25 Mayıs 2010 Salı

Nejat


Fotoğraf: Mehmet Turgut

Nejat İşler, 23 Mayıs 2010 tarihli Radikal 2'de, Erkan Aktuğ'a hayatımda okuduğum en samimi röportajlardan birini vermiş. Dümdüz hatta dandun sözler. Kasıntı yok, 'cool' olma derdi yok sözlerinin. Sevin ya da sevmeyin bu adam böyle işte.

ERKAN AKTUĞ

Bir şey var onda, karizma mı desem, cool’luk mu? Neyse işte, tam kelimeyi bulmak zor. Şöyle ifade etmeye çalışayım, “Ne giyse yakışıyor” derler ya, Nejat İşler de o misal, üzerine hangi rolü giyse yakışıyor, şık duruyor. Yoksa tanıdığım neredeyse bütün kadınların, hatta bazı erkeklerin ona hayran olması başka nasıl açıklanır?
Beyazperdede/ekranda bir yıldız, gerçek hayatta ise ne bileyim bir barda görüp yanına yaklaşırsanız -sizden kötü elektrik almadıysa- kolayca muhabbete dalabileceğiniz biri. ‘Şehnaz Tango’dan ‘Gülbeyaz’a, ‘Aliye’den ‘Bıçak Sırtı’na, ‘Kapalıçarşı’dan şimdilerde ‘Parmaklıklar Ardında’ya en şahanesinden dizilerde ya da ‘Barda’, ‘Yumurta’, ‘11’e 10 Kala’, ‘Ejder Kapanı’ gibi sıkı filmlerde boy göstermeden önce Teşvikiye’deki tezgahında kitap, CD filan satıyordu. Yarın bir gün her şeyi bir kenara bırakıp hiç gocunmadan yine aynı şeyi yapabilir. Derdi ne Nejat İşler’in, oyunculuktan çekiliyor mu, serde yönetmenlik mi var? Sorduk hiç lafı dolandırmadan anlattı.

Beni Tuğrul Eryılmaz gönderdi size. Dedi ki, “Sanki Nejat İşler oyunculuktan biraz sıkılmış, hani böyle birkaç işten sonra kenara çekilecek gibi bir hali var. Git sor bakalım var mı böyle bir hissiyat?”
Dışardan o kadar belli oluyor mu? (Gülüyor) Aslında dışardan ne kadar savruk da görünsem, planlı bir hayat yaşıyorum. 10 sene önce bu işlere ilk başladığımda 40 yaşımda toplarım pılımı pırtımı diyordum. 40’ıma bir sene kaldı. Bir tane daha sağlam bir şey yapıp çekilebilirim ondan sonra. Oyun oynarım, ki galiba bu sene bir şey oynayacağım. Bir adaptasyonla uğraşıyorum şu sıralar. Arada bir de sevdiğim insanların filmlerinde oynarım.

Peki oyunculuğu seviyor musunuz?
Oyunculuğu seviyorum da, üretim koşullarını beğenmiyorum. Çok yıpratıcı ve en yukarıdan, işin başlayışından gelen bir baskı var ve o baskı alta doğru yayılıyor. Sonra aynı işi yapan, yani aynı anda sette olup farklı iş yapan insanlar birbirlerini kırmaya başlıyorlar, sırf bu baskı yüzünden. Aslında kimse bunun müsebbibi değilken. Yukarıdan gelen bir baskı var ama bir şey yapılmadığı sürece herkes birbirini eziyor.

Daha çok dizi setlerinde mi oluyor bu tip birbirini ezmeler?
Sinemada da, tiyatroda da oyunculuk yapmak isteyen, bu işten geçinmeye çalışan insanlar var ve bunlar televizyondan ekmek yiyorlar. Televizyon bir kuşak yetiştirdi şimdi çalışan. Televizyonda gördüğün ilişkileri sinemaya da, tiyatroya da taşıyorsun, ister istemez oluyor bu. Yani benim kuşağımdan bahsediyorum. Sırf sinema yapmış ya da sırf tiyatro yapmış bir kuşak yok. Belki devlet tiyatrolarında, Van’da, Sivas’ta arkadaşlar var ama onlar da zaten uzak duruyorlar bu işlerden. Ya da uzak kalıyorlar, duruyorlar değil de.

En çok nedir sizi rahatsız eden, örnekler verebilir misiniz?
Herkesin sıkça konuştuğu şeyler. Ben konuştuğum zaman “Oğlum para kazanmaya bak, ne uğraşıyorsun bu işlerle, yapacaksan yap yapmayacaksan s.ktir git” diyorlardı. Yani ya sev ya terk et. (Gülüyor) Şimdi herkes bağırmaya başladı, çünkü bıçak kemiğe dayandı. İnsanlık dışı koşullar. Gerçi geçen gün Dr. House’un (Hugh Lourie) bir röportajını okudum, “14-15 saat çalışıyorum” filan diyor, şaka gibi geldi bana. Bu heriflerin sendikası filan yok mu, abi oyarlar valla.

Siz Sine-Sen’lisiniz, aktif misiniz orada?
Elimden geldiğince aktivitelere katılmaya çalışıyorum. Garip yoğunlukların içinde bazen katılamadığım da oluyor ama haberdarım hepsinden, her şeyden. En azından telefonla ya da aktivite sonrası oradan geçerken bir uğrayıp soruyorum, ne oldu ne bitti diye.

Koşullarda düzelme umudu var mı peki?
Valla alttan olmaz da, üstten olur belki. Her şeyde olduğu gibi. AB uyum tasarısıdır, bilmem nedir... Çalışma saatleri için Çalışma Bakanlığı ya da işte yurtdışından birileri bastırır filan öyle olur bu işler büyük ihtimalle. Ama yani üç-dört kişi yan yana gelip bir şey dersen aslında bir şeyler oluyor. Bunu biz mesela ‘Bıçak Sırtı’nda yaptık. 65 dakikada bitiyordu o dizi. Yapımcı da yönetmen de yanımızda oldu. Oluyor yani, ama bilmiyorum ki. Aldığım ücretin üçte birini alıp düzgün koşullarda çalışmaya razıyım ben. Az versinler ama az çalışalım.

Siz bir Bulgar filminde de çalışmıştınız, oradaki ortam nasıldı?
Sovyetik bir durum olduğu için sendika işi çok sağlam orada. Bizim işyeri temsilcisi kamera asistanımızdı. Sabah 9’da başlıyorsun ve öğlen 12’de paydos. 1,5 saat ara. 5’te de bitiyor. Hemen saatini gösteriyor adam.

Peki, bu bıkkınlıkta şöhretin de etkisi var mı?
Var tabii. Şöhret dediğin şey, en yakınından en uzağına kadar bir sürü insanın senden bir şey istemesiymiş meğer. Ben elimden geldiğince bunları karşılamaya çalışıyorum ama hepsine yetişemem ki. O zaman da birileri için ‘g.t’ olmaya razı oluyorsun. Bir süre sonra sana ‘g.t’ diyenlerin sayısı artınca da insan sıkılıyor.
Şöhret bir taraftan da birçok işi kolaylaştırıyor mu sizin adınıza, size göre avantajı dezavantajından daha mı az?
Az evet. Benim için tek avantajı var; diziler sayesinde meşhur olduğum için sevdiğim insanların filmlerinde oynamak. Sevdiğim insanlarla yan yana gelme ihtimalim oldu. Böyle bir şey olmasaydı rastlaşamazdım bile o insanlarla. Bir de benim ve ailemin hayat standardı değişti tabii.

Ama tüm bunlara rağmen kenara çekilmeyi de düşünüyorsunuz bir taraftan.
E, tamam yeter artık. Çok fazla ortalığı meşgul etmenin manası yok. Daha arkadan gelecekler var! (Gülüyor)
Bir süredir ‘Parmaklıklar Ardında’ dizisinde çalışıyorsunuz. Sinop’taki ortam nasıl, orası biraz daha mı rahat?
Daha rahat, çünkü İstanbul dışı işlerde böyledir zaten. Hepsinde değil belki ama... Onlar üçüncü senelerinde zaten. Her şey belli, oturmuş, mekânlar belli, kast belli. Bir de misafir olarak gittiğim için, çok da beni sıkan bir durum yok. Hep çalışsam belki sıkılırdım ama...

Şu sıralar Kaş’ta yaşıyormuşsunuz. Neler yapıyorsunuz Kaş’ta.
Bu ara biraz Bodrum’da, biraz Kaş’tayım. Kaş’ta güzel bir meyhane açtık. Bir arkadaş açtı, yardım ediyorum ben de. ‘Üzüm Kızı’ adı. Bir de benim Kaş’ta çok eski arkadaşlarım var. Uzun süredir görmüyordum, yazın Kaş çok sıcak olduğu için gitmiyordum. Ama özlemişim, gideceğim, biraz dalarım belki, epeydir de dalmıyorum.

1 Mayıs’ta göremedik sizi Taksim’de, neredeydiniz?
Kaş’taydım. Orada katıldık. KESK, Eğitim-Sen, CHP, 78’liler otogarda toplanıldı, biz bağımsız bir grup yaptık kendimize, bir tane de çelenk yaptırdık ‘Yaşasın 1 Mayıs’ diye. Bir tane çocuk geldi, şahane bir pankart yapmışlar, kocaman ‘Tüm cihan ameleleri, ittifak eyleyiniz!’ yazmışlar, altına da İngilizcesi. Birkaç tane de anarşist vardı aramızda, siyah bayraklı. Öyle yürüdük. Akşam da barda kutlama yaptık.

Sizin hayranlarınız çok, onlarla iletişiminiz nasıl?
Kaş’ta bir arkadaşımla minibüsteyiz. Muavinin önünde oturuyorum, 30’lu yaşlarında birisi geldi, “Sizinle tanışmak istedim, çok seviyorum sizi” filan dedi. Elimi sıktı gitti. Oğlan da duruyordu kenarda, Yörük. Baktı, başladı gülmeye. “Ne gülüyorsun” dedim, “Ya kocaman adam” dedi.

Tuhaf mı geliyor size hayranlarınızın olması?
Bana artık tuhaf gelmiyor ama uzaktan bakan birine, ilk defa karşılaşan birine öyle geliyor. Kocaman adam diyor işte. Allah bilir neler geçmiştir aklından. Ben gelenlerin yaklaşımına göre tepki veriyorum. Ya da ne bileyim o gün fena bir şey gelmiş başıma, tabii ki hemen gülümseyemiyorum, moduma göre değişiyor. Biri mesela kibarca Nejat bey deyince, hadi çek çek, hemen bitsin diyorum içimden. Bir de Facebook’çular var, kankayız biz diye Facebook’a koyuyorlar.

Tekrar tiyatroya dönmeyi düşünüyor musunuz?
Şu anda elimde bir şey var. Bir adaptasyonla uğraşıyorum, herhalde Eylül filan gibi bir yerlerde oynamaya başlarız. Türk, buralı bir şey ama söylemeyeyim, sonra olmazsa yalancı çıkmayalım. Yabancı yazarlardan ziyade buralı bir şeyler yapmak istiyorum.

Kendiniz yazıyor musunuz?
Evet yazıyorum.

Bir tiyatro kurup oyun koymak var mı planlarınızda?
Var, dediğim gibi Eylül’de bir tane çıkaracağız bakalım. Sonra da bakacağız işte. Tiyatro benim en bildiğim, en bana ait yer. Sonra da film işlerine girerim herhalde. Yazarım, çizerim.

Senaryo da yazıyor musunuz, öyle film çekmek, yönetmek gibi planlar var mı?
Var var. Herkesin işi yapmaktaki nedeni farklı. Benim nedenim kendimi bir şekilde ifade etmekti, var olmaktı. Oyunculuk bir yere kadar bana uygun, bir yerden sonra kuru geliyor, çünkü başkasının kafasındakini ifade ediyorsun. Sen de bir şey katıyorsun tabii üstüne ama yetmiyor. Tiyatroyu da çok özledim, sekiz sene oldu yapmayalı.

Bu sekiz senede hiç tiyatro teklifi gelmedi mi?
Geldi de hiç hazır değildim ve de çok yoğundum. Dizi yaparken tiyatro yapmak, benim becerebileceğim bir şey değil.

Metal müziği sevdiğinizi biliyoruz, Sonisphere’e gidecek misiniz?
Gideceğim, evet. Megadeth’i çok severim mesela. Metallica’yı da severim tabii ama hastası değilim. İki-üç konserlerine gittim, tamamdır. Geçenlerde Küçükçiftlik Park’ta Sepultura konserine gittim, bir baktım önde Lugano kafa sallıyor. Fotoğraf çektirdim Lugano’yla. Dedim kusura bakma benim de başıma geliyor bunlar, seni anlıyorum ama hemen iki dakika. Çok sempatik herif. Meğersem Sepultura elemanları arkadaşlarıymış. (Nejat İşler’in sıkı Fenerli olduğunu söylemeye gerek var mı?)

Rammstein da sever misiniz?
Severim, çok severim. Onu konuşuyorduk biz de geçen. Bu herifler bizim gençliğimizi s.ktiler, 40 yaşımıza geldik şimdi geliyorlar Türkiye’ye. Reva mı bu?

Son dönemde dinlediğiniz, keşfettiğiniz yeni neler var?
Kings of Leon var, o dikkatimi çekiyor. Güzel tınlıyor. Bir de birkaç konser hareketlerini gördüm, enteresan çocuklar. 500 bin dolar alıp sahneye çıkıyorlar, sonra da birkaç tane bedava konser yapacağız merak etmeyin diyorlar.

Peki yeni keşfettiğiniz yazarlar var mı?
Ben çok abur cubur okuyorum. Tezgahtan kalma bir alışkanlık herhalde. Bakıyorum ne ilgimi çekerse onu okuyorum. Aynı anda beş tane filan kitap okuyorum zaten. Emrah Serbes’i çok beğeniyorum, çok güzel yazıyor bence. Bir de ‘Middlesex’ (Jeffrey Eugenides) diye bir şey okudum, inanılmaz güzeldi. Filmini filan da yaparlar herhalde onun. Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’den kaçıp Atina’ya oradan da Detroit’e giden bir ailenin hikâyesi.
Sinemada bir hareketlilik var son dönemde ama çok kötü filmler de çıkıyor. Sizin neler dikkatinizi çekti?
‘Vavien’ var işte en son. Çok güzel filmdi. Hem iyi yazılmış, hem iyi oynanmış hem de iyi çekilmiş, çok beğendim ben. Hareketlilik iyidir, eskiden iki-üç insan vardı, negatif ve film çekmek pahalıydı. Şimdi 250 bin doları bir şekilde buldun mu film yapma şansın var. O güzel bir şey. İyi de olacak kötü de olacak ama aradan birileri çıkacak. En azından bu herif gerçekten samimi hikâye anlatıyor diyebileceğim birileri. Eskiden 10 insandan bahsedilirdi şimdi hiç tanımadığım insanlar var. İyi de işler çıkıyor içlerinden. Sinema okulları çoğaldı. Anlayışlar değişti, teknik değişti. Gittikçe hafifliyor, kolaylaşıyor iş. Eskiden 60 kişiyle yaptığın işi şimdi 30 kişiyle de yapabiliyorsun. Minimalleşti yani iş ve ben bunu seviyorum.

Yönetmenliğe hazırlık olarak sinemanın teknik kısmıyla da ilgileniyor musunuz?
Epeydir öyle takılıyorum zaten. Benim her gittiğim sette yaka kartlarım vardır, ‘teknik ekip’ yazar altında. Yemek molası verdiğinde ilk önce teknik ekip derler hep, ben de çok aç olurum giderim, ben teknik ekiptenim, teknik oyuncuyum kardeşim diye. Bakıyorum yani, ben oyunculuğa da baka baka girdim zaten. Figürasyonla başladım 80’lerin sonunda, reklamlara, dizilere filan gidiyordum, masada oturan insan, dans eden adam filan diye. Bakıyordum tabii n’apıyor bunlar, ulan buradan ekmek yer miyiz diye. Öyle girdim, sonra işin okuluna gittim. Şimdi bunda da öyle yapıyorum, bakıyorum kenardan. Lensleri öğreniyorum, ışıklara bakıyorum.

Kameranız var mı?
Yok, gerek yok kameraya, kiralarız. 22 yıl oldu ben bu işlere gireli, 16 yaşımdan beri yapıyorum. Eşşek bağlasan bir şey öğrenirdi.

Bütün hikâye geldiğin yere bağlanıyor
Söyleşi bitiyor, kayıt cihazını kapatıp havadan sudan, beğenmediği filmlerden, Kaş’tan, Deniz Baykal’dan, futboldan, müzikten konuşuyoruz. İki sene sonra sigortadan emekli olacağını anlatıyor. Söz dönüp dolaşıp, doğup büyüdüğü Eyüp’e geliyor. Anne babasının ne kadar zorlasa da asla Eyüp’ten vazgeçmediğinden bahsediyor. Tam kalkacakken “Bir dakika” diyor Nejat İşler, “Açar mısın kayıt cihazını bir şey söylemek istiyorum.”
Açıyorum ve anlatıyor: “Daha önce hiçbir yerde konuşmadığım için, aklıma geldi geçen gün, anlatmak istiyorum. Sonuçta bütün hikâye geldiğin yere bağlanıyor. Darbe öncesinde (12 Eylül) filan ben de ayaktaydım. Mahallede (Eyüp’te) abilerimiz vardı, onlar tiyatroya giderlerdi. Mahallede top da oynarlardı ama haytalık yapmazlardı, birleşip toplaşıp konuşurlardı, biz de aralarına girerdik. Dünyadan, Türkiye’den, tiyatrodan konuşurlardı. Harun abi, Hakan abi, Vedat abi vardı. Hakan abinin annesinin adı Dursen’di, ona Dulcinea derlerdi, çünkü ‘Don Kişot’u biliyorlardı. Anlatabildim mi? İlkokulda öğretmenin bize ilk verdiği ders şuydu: Her ay bir tane kitap okuyacaksınız, ben imzalayacağım. Bütün hikâye oraya bağlanıyor aslında yani. Geldiğin yere.”
* Söyleşinin deşifresini üstlenen Elif E.’nin notu: “Küfür bile yakışırmış ağzınıza.:)”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder