18 Kasım 2008 Salı

Benim derdim başka (BirGün yazıları 14)

Bu okuduğunuz on dördüncü yazım. İlk kez bu hafta, bir türlü başlayamadım yazıya. Daha doğrusu başladım, sildim, başladım sildim… Yazma dedim defalarca ama dayanamıyorum, yazacağım. Gezi yazısı yazmayacağım diye söz vermiştim kendime lakin adı ‘gezici’ olan bir festivale katılıp da iki laf etmemek olmaz. İçiniz rahat olsun, gezip gördüklerimi anlatmayacağım, Gezici Festivali de… Benim derdim başka.

Söylemesi ayıp, Kars’taydım geçtiğimiz hafta, ‘Gezici Festival’ için… İşim gereği, katıldığım festivallerin sayısını ben de hatırlamıyorum artık. Sanatın çeşitli dallarında düzenlenen festivaller için gitmediğim yer kalmadı desem abartı olur belki. Çok yer görmüş sayılmam ama çok insan tanıdım bu festivaller sayesinde. Gelin görün ki bu sinemacı camiası gibisini görmedim. Evet, ressamların, tiyatrocuların ve de en fazla edebiyatçıların kaprislerine, hatta ‘uyuzluk’ derecesine varan tavırlarına şahit oldum defalarca ama sinemacılar bir başka be kardeşim. Nereden başlasam bilemiyorum ki...

Her şeyden önce, bu sinema camiası çok acayip hizipçi oluyor. Hizipin başı tabii ki sinemayı icra eden kişiler. Yönetmenler, oyuncular, senaristler ve diğer teknik ekipten söz ediyorum. Burunlarından kıl aldırmayan bu isimler tabii ki festivallerin olmazsa olmazları. Onlar gelecek ki şehirlerin, festivallerin adı duyulacak, reklam olacak, turizme katkı(!) olacak. Haklarını yemeyelim, ‘bazıları’ gibileri oteldeki sabah kahvaltısına bile makyajla teşrif ederken ‘bazıları’ gibileri de ortalıkta eşofmanla terlikle gezmekte bir sakınca görmüyor. Tabii ikinci ‘bazılar’ azınlıkta. Bu ikinci bazılarla fotoğraf da çektirirsiniz, imza da alırsınız, muhabbet de edersiniz hatta süklüm püklüm bir gazeteci olmanıza karşın röportaj bile yaparsınız. Oysa diğer çoğunluğun yanına bile yaklaşamazsınız. Çok ünlü bir oyuncu yere telefonunu düşürse ve siz “bilmem ne hanım, telefonunuzu düşürdünüz” deseniz, dediğinize pişman ederler sizi. Hatta siz söylediğiniz için o telefonu yerden almaz, orada bırakırlar. Tecrübeyle sabittir.

Bir diğer grup ise sinema yazarları, eleştirmenler... Bu grubun sinemacılardan bir farkı olmadığı gibi bazen sanki filmi çeken ya da filmde oynayan kendileriymiş gibi ortalıkta gezindiklerine de şahit olursunuz.

Sanki Türkiye’de milyonlarca insan gazete okuyor ve sinemaya gidiyormuş da sinemaya gitmeden önce, bu yazarlar ne yazmış diye deli gibi merak edip yazıları okumadan sinemaya gitmiyorlarmış havaları yok mu; öldürüyor beni. Kaleminiz o kadar kuvvetliydi de yerden yere vurduğunuz filmlere milyonlar giderken göklere çıkardığınız filmlerin gişe sayısı neden binlerde geziniyor hiç düşündünüz mü? İsteyen olursa, yanıtı bende var.

Yazarlar arasında bir de özel bir grup var. Onlar çok özel gerçekten. Bir filmin basın gösteriminden çıkıp “bu ne lan, bi bok anlamadım” deyip, film yurtdışında iki ödül alınca “hımmmm yönetmen bu filmde ‘aslında’ bizi şunu anlatmak istiyor” diye lafa başlayan isimlerden bahsediyorum. Birgün kafamdaki filmi çekebilirsem eğer, bu kesinlikle absürt komedi olacak ve bu yazarları işleyeceğim filmimde, yeminle… Parası, ekipmanı, kadrosu olan ama ne çekeceğini bilmeyenler varsa aranızda, senaryonuz benden.

Sinema camiası kategorisinde olmasalar da bir de sürekli film festivallerinde boy gösteren gazetecilerden söz etmek gerek. Bir tane sinema yazısı yazmaz bu gazeteciler. Normal gösterimleri bırakın, basın gösterimlerinde bile görmezsiniz kendilerini. Hatta, iyi bir şey değil ama evlerine korsan DVD bile almazlar. Gelin görün ki sinemacılarla yapılan bütün röportajlarda ve haberlerde onların imzasını görürsünüz. Çalıştıkları basın yayın organının olmazsa olmazlarıdır bu isimler. Gazeteleri el değiştirir, yayın politikaları yüz seksen derece değişir, genel yayın yönetmenleri gider, onlar gitmez. Bir numaradır onlar. Birçok genç gazetecinin ya da gazeteci adayının da idolüdürler. Sinema sektörü onlarsız düşünülemez.

Aslına bakarsanız sözümü tutmuş sayılırım. Festivale, Kars’a, Ani Harabeleri’ne, Arpaçayı’nın yüz metre ötesinden bize el sallayan Ermeni askerlerine, iki sınırı bir zamanlar birbirine bağlayan yıkılmış köprüye, yöresel yemeklere ya da Rusların yaptığı mükemmel evlere dair tek kelime etmedim, etmeyeceğim de… Kars’ı kesinlikle görmek gerek o ayrı konu; ama dedim ya, benim derdim başka.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder