28 Eylül 2010 Salı

Çocuk Sahibi Olmak


“Bir insan ya da bir çift insan neden çocuk sahibi olmak ister?” sorusu aklıma ilk kez Aile Sosyolojisi dersinde düşmüştü. Ömrümde hiç düşünmediğim bu sorunun bir ilk cevabını yine dersi veren kitabi bilgi ve derlemeler üstadı değerli bölüm başkanı profesör tarafından almıştım. Buna göre kırsalın çocuğa atfettiği anlamın maddi bir gerekçesi vardı. Ne kadar çok çocuk sahibiyseniz ailece o kadar çok ekonomik girdiye sahipsiniz demekti. Gerçi Kırsal Alan Sosyolojisi bize bölüşülecek toprak giderek küçüleceği için çok çocuk sahibi olmanın yatay mobilizasyonu artıracağını da söylenmişti. Bu ilk önerme üzerinden kırsalda “neden erkek çocuk daha kıymetlidir?”in bir cevabı da rahatlıkla devşirilebiliyordu. “Kız çocuk maddi getiri bakımından süregiden bir değer taşımaz”, evlenip gidecek nitekim. Süregiden’in altını çizmek gerek, başlık parası denen olgu halen var çünkü. Yine dersin hocasına göre kent yaşamında ise çocuğa atfedilen değer maddi olmaktan çok maneviydi. Ondan bir maddi beklenti söz konusu değildi. Çocuk sahibi olmak üzere ve çocuk sahibi olmanın manevi değeri üzerine çocuk sahibi olunuyordu. Bu önermelerden de kent yaşamında ailelerin daha az çocuk sahibi olması ve kız veya erkek çocuk sahibi olunmasının görece bir anlam taşımadığı çıkarımı dillendiriliyordu. Maddi olanın biriktirilmesi olanaklı iken birden fazla çocuk sahibi olmanın manevi tatmini biriken bir özellikte değildi.

Elbette hocanın bu türde iki yönlü açıklamalarının analizinde; cevaplanmamış sorular olmasının yanı sıra yeni sorular türetmesini de görmek ve kendisine sormak gerekti. Cevaplan(a)mayacağı bilindiği için sorulmadı.

Öncelikle kır yaşamındaki çocuk sahibi olmanın açıklamasının dinsel, sosyal ve geleneksel (ezcümle kültürel) yönleri bakımından eksikliğinden bahsetmek olanaklı. Yukarıdaki ekonomik indirgemeci yaklaşım bir taraftan konuya anlamlı bir açıklama getirirken, diğer yönleri es geçerek tek yönlü bir meşrulaştırmaya da çanak tutuyor görünüyor. Nitekim bu açıklama kırdaki çocuk sahibine “ne yapalım, çok ve erkek çocuk istiyoruz, başka türlü yaşama olanağımız yok” açıklamasını yapma hakkını fazlasıyla veriyor görünüyor. Yani bir üst çıkarım olarak toplumsal olanı bireysel olanın önüne alan bir açıklama alanı yaratıyor. O zaman toplumsal olandan devam edersek dinsel öğretilerin erkek olmayı önde tutan, geleneksel bakımdan kız çocuğunun çocuk olarak bile sayılmaması olguları bir kenara itilebilir oluyor. Hadi bunu iyi niyetle konunun Aile Sosyolojisi gibi bir derste olması sebebiyle araştırma evreninin çerçevelendirilmesi ve sınırlandırılması gerekçesine bağlayalım. Peki kent yaşamındaki kentli insanın çocuğa atfettiği manevi değerin açıklamasının kırda olmayan üzerinden açıklanmasına nasıl bakmak gerek? Yani bu manevi değerin ne olduğunu değil de kırdakine göre ne olmadığını ifade ediyor olmak bir açıklama mıdır? Üstelik kırda olanı da tam olarak açıklayamamışken...

İşte bu açıklama eksiklikleri asıl konumuzu ve sorunsalımızı sorma fırsatı veriyor bize. Bu kentli insanın çocuk sahibi olmaya ve dahi çocuğa atfettiği manevi anlam ne olsa gerek? Ontolojik bakımdan kendini varetme ve onda kendi eksikliğini tamamlama felsefesi mi manevi olan? Aşk’ın felsefesine göre bir ve tek olmak istenen (ya da metafizik olarak salık verilen) karşı bedende bu arzu karşılık bulamayacağı için yine o bedenden bir ve tek bir şey yaratmak mı? Dünyayı değiştirmek isteyen siyasetin bir neferi yetiştirmek mi? “Herkes en az bir çocuk sahibi olmalı” sosyal ön kabulü mü? Yaşlanıldığında el öpecek bir ziyaretçinin olması düşüncesi mi? “Ben anneyim” ya da “baba oldum” dedirten ve kendini böyle olgunlaşmış sayan psikolojik bir durum mu? Ne zaman çocuk sahibi olacaksınız diyen yakın çevre mi? Biraz alkolün dozunun kaçtığı bir ateşli gecenin cilvesi mi? Gelenek mi, görenek mi? Nedir bu manevi anlam? Hepsi mi?

Söz konusu çocuk olduğunda yanına “sahiplik” gibi bir kavramın konmasının dilsel bir anlatım sıkıntısı olduğu kadar, çocuklarla kurulan dayatmacı, yetkeci tutumlara bakıldığında masum bir kavram olmadığına ilişkin düşüncelerim var.* Yani çocuk yaparak onun sahibi olunabiliyor mu öncelikle? Hadi biraz daha yumuşatalım, sahip çıkılabiliyor mu? Bu yumuşatılmış halinden hareketle, hayatının ilk sosyalizasyonunu ebeveyninden alacak olan çocuğa kent yaşamında nasıl bir algılayış dünyası kuruluyor acaba, hiç düşünülmüş mü? Siyasal anlamda atomize olmuş, kültürel olarak değer yitiminin dibinde olan kent insanı için çocuğu nasıl bir model bekliyor acaba? Digiturk’ten aralıksız maç yayını izlemek, plazada çalışırken atılan iş arkadaşlarına destek çıkamayıp kanunen hak olarak verildiği halde sendikal sürece duyarsız kalmak (IBM örneğini Asim Tot alıntılamıştı), AVM’lerden alış veriş yapıp, yemek yemekle mi sahip çıkılacak çocuğa? Çocuğu alıp bir kez bile bir müzeye bir parka bahçeye götürmeden, mahalledeki şen bakkal Ahmet amcadan gazete alırken yapılan ayak üstü sohbete, akşam yemeklerini birlikte yiyip güne ilişkin ya da aile sorunlarına ilişkin eşli dostlu sohbetlere tanık etmeden, birlikte top oynayıp özgüvenini pekiştirmek üzere yalandan yenilmeden, oyuncak bile olsa bir bebeği birlikte sevmeden, kediye süt, çiçeğe su vermeden nasıl bir çocuğa sahip olunabilir? Bir daha soralım: Bir insan ya da çifti neden çocuk sahibi olmak ister? Ve soruyu genişletelim: Çocuk sahibi olunca ne olur? Sahibine ve kendisine...

*: Bu anlatım sıkıntısı kavramı da bir kenarda dursun sonra konuşalım. Dilbilgisi derslerinde anlatım bozukluğu konusu olduğu gibi mesela Felsefe derslerinde de dilsel yetersizlikten ya da bilinçli olarak kurulmuş olan anlatımların anlatım sıkıntısı diye de bir konu olmalı bence.

2 yorum:

  1. Ben onu bunu bilmem de annem hep "Elev Theron'a çocuk çok yakışır" der durur.

    YanıtlaSil
  2. Yazının son iki paragrafına gelene kadar içimden: "Yahu Elev! "Ev sahibi olmak, araba sahibi olmak" der gibi "çocuk sahibi olmak" demek hiç yakıştı mı sana diye mızırdanıp durdum ama mızırdanmalarım boşa çıktı, ne güzel...

    Bir kentli neden "çocuk dünyaya getirir", neden "ana-baba olur, neden "çocuk yapar"? Bir oğlan anası olarak; atfedilen bütün manevi anlamların ötesinde işin fiziksel boyutu da var, en azından benim için öyleydi: öyle bir zaman geldi ki her ay döllensin diye yumurtalarımı rahmime salan bedenim, hormonlarım, beynim, her ne ise işte, artık döllenmemiş yumurtaları dışarı atmak istemedi. Sokaklarda gördüğüm bebeklere saldırmakla başlayan süreç, gebe kalmak, çocuk doğurmak, onu emzirmek için duyduğum neredeyse başa çıkılmaz bir istek hailine dönüştü. "Çocuk sahibi olmak"tan çok "anne olmak" isteği... Ben belki de hayvansal güdülerimin peşinden giderek oğlumu kucakladım. Yanımda bebeğe iyi baba olacağından emin olamadığım bir adam olsaydı, o bebeğe en iyi şekilde bakabilecek kadar para getiren bir işim olmasaydı güdülerimin peşinden böyle gidebilir miydim bilmiyorum...

    YanıtlaSil