23 Mart 2012 Cuma

Murat Davman - Yeni Macera (Bölüm: III ve SON)


Anlayacağımı anlamıştım. Çıkarken yardımcımı aradım, İstanbul’daki tüm deniz fenerlerinin kontrol edilmesi emrini verdim, kendisine de Zeyrek Camii’ne gidip ikindi namazı kılmasını söyledim. Kafası karıştı, bir şey söylemesine izin vermeden telefonu kapattım.

Büyükada’ya gitmek üzere ilk motora bindim. Yıllar önceki son gidişimde, şehir hatlarının vapurları vardı bu güzergâhta, şimdi kutu gibi küçük motorlar çalışmaya başlamış.
Akşam güneşi denize çarpıp, ufku kızıllaştırıyordu. Dışarıya oturup bir sigara yaktım. Beyaz köpükler çıkararak ilerleyen motorun kıç tarafında, iskeleden aldığım gazetenin sayfalarını karıştırmaya başladım. İlk gençliğimden beri tanıdığım Alyanaklı Niko’nun ölüm ilanını görünce moralim bozuldu. Gazeteyi buruşturup yere fırlattım. Cebimdeki kanyaktan büyük bir fırt alıp ufka daldım. Motorun görevlilerinden biri geldi yanıma.
“Beyefendi motorlarda içki içmek İBŞBUKOMEŞŞ kararıyla yasaklanmıştır. Lütfen içki içmeyin”
Aslında bu baldudak badem bıyıklı adamla uğraşabilirdim, ama mecalim yoktu. Tamam, anlamında başımı salladım. Bir süre daha tepemde dikildikten sonra gitti.
İskeleden az ilerideki faytonlara varıp, en öndekine atladım. “Hristos’a” deyip, cebimdeki kanyağı çıkardım. Bir iki fırt aldım. Altmışlarına merdiven dayamış faytoncu beni ikircikli, tedirgin bakışlarla süzdü.
“Buraların eskilerinden misiniz beyim” dedi. “Hristos adını çok az kişi bilir”
Liseyi adada okuduğumdan, 14-15 yaşlarımda ikinci amatör kümede adanın futbol takımında top koşturduğumdan, Halil Abi’den, balkonunda rembetiko ve renkli ampuller eksik olmayan evimizden, komşumuz Pope’den… bahsetmedim. Bir sigara daha yaktım.
Sigaram bittiğinde fayton durmuştu, her iki atın sırtından dumanlar çıkıyordu. Cebimdeki parayı uzattım, üstünü beklemeden indim.
“Kışın kozalağa çıkardık” dedim faytoncuya dönerek. Cevabı dinlemeden yetimhaneye doğru yürüdüm. Yerdeki ayak izlerinden bu boş yapının benden önce başka ziyaretçileri olduğu belli oluyordu.
Gıcırdayarak açılan dev ahşap kapının içeridekilere geldiğimi haber vereceğini biliyordum. Kapı gıcırtısından daha önce başka bir şey mekânın sakinlerini uyarmış olmalıydı. İçerisi boştu, yakın zamanda birilerinin kullandığı belli oluyordu. Ortadaki eski masanın üzerinde yarısı yenilmiş bir ekmekle, biraz zeytin ve beyaz peynir, yerde de iki tane boş şarap şişesi vardı. Ekmek torbasının altındaki kitap dikkatimi çekti: Reha Mağden / Yazgıların Tableti. Alıp cebime attım kitabı. Daha fazla oyalanmamın anlamı yoktu, gitmişlerdi. Ekmekten bir parça koparıp ağzıma attığımda, sabahtan beri bir şey yemediğimi hatırladım.
Yürüyerek iskeleye vardım. Yol üzerindeki şarküteriden yarım bagetin içine salam, kaşar, turşu koydurmuştum. Yanaşan ilk motora atlayıp, bir büyük çay söyledim. Onları nerde bulacağımı biliyordum, acele etmeme gerek yoktu.
Cep telefonum çaldı. Yardımcım arıyordu. İkindi namazının farzını kıldığını, devam edip etmemesi konusunda emirlerimi beklediğini söylüyordu. Saf yardımcımın bu hallerine hem gülüyor, hem de üzülüyordum. Nerede olduğumu sordu. Domuz Tepesi’ne gittiğimi söyledim. İlk kez duymuş ismini. Küba’daki Domuzlar Burnu’ndan haberi vardı, ama Domuz Tepesi’nden haberi yoktu.

“Dinle, Heybeliada'nın dört tepesinden biridir. Denizden yüksekliği 98 metre civarıdır.  Senin ilgini çekecek bir detay daha vereyim. Bizans zamanından kalan adı Makaryos tepesidir. Evet, aynı Başpiskopos Makaryos gibi. Çok eskiden domuz yetiştirildiği ya da beslendiği için zaman içinde domuz tepesi adıyla anılmaya başlamış. Tepede eski bir Rum yapısı vardır, Makaryos Manastırı olarak geçer, nöbetçisi dışında oturanı yoktur. İçinde ibadet yeri de olmasına karşın bakımsızlık ve dik yokuşu nedeniyle tercih edilmez. Sence de aranan bir zanlı için iyi bir mekân değil mi burası?”

“Evet, evet. Her gece mehtaba çıkılan Heybeli akşamlarının seyredileceği en güzel yerlerden biridir. Ada dışından gelenlerin pek bilmediği bilenlerin ise dik yokuşu nedeniyle tercih etmediği bu yere kim giderse genelde yalnız başına olur. Neyse, çok uzattın. Müdüre haber ver. Vaka çözüldü.

Yarım saate yakın bir sürede yürüyerek ulaştım Domuz Tepesine. Makaryos Manastırın kapısı kıpırdar gibi oldu yaklaşınca. Tehlikeli bir durum olmadığını hissediyordum, silahıma dokunmadım bile. Kapıdan içeri girdiğimde elleri arkadan bağlanmış şekilde tahta sıralarda oturan dört kişiyi ve kürsüde elindeki kitabı okumakta olan şahsı fark etmem zor olmadı. Kürsüdeki adam başını hafifçe kaldırarak:
“Sonunda beni buldunuz Murat Bey” dedi.
“Geleceğimden haberdar olduğunuzu düşünmüştüm”
“En başından beri”
“Demek ki bulunmak istiyordunuz?”
“Bulunmak değil, aslında okunmak ve yazılmak diyelim. Çok da kişisel bir istek değildi bu. Bana ulaştığınıza göre, nedenlerini biliyor olmalısınız.”
Kısa bir sessizlik oldu, başını öne eğip, bir sigara yaktı. Captain Black’i ben de severim. Kokusu burnuma kadar geldi.
“Başka çarem kalmamıştı. Okurlar ile yazarlar arasında sıkışıp kalmıştım. Okurlar her gün en az üç tane bilimsel makale, tezler ve bilumum dünyanın en önemli yazılarını bekler bir haldeydi.
Yazarlar ise; ‘ben geyik yapmam arkadaş, ille de çok önemli şeyler yazarım, yazdığım şeyin edebi değer taşımasına önem veririm, kimseyi ilgilendirmeyen bakkalım Halil Amca ile ilgili bir detaydan kime ne, ben ki sosyoloji, psikoloji, mimarlık, fizik, edebiyat, işletme okumuş adamım. Yazdım mı en az lisans tezi tadında yazmayacaksam hiç yazmam kardeşim’ düşüncesiyle bloga iki satır kelam etmeyip sahipsiz bırakıyorlardı.”

“Evet, özellikle ‘Bloguma Dokunma’ yazınızı gördüğümde sizden şüphelenmiştim, ama orada belirttiğiniz nedenlerin blog yazarlarını kaçırıp, alıkoymanız için yeterli olup olmadığını bilemiyordum”

Yardımcım, yanında takviye kuvvetlerle birlikte içeri girdiğinde, silahlarını indirmelerini emrettim. Ara Nubaryan’ın ellerini kelepçelemeye çalışan polis memuruna engel oldum. Kaçmaya kalkışmayacağını biliyordum. Bana dönerek;
“Altısıyla tanıştınız; Apama Nizar, Meşru Zeminyan, Necip Karaosmanoğlu, Sava Sipataktikis, Machu Pichu, Elev Theron… Diğerlerine de benden selam söyleyin. Her an geri dönebileceğimi de”
“Aslında yedi”
“Yedi mi?”
Şaşırmışa benziyordu.
“Evet yedi, Asim TOT’un peş peşe gelen ‘Yazgıların Tableti’ yazıları, o kitabı okumama vesile oldu. Baskısı olmadığını fark edince kendisiyle irtibata geçip, ondan aldım. Aynı kitabı Hristos’da masanın üzerinde görünce bu olayların sorumlusunun siz olduğunuzu anladım.“
“Tebrikler Murat Bey”
“Yalnız anlamadığım son bir şey var. Kaçırdığınız kişilerin ikametleri arasında coğrafi bir yakınlık yok. Rastgele bir sırayla kaçırdığınızı da sanmıyorum onları. Özel bir nedeni olmalı.” Kurnazca gülümsedi, yürümeye başladı iki polis memurunun kolunda. Sonra duraklayıp, arkasına döndü.
“Blogda en az yazısı olandan başladım. Hayret, bunu fark edeceğinizi düşünmüştüm”

******
Sarışın kanyakları tazeleyip geldi.
“Nereden buldun kanyağı, hiçbir yerde bulamıyorum ben. TEKEL bayilerinden kaldırmışlar mıdır nedir?”
Sorularıma cevap vermez, güler ve öperdi. Güldü, öptü.
“Sadece senin mi gizli bağlantıların var sanıyorsun…
Neden bana hiç söylemedin?”
“Neyi?”
“Bir göbek adın olduğunu”
“Nerden çıktı şimdi bu?”
“Sabah kimliğine baktım ilk kez. Demek siz aslında Murat Asim Davman’sınız?”
Cevap vermedim. Çok yorgundum. Kanyağı dikip odaya yollandım. Su içtim. Yalnız uyudum.

(Murat Uyurkulak'ın Tutkular Kitaplığı öyküsünden intihal edilmiştir. Sürçülisan etmiş isem af dilerim, hikayede ismi geçen blog sakinlerinden)

2 yorum:

  1. blog sakinleri manidar oldu, sakinler gerçekten ben dahil. değirmen eser :)

    YanıtlaSil
  2. Blog sakinleri hiç de sakin değiller, kanları kaynıyor lakin yoğunluk iflahlarını kurutuyor. Takipteyiz, sıkı takipteyiz ama malumunuz, değirmen hep esiyor...

    YanıtlaSil