23 Kasım 2010 Salı

Sen prenses değilsin, uyuma!

Nuri Bilge Ceylan hakkında bir dünya olumsuz eleştiride bulunduktan sonra, NBC dünyayı kasıp kavuran prestijli bir yönetmen olunca, bir anda onu yere göğe sığdıramayan Atilla Dorsay gibi ikiyüzlü olmayalım yeter bence. Seyrettiğimiz filmler hakkında konuşurken içten olalım ama akıllı da olalım. Mümkünse fazladan iki gözle izleyelim filmleri, okuyalım kitapları, dinleyelim masalları…

“Fazladan iki göz”le ne kastettiğimden başlamak isterim. Bu fazladan iki göz benim için aslında ‘filmin alt okuması’ dediğimiz şey. Dünyanın her açıdan en kaliteli, en en en filmlerinde bize alttan alta verilmeye çalışılan, hatta bazen dayatılan fikirlere karşı gözümüz kulağımız açık olmalı her zaman. Örneğin benim ve belki de birçoklarının, bilemiyorum, bestesini bildiği tek ulusal marş, pek tabii ki ABD’ninki. Çok basit bir örnekti bu. “Aman bir ülkenin marşına aşina olmakla bir şey olur mu” dememek gerek. Keşke dünya üzerindeki 200  küsur ülkenin marşını daha giriş namesinden tanısak ama ne mümkün? Henüz Belçika ile Almanya’nın bayraklarını karıştırıyoruz ki onlar da az değil tabii ama ABD marşı hangi filmde çalınsa mırıldanırım içimden örneğin.

Bir alt okuma üstadı, hâlâ seyretmediğim ama çok önemli olduğunu düşündüğüm bir film hakkında şöyle bir okumada bulunmuştu: “Filmdeki cenin, çöken sosyalizmi temsil ediyor” Öyledir ya da değildir bilemem ama etkilenmiştim. Ben de böyle olmayı çok da isterim ama çok eksiğim kendi adıma. Yine de gözüm açık izlemeye çalışıyorum gözüm ve aklım yettiğince. Her filme şüpheyle yaklaşıyorum. “Ulan çok güzel film ama kesin bir puştluk var” dediğim çok oluyor. Tabii bunu şizofreniye dönüştürüp iki kuruşluk sinema zevkinin içine etmeden… Bazen kendime göre bir puştluk yakalıyorum ki kim bilir yönetmen belki öyle bir şeyi aklından geçirmedi; bazen de beğendiğim bir film hakkında bir yazı okuyup ulan bunu ben nasıl görmedim dediğim oluyor ve pek tabii yazıya hak verdiğim…

Basit bir örnekle devam edeyim. Slumdog Millionaire’deki ‘kader’ vurgusuna dikkat etmek gerek bence. Evet, Yeşilçam tadında film demiştim ama yine de ‘kader’ vurgusunu tehlikeli buluyorum. Bu ve bunun gibi örnekler biz farkında olmadan içimize işliyor / işletiyor çoğu zaman. Ne bileyim, Hitler’den daha Hitler olan Goebbels’in işleri belki sanatsal açıdan harika eserler olabilir seyretmedim hiç ama o filmleri izleyip Yahudi’den sabun yapmaya kalkmayalım örneğin. Anlatmak istediğim biraz bu işte.

Benim derim biraz Maria Puder’de de varmış, bugün onu gördüm. Silah zoruyla bloga yazdırırken kendisini, ben de onun yazdıklarını okumadan Prensesin Uykusu’na gittim. Bu yazı da güya onun yazdıklarını okumadan yazılacaktı ama gözüm kaydı(!).

Ben Çağan Irmak’ı sevmem. ‘Niye sevmem’i hep “çünkü belden aşağı vuruyor” diye açıklarım. Filmlerinin teknik taktik analizleri hakkında konuşup yazmak haddime olmadığı gibi umrumda da değil. Yılmaz Erdoğan’ın son filmindeki devam sorunu hiç umrumda değil örneğin. Bazıları o hatayı yakalamış ve filmi itin götüne sokup çıkarmıştı. Oysa bilmiyorum ama o kadar basit olmamalı bence. Sokup çıkarılacak bir şeyler varsa o filmde, o hatadan dolayı olmamalıydı yani. (Yılmaz Erdoğan gece yatarken ayağında siyah çorap var, sabah kalkınca çorabın yeşil olduğunu görüyoruz. Renkleri salladım ama mesele bu)

Çağan Irmak meselesinde ikircikliyim artık. Sevmem dedim ama Atilla Dorsay ikiyüzlüğüne kaçmaktan korktuğum için olaya düz bakmak istiyorum. Biz ki teknik açıdan en kalitesiz Yeşilçam filmlerini tekrar tekrar, bayıla bayıla ve her seferinde ağlaya ağlaya seyreden bir milletsek Çağan Irmak’a laf etmek en azından ben ve benim gibilere düşmez diye düşünüyorum. Haa alttan alta milliyetçiliği, homofobiyi vs. övdüğünü yakalarsam filmlerinde gözünün yaşına bakmam ama böyle bir şey yakalamadığım sürece benim içim sorun yok. Varsın belden aşağı vursun. Ben de o zaman daha belden aşağı vurup diyorum ki; her gün birileri belden aşağı vurmuyor mu bize? Adam bizim hikâyemizi çekiyor işte daha ne istiyoruz? Babam ve Oğlum’da 12 Eylül’e ucundan değinmiş, o acılarla prim yapmış, yapsın! Filmin tek sahnesinde ağlamadığımız Eve Dönüş 12 Eylül’e kökünden değindi de ne oldu? Film hakkında kaç tane iyi yazı çıktı, onu da geçtim kaçımız seyretti filmi? Hadi onu da geçtim. Böyle bir filmden kaçımız haberdar olduk?

Hep diyorum. Bu ülke, senede iki elin parmaklarını geçmeyen filmlerin çekildiği dönemleri de gördü. Bırakın şimdi kim ne istiyorsa çeksin. Böyle böyle oturacak bu iş. Elbet zamanı gelecek ve “Çağan Irmak mı aman ben gitmem onun filmine” dediğimiz günler de olacak ama örneğin bu hafta gösterime giren filmlerden sadece biri yerliydi ve o da Prensesin Uykusu’ydu, alternatif vardı da biz mi gitmedik? (Alternatifin yerli olması gerekmez ama serinin önceki filmlerini seyretmemiş biri olarak Harry Potter’a da gidemezdim)

Sektör gelişmedi diye olumsuz laf etmeyelim demiyorum hatta daha iyi filmler için eleştiri mekanizması şart ama insanların hevesini kaçırmadan yapmak gerek eleştiriyi. Sakın haa “benim eleştirimle hevesi kaçacaksa…” diye başlayan cümleler kurmayın, rica ederim. Hepimiz insanız. Ben “film gereksiz uzundu” eleştirileri yüzünden katilin kim olduğunun anlaşıldığı sahneyi kesip filmini kısaltan yönetmenler gördüm bu ülkede. (Bkz. Münferit)

Birçoğumuz çok filmler seyrettik, bazılarımız bu işlerin okulunda bile okuduk ama sadece sinemaya dair değil hayatın her alanında yaptığımız eleştiriler olaya bir açıdan bakmakla kalmamalı. (Elev Theron’a selam ederek; ‘söylem analizi’) Filmlere dair okumaları nasıl yapabiliyorsak, bir yönetmeni ya da yanımızdaki komşumuzu her neyse, sadece bir işi üzerinden değil, yaşama bakışıyla, beklentileriyle, belki aldığı / almadığı eğitim ya da -herkesi deri koltuğa oturtma şansımız yok ama- geçmişinde yaşadığı bir olayı da göze alarak değerlendirmek gerekiyor.

Hayatımda bir yazı için yaptığım en uzun girişi, Çağan Irmak’ı savunmak ya da Prensesin Uykusu’nu övmek için yapmadım. Prensesin Uykusu, benim öve öve anlatacağım bir film değil ama seyretmeyin de demem. Vaay Arkadaş yazısında da belirttiğim gibi bütün olumsuzluklarına karşın Türkiye’de artık böyle filmler de çekiliyor. Ben seyretmeyin demem hatta madem bu işte buraya kadar gelmişiz, seyredin, eleştirin ki bir çuval inciri berbat etmeyelim. Sanki bu ülkenin yeni bir sinema ekolü olacak gibi... Sinemacılar kadar bize de iş düşüyor ama. Bunun için eleştiri gerek ama at gözlüğünden kurtulmuş bir eleştiri. Son söz de ‘sade izleyici’ye. Çok ağlatan ya da çok güldüren filmleri sadece bu özellikleri nedeniyle baş tacı etmeden önce fazladan bir göz ve kulakla seyredin o filmleri, şüphe iyidir.

Prensesin Uykusu’na dair iki kelam etmek için oturmuştum ama neredeyse filme dair hiçbir şey söylemeden kalkıyorum, bana da helal olsun. Dertler çok oldukça ve bunları biriktirdikçe yazılmıyor işte. Oysa hep derim; sıçtığın boku sakın konuşma ama sıçtığın boku bile mutlaka yaz.

Filmden aklımda kalacak tek şey, Çağan Irmak’a önceki filmlerinden dolayı yöneltilen eleştirilere, film içinde bir şekilde yanıt vermesi. Vizontele Tubaa’da Yılmaz Erdoğan’ın lise edebiyat öğretmenine laf soktuğu giriş sahnesi (3.50'ye kadar) var ya, burada da öyle bir şey var. Yorumu izleyiciye bırakıyorum. Filmlerden bağımsız olarak bu tercih bile tartışmaya değer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder