20 Ekim 2012 Cumartesi

7


Cemil Demirkubuz’a…

Sezonun ilk maçına lisansım yetişmediği için çıkamadım. Böyle şanssızlıkların hep beni bulduğuna inandığım yaşlardayım. İşte, dedim yine…

Bir dünya evrakı bütün takımla birlikte doldurduğum, çektirirken fotoğrafçının “oğlum gül biraz” yakarışlarını -adama uyuz olduğumdan değil ki adama da uyuz oluyordum ayrı konu- kasıldığım için gülemediğimden hiçe saydığım 8 adet vesikalık fotoğrafımı bile herkesten önce ben teslim ettiğim halde kulübe, “senin lisansın yetişmedi” dediler. Nedenini sorgulamadan şansıma küsmekle yetinip ilk haftayı seyirci olarak geçirdim.

İlk haftaki 10-0’lık hezimetin ardından ikinci hafta ben de kadrodaydım. Yılın üç beş günü lodos yapar adada, onlardan biri de bize vurdu. Tam kadro iskeledeyken seferlerin iptali anons edildi. Oysa bize göre havada bir şey yoktu, hepimiz adanın balıkçı çocuklarıydık ve bu havada bıraksalar kıçtan takma 9,9’luk sandalla değil Bostancı’ya, Boğaz’a gider gelirdik. İskelede yatan vapurun kaptanıyla kulüp başkanı ve teknik heyetten bir dizi abimiz görüşmeye gitti. İskelede bekleyen biz genç takımın ise dünya umurunda değildi, biri hariç; ben… Şanssızlığım sürüyordu ve annemin duaları tutuyordu; futbolcu olmamam için herkes dört bir koldan uğraşıyordu işte.

“Kaptan bu havada ne var allaşkına”yla başlayan görüşme kaptana silah çekilmesiyle son bulunca tarifede bile olmayan ‘direkt Bostancı’ vapurunun 10 dakika sonra hareket edeceği anons edildi. Apar topar vapura doluştuk. Bizimle birlikte bir dizi lodos mağduru da fırsattan istifade bindiler vapura.

Maça geç kalmıştık ve vapur Bostancı’ya yanaştıktan itibaren hızlı hareket etmemiz tembih edilirken teknik direktörümüzün aklına “beş dakka beş dakkadır” düşüncesiyle bir fikir geldi. Vapurda giyinecek, maça hazır halde stada varacaktık. Az önce silah çekilen kaptana çıkıldı tekrar. Vapurların ‘sınıf’ sistemiyle yolcu aldığı ama günümüzde yolcu alınmayan ‘üçüncü sınıf mahhalli’nde giyinmemiz için kaptana rica edildi. Kilitli salon açıldı ve biz tam kadro doluştuk. Daha ilk 11 belli değilken tüm kadro soyunmuş, don atlet teknik direktörün açıklayacağı kadroyu bekliyorduk vapurda. Fazla bekletmeden ilk 11’i saydı da hoca, adını ve numarasını duyan formasnı giymeye başladı. İlk 11’deydim ve sevmediğim iki numaradan birini giyeceğim söylenmişti. Şanssızlığım sürüyordu ama bu kez çok takmadım. 18 formanın birbirine karıştığı bavulda ‘8’ numaralı formayı aramaya başladım. (8’le birlikte bir ilk 11 kadrosunda en sevmediğim numara 6’dır. Bana göre hiçbir özelliği olmayan iki numara 8 ve 6. Hiçbir özelliği olmayan futbolcu numaraları... 8 numara deyince aklıma Rıza Çalımbay’dan başkası gelmez. Tamam zamanın iyi topçusuydu, çalışkandı, atomdu ama 8 nedir kardeşim? Recep Çetin’in giydiği 2’nin bile daha büyük karizması vardır ki Sergen Yalçın Trabzon’da oynarken giymiştir 2'yi, neyse…)

Arkadaşlarım formalarını bulup giydikçe bavuldaki forma azaldı, yine de neye elimi atsam 8’i bulamadım. Yedekler dahil herkes giyinmişti ve hocanın "oğlum giyinsene, vapur yanaşıyor” cümlesiyle kendime geldim. “Hocam 8 yok!”

Nedeni çok geçmeden anlaşıldı. İlk hafta 8 numarayı giyen Mümtaz formasını yıkayıp getirmeyi unutmuştu. (Bu arada Mümtaz takımın tek ‘yazlıkçı’ ve zengin çocuğuydu; şımarıktı, umursamazdı. Biz yapsak aynı şeyi, yemediğimiz fırça kalmazdı. Mümtaz’a kimse ağzını açmadı) Hocamız bavula elini atıp “al bunu giy sen de” dedi. Şanssızlığım hız kesmeden sürüyordu. Bana reva görülen forma çıkmamıştı bavuldan. Herkes 3’ünü 9’unu giyerken benim şansıma kel alaka ‘17’ düştü. Formanın arkasında adının yazdığı ve 99’a kadar istediğin numarayı giydiğin yıllara henüz gelinmemişti. Şimdi olsa aynı şey ve herkes 1’den 11’e giyinirken ben 17 giysem karizmatik, farklı hissederdim kendimi ama o zaman değil… Mecbur ben de giydim 17’yi. (Bu arada 17’nin 1+7 o da eşittir 8 olması durumuna girmeyeceğim)

Vapur yanaştı ve Bostancı iskelesinin uzun ince koridorundan maça yetişmek için koşarak çıktık. Bu sırada seferler başlar umuduyla iskelede bulunan yüzlerce adalı bizi çılgınlar gibi alkışladı. O alkışlı koşu sırasında herkesin boyu 10’ar santim uzarken tek kısalan bendim. 17 numaralı formayla insanlar beni yedek sanacaktı. O an “ben de ilk 11’deyim, numarama aldanmayın” diye çığlık atmak istedim, atamadım. Bize bakan adalılara sırt numaramı göstermemeye çalışarak koşuma devam ettim. Minibüse bindiğimizde maça 45 dakika, bizim açık trafikte en iyi olasılıkla gideceğimiz 40 dakikalık yol vardı. Şimdi tam da Formula1 yarışlarının yapıldığı yerde olan stada, daha o zamanlar Michael Schumacher’den habersiz şoförümüz sayesinde 25 dakikada ulaştık. Minibüsten iner inmez ilk 11 aynı hızla sahaya çıktı, ısınmak için. Hepimiz harap ve bitaptık. Yalandan iki koşu sonrası herkes şut çekmeye başladı. Isınma hareketlerine devam eden sadece bendim.

Grupta yenebileceğimiz tek takımı, maçı Beşiktaş’ın altyapısından biri izlediği için 6-2 kaybettik. Orta sahada topu alan çalıma girişti maç boyu. Haftalarca yaptığımız 5’e 2’leri, üçgenleri, verkeçları hatırlayan, hatırlamak isteyen çıkmadı maç boyu. Attığımız iki golün pasını verdim, golü atabilecekken… Belki gol atamam diye kendime güvenmediğim, belki bir santrafor egoistliği taşımadığım, belki de insanları mutlu etmeyi sevdiğim için o son topa ben vurmadım.

Yıllar içinde, bu kez yine annemin zorlamasıyla başka bir spor dalıyla uğraşmaya başladım. Türkiye şampiyonlukları, milli takımlar ardı sıra geldi. Yaptığım sporu hep çok sevdim ama futbolcu olmak da hep ukde olarak kaldı bir yerlerimde.

Bugün hâlâ Beşiktaş’la sahaya çıktığımı hayal ederim gece yatınca. Forma numaraları artık bavuldan çekilen tombala gibi değil, herkes istediğini giyiyor. Çok düşündüm Beşiktaş’ta oynasam kaç giyerdim diye… Sanırım ‘7’ olurdu.

Hayatım boyunca penaltıları O’nun gibi attığım için hiç kaçırmadım çünkü…  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder