21 Mart 2012 Çarşamba

Murat Davman - Yeni Macera (Bölüm: II)

Beşincisi kaçırılıp da bir süre alıkonulduktan sonra serbest bırakılan biriydi. Kendisine telefonla ulaşabildim. Medyanın çoktan keşfedip diline doladığı bir hikayenin yıldızı olarak, hayran olunası bir umursamazlıkla,  uzun süren  soğuk havalardan sıkıldığını, (muhtemelen alıkonulduğu yer çok soğuktu)  bir an önce baharın, yazın gelmesini istediğini ve ilk otobüsle Antalya’ya gideceğini söyleyen biriydi. Neden kaçırıldığı ya da neden serbest bırakıldığı konusunda bir fikri yoktu. Ama tedirgin ve çelişkili konuşmalarından bir şeyleri gizlediği belli oluyordu. Cep telefonu sinyallerini takip eden yardımcım, sahiden de ertesi sabah Antalya’da olduğunu teyit etti.

Sabah Leman Sam ile uyanıp merkeze yollandım. Saf yardımcımın ağzını açmasına fırsat vermeden dosyayı elinden kaptım, ofisime girdim.  Kaçırılan filmcinin ofisine Elev Theron mahlaslı birinin dikkatine çekilen faksta  “Yazmazsan sıra sana gelecek” deniliyordu. Bilişim suçları takip bürosundaki arkadaşlardan rica ederek Elev Theron’un adres ve kimlik bilgilerine ulaştım. Daha önce GIA adındaki bir internet ansiklopedisine girmiş olduğu yüzlerce anlamı okumaya başlayınca, kayboldum.

Sekreterim odaya elinde sade kahveyle “Hayrola Murat Bey? Sesiniz soluğunuz çıkmıyor, öldünüz sandım,” deyip kahkalarla içeri girdiğinde, gözlerim hala ekrandaydı. “Müthiş bir yazar” diye düşünürken başımı kaldırdım ve sordum:
“Elev Theron ismi sana da tanıdık geliyor mu?”
“Ayol yılların GIA’cısı, bilinmez mi hiç?”
“Yazarlığı da varmış...”
“Bakın bunu bilmiyordum.”

Her zamanki gibi oyalanıyordu içerde, saksıları, perdeleri gözden geçirdi, dosya raflarını düzeltip, tozlarını alır gibi yapıyordu. Belliydi, iltifat duymadan çıkmayacaktı.
“Vasat bir iltifatla yetinebilir misin bugün?”
Güldü, başıyla onayladı.
“İri gözlerinizin hareli karası başımı döndürüyor, Yasemin Hanım...”
“Ooo, bu beklediğimden de iyiydi,” diye kıkırdayıp gitti.

Önümdeki yeşil dosyaya baktım, Yasemin Hanım’a eşiyle sürekli kavga ettiklerini bildiğimi söyleyeceğim ve hep ertelediğim o meçhul günü bir kez daha hayal ettim, sabırsızlık ve sıkıntıyla iç geçirdim. Güneş öğleni çoktan bulmuştu, işe koyulmak lazımdı.

Küçük Çamlıca’yı hep sevmişimdir, havası serin, gürültüsü azdır. Elev Theron, plazalaşmaya gücü olmayan mütevazi bir şirkette çalışıyordu. Kapıyı, telefon kablolarına dolanmış bir sekreter açtı. Dahiliden Elev Theron’a ziyaretçisi olduğumu bildirdi ve yolu tarif etti. Dar koridorun sonundaki odadan yüksek sesle konuşan birinin sesi geliyordu.  Etrafa çatapat misali neşe saçan şirin bir kıza Elev Theron’u sordum. İleride  bilgisayar ekranının başında, elinde sigarasıyla oturan adamı işaret etti.

Kumral, uzun boylu yakışıklı bir adamdı. Güçlü kuvvetli görünümüne rağmen yüzü, sanki bir karıncayı bile incitemeyecek gibiydi. Yanına yaklaşıp elimi uzatırken burnuma hafif bir kanyak kokusu geliyordu.

Beni odasına davet etti. Davudi bir gülüş, sert bakışlar, gürül gürül bir ses.
“Hoş geldiniz, oturun buyurun” dedi. Ne içeceğimi sordu.
“Sizin içtiğinizin aynısından”
“Günün bu saati için size biraz erken olmasın?”
Sandalyeye yaslanmış, kanyaklı kahvemi yudumlarken o ekranın önünde mırıldanarak “kadim dildeki adını da öğreneceğiz elbet” diyerek yazmakta olduğu yazıyı bırakıp bana döndü.
“Nasıl yardımcı olabilirim size, Murat Bey?”
“Son zamanlarda kaçırılan kişilerden haberiniz olmuştur, bir kısmı medyaya da yansıdı. En son dün bir reklamcının ofisine size hitaben bir faks gönderildi.” Faksı kendisine uzattım. Sigarasından derin bir nefes alıp arkasına yaslanarak tek cümlelik iletiyi okudu ve dalgınlaştı. Bakışlarım onu rahatsız etmiş olmalıydı.
              "Hep böyle şüpheci misinizdir Murat Bey?"
              "Şüphe etmek benim işim Elev Theron. Hem -siz daha iyi bilirsiniz ama- felsefi tavır da bunu gerektirmez mi?"
               "Felsefi tavır... Evet haklısınız... Felsefi tavır elbette"

 O esnada ikindi ezanı okunmaya başladı, epeyce gür bir sesle, yakınlarda bir cami olmalıydı. Sonra birden;
“Minare ile Deniz feneri arasında ne fark vardır Murat Bey, bilir misiniz?” dedi. Bilmediğimi gösterir şekilde başımı salladım.

“Bakın, sembolize ettiği örtük anlamları bakımından ayrı kutuplarda duran iki kavramdır minare ve deniz feneri.
Minare; gerçeğe ve kurtuluşa çağrıda bulunur. "Gel" der, "kurtuluşun bende, gerçeği ben biliyorum, boşuna arama". Size, kendisine gelmenizi öğütleyen bir tavır sergiler. Ne yapmanız gerektiğini bilir ve size yönünüzü gösterir. Mekân olarak olduğu kadar ideolojisi ile de merkezdedir.
Fener ise; kıyıda yer alır öncelikle. Onun çağrısı tam tersine "bana gelme" biçimindedir. Çünkü "bana gelirsen yok olursun" demektedir. Ne yapman gerektiğini öğütlemez hiç bir zaman, nitekim ışığı tek bir yönü işaret etmez. Bu nedenle hazır yaşama kalıpları sunmaz. Tehlikeli ve tekinsizdir.
Felsefi tavır, minarenin değil, fenerin çağrısına kulak vermektir. Nitekim felsefe yapıyor olmak, bir anlamda kendi ruhuna işkence yapıyor olmaktır. Bir yandan eksikliğini tamamlamak diğer yandan başka eksiklikler kazanmak için yolda olmaktır felsefe. Bir arayıştır yani ve size, kendinizi bulacağınızın sözünü vermez. Zaten her kim ki, "yapman gereken budur" diyorsa orada felsefe bitmiş demektir. Yolda olmanın amacı, hedefi teorik bilgiler yığını edinmek değil, "yaşama ustalığı" kazanmaktır. Yolculuğa çıkılırken insanlar yanlarına çok sayıda şey alırlar ama her şeyi de alamazlar. Yaşama ustalığı için yola çıkanın yanına alamadığı, geride bıraktığı şey verili yaşam kalıplarıdır, sorgulanmamış, hesaplaşılmamış fikirlerdir. Bunlar insanı elbette rahatlığa taşıyan şeylerdir üstelik. Ancak felsefe yapıyor olmak bir rahatsızlıktan çıkar. Kendi konumundan memnun bir yerde ve insanda felsefe olmaz.

Yaşama ustalığının temeli insan olmaktır; yaşamın dertlerine rağmen yaşamak, mutluluğu insanlık değerlerinden öte bir yerde aramadan ustalaşmak. Değiştirilebilecek ne varsa değiştirmek, değiştirilemeyenleri kabul etmek. Yaşamanın ilk ayağı, olup biteni görebilmek, gereksiz olan ne kadar tutku ve düşünce varsa bir kenara atabilme ustalığıdır. Bilginin dostu olmak, onun peşindeyken dönüşmek, dönüştürmek demektir. Yaşama ustalığı budur.

Kendini tanımak cesaretiyle yolcu olmaya karar verdiyseniz ki, kendini tanımak isteği aslında ne olduğunu bilmek değil, ne olmadığına dair bir tutamak noktası edinmektir, deniz fenerlerine dikkat etmeniz ve kendi kendinize gurbet olmaya hazırlıklı olmanız gerekir. Ama yolcu olamayacaksanız doğruyu apaçık ve sorgusuz biçimde bilen minare zaten hemen yanı başınızdadır.”
Neredeyse soluksuz konuşmuştu. Durduğunda derin bir nefes alıp, arkasına yaslandı. Telefonu kaldırıp bir numara çevirdi, konuşmadan kapattı.

“Sanırım zanlının kim olduğunu anladınız Elev Theron, onu tanıyor olabilir misiniz?”
“Bir kahve daha alır mısınız Murat Bey?”

devam edecek...
(Murat Uyurkulak'ın Tutkular Kitaplığı öyküsünden intihal edilmiştir)

4 yorum:

  1. 32 kısım tekmili birden isterük :)

    YanıtlaSil
  2. Elev Theron'un Davman'a sarfettiği sözler de intihal bu arada. Yani intihal içinde intihal :) Güzel olmuş.

    YanıtlaSil
  3. O zaman doğru yoldayız demektir. :)) Daha yayınlanmadan 160.000 sipariş alan "İskender" romanının intihal edildiği söylenen "İnci Gibi Dişler" romanının da intihal olduğu söyleniyordu. Başarının sırrı buymuş :))

    YanıtlaSil