ağzından çıkan ve içinde Allah geçmeyen en ‘ilerici’ lafı “böyle gelmiş böyle gider” oldu, benim duyduğum. Bana ve abime bir kere kitap oku demişlikleri, kitap aldıkları, elimizden tutup da bırakın tiyatroyu sinemayı, maça götürmüşlükleri yoktur. Abim ilkokul üç terk. Ben babamın bütün baskılarına karşın ortaokulu zorla bitirdim. 14 yaşımda girdiğim torna tesviye atölyesiyle de iş hayatım başladı. Abim şu an bir kadın mevzusu yüzünden içerde. 2 yılı daha var.
Oturduğumuz ilçenin belediye başkanı muhafazakâr bir partiden seçime girerek kazandı. Çok çalıp çırptığı söyleniyor, şahit olmadım. Üç sene önce ilçemize bir kültür merkezi yaptırdı. O merkezin inşaatındaki ihaleler nedeniyle bile epey götürmüş diye konuşulur hep, bilmiyorum. Tesadüf bu ya, tam da seçimlerden bir ay önceydi sanırım. Kültür sanat merkezinde gösteriler başladı. O zaman adlarını bile duymadığım Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları adlı iki kurum, birçok eserini bu merkezde sergilemeye başladı. Benim bunlardan haberdar olmam dağıtılan bedava biletler sayesinde oldu. Bedava olduğu için koşa koşa gitmiştik mahalleden çocuklarla, hiç unutmam. Gittiğim ilk oyunun adını hatırlamıyorum ama çok fena sıkılmıştım. Sonraları birkaç kez daha gittik. Güzel kızlar gelirdi tiyatroya. Biraz onlar içindi. Biraz da televizyon dizilerinden seyrettiğimiz ünlüleri canlı canlı görmek içindi tabii. Bizim için piyasa merkezi olan bu kültür sanat merkezinde günün birinde bir oyun seyrettim. Acayip etkilenmiştim. Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’ydü oyunun adı. O günden sonra ben hayatımda hiç yapmadığım bir şey yaptım. Haftalığımı getirip anneme verdiğim için tek kuruşum olmadığından babamın pantolonundan para yürüterek tiyatroya gittim Taksim’e. Bu sanat için aşırmaları sık sık tekrarladım daha sonraları. Ta ki babam fark edene kadar. Tiyatroya gitmek için aldığımı söylediğimde yediğim tokadın acısı hâlâ yanağımdadır. Mahalleden birkaç arkadaş da gelirdi benle. Onların amacı bir şekilde Taksim’de olmaktı gerçi.
Tiyatroyla muhafazakâr belediye başkanımız sayesinde tanıştım denebilir. Ama bu güzelliği nedeniyle kendisine bir kere bile oy vermedim. Zaten kimse vermemiş olacak ki son seçimleri kaybetti. Kazanan diğer muhafazakâr partinin adayı, ilçeye bilmem kaç tane halı saha yapma sözü vermişti.
Tiyatroyla tanıştığım ilk günleri hatırlıyorum da şimdi… Ne oturmasını biliriz ne kalkmasını… Hiç verilmeyecek yerlerde reaksiyonlar gösteririz, semtimizin entel dantel aydınları dönüp ters ters bakarlar falan…
Şimdi başka bir işte çalışıyorum. Parası kısmen daha iyi. Eskiden asgari maaşın altında çalışırdım şimdi asgari maaş alıyorum. Sigortam yok ama olsun. İşe yürüyerek gittiğim için epey bir tasarruf yapıyor sayılırım. Yeni işim, evime çok yakın.
Bu yıl İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’nde 10’dan fazla oyun seyrettim. Üstelik yeni arkadaşlar da edindim. Bizim mahallenin tek üniversite öğrencisi ‘Entel Zehra’ ile muhabbetimiz selamlaşmanın ötesine geçti bu arada. Mimar Sinan’da resim okuyor. Tiyatrocu arkadaşlarıyla tanıştırdı beni. Eski işyerimin deposu için haftada bir günlüğüne eski patrondan izin aldım. Mahallenin küçük çocuklarıyla bir tiyatro atölyesi kurduk. En büyüğü 14 yaşında. Benim iş hayatına girdiğim yaşta yani. Zehra’nın arkadaşları geliyor haftada bir. Güzel vakit geçiriyoruz. Mahallenin yeni serseri adayları başka bir yola giriyor yavaş yavaş. Hiçbirini zorlamadık gelmeleri için. İlk önceleri meraktan gelmişlerdi. Şimdi eve gönderemiyoruz. Bazılarının babaları sorun çıkarıyor ama bir yolunu buluyoruz.
Şu an 26 yaşındayım. Okumaya çok geç başladım. Hâlâ kendimi ahkâm kesecek durumda görmüyorum. Ama şunu anladım ki sanat bir ihtiyaçmış ve olanaksızlıkların olduğu yerde sanat için bir zorlama değil ama teşvik şartmış. Bunu ama devlet yapar ama başka bir kurum; bazen de bir kişi. Ama sanat olmazsa olmazmış. Yemekten, sevişmekten ya da sıçmaktan bir farkı yokmuş; ve evet, en az onlar kadar bir ihtiyaçmış.
Seyrettiğim ikinci oyunun bir sahnesinde, salonda tek başıma gülen olduğum için arkamdan “bunlarla aynı salonda oyun seyredilmez kardeşim, elitizmse ben elitistim diyen, sonraları aynı ortamlarda çok bulunduğumuz ve hâlâ, hem o zaman yapılanları hem şimdi bizim yaptıklarımızı basit bir popülizme indirgeyen, ortaya çıkan sonuçları görmezden gelişini anlayamadığım, Ankara’nın taşrasından kopup gelen büyük entelektüel, aydın arkadaşım, viyolonsel virtüözü Okan’a sevgiyle.
Popülist bir final olacak ama; sanatsız bir hayat, yumurtasız menemene benzer.
(Ha bir de not düşeyim. Yukarıda anlatılanlar sadece zor durumlar için üzerimizde beliriveren bir oksijen maskesi olup kesin çözüm değildir. Kesin çözüm için bir ihtimal daha var -ah şu popülistlik- o da devrim mi dersin?)

1 yorum: