15 Kasım 2008 Cumartesi

Yalnızca sitem (BirGün yazıları 2)

Benim küçüklüğüm de bu ülkedeki birçok erkek çocuk gibi sabahtan akşama top peşinde koşarak geçti. Şimdiki gibi herkesin para vererek yararlandığı(!) suni çim sahalar yoktu o zamanlar. Betonda ya da taş parçalarıyla dolu toprak sahada oynardık futbolu. Hepimizin hayalini mutlaka bir futbolcu süslerdi tabii. Kimimiz Feyyaz gibi penaltı atar, kimimiz Smoviç gibi uçup tutardık kaleye gelen topu. Birçoğumuz da yere düşünce Rıdvan gibi yuvarlanırdı. En az üç yuvarlanmadan sonra bileğimizi tutardık onun gibi. Tek farkımız, Rıdvan düştü mü 4 ay kalkamazdı; bizse iki dakika sonra devam ederdik maça.

Spor sevgimiz futbolla sınırlı kalmadı. Zaten bu ülkedeki herkesin en az bir kere topa vurması da ülke koşullarından değil mi? Hollanda gibi her mahallede yüzme havuzu vardı da biz mi yüzmedik? Süreyyaların Elvanların birer çocuk olduğu belki de daha olmadığı yıllarda Alexander Popov ve Sergei Bubkalarla sevinir üzülürdük. Popov, Hollandalıya geçilip de havuzdaki saltanatı bittiğinde evde ondan çok ağlamışımdır.

Nereden çıktı derseniz, İthaki`den çıkan Kar Kristalleri adlı kitabı okurken geldi bunlar aklıma. Orada da ufacık bir çocuk, bizden bambaşka bir coğrafyada ve o coğrafyanın uzaklığı nedeniyle kurallarını bile bilmediğimiz bize çok yabancı bir spor dalıyla uğraşıyordu kitapta. Kayakla atlamacıydı. Biz nasıl İnönü`de sahaya çıkma hayalleri kuruyorsak o da ülkesinin en ünlü pistinden atlama hayaliyle giriyordu yatağa her gece. Geçirdiği bir sakatlık sonucu kendisini ilerde tamamen felç edebilecek bir hastalığının olduğunu öğrendi. Üzerine de annesinin akıl hastanesine götürülüşüne şahit oldu. Ufacık bir çocuğun yaşamı felç oldu anlayacağınız. Kısa keselim ve Kar Kristalleri vesilesiyle ilk önce bacağı kırılan, birkaç hafta sonra da annesini kaybeden Fenerbahçeli David ile Pekin Olimpiyat Oyunları`nda bayrağı düşürerek diskalifiye olan Amerika bayrak takımından, daha ilk engele takılıp düşen İsveçli Susana Kallur`a kadar bütün gönüllerin şampiyonlarına selam edelim.

•••

Geçen haftaki ilk yazımdan sonra babam sordu `tepkiler nasıl` diye. `Ne tepkisi` dedim, `gazeteyi okuyan mı var doğru düzgün?` Gerçi o da haklı kendine göre. Oğlu köşe yazmaya başlamış, az şey mi onun için? Geçen pazartesi heyecandan gazete bayiindeki bütün gazeteleri toplamış. `Babacığım millet nasıl okuyacak oğlunu` dediğimde `bana ne internetten okusunlar` dedi. Akrabalara dağıtacakmış gazeteyi. Yazan kendisi sanki, böyle bir afra bir tafra... Yaşlılık desem olmayacak, çocuk gibi bu adam. Bastırmış 7.5 YTL, almış 10 gazeteyi birden. Hayır sonra millet BirGün bulamıyoruz diye bana kızıyor. Babamı bilseler, haksız da değiller ya, neyse...

Hiç unutmam, gazeteciliğe başladığımı öğrenen Kasap Mahmut`e bizi de yazarsın artık` demişti. `Senin neyini yazayım Mahmut Amca?` demiştim. `Sabahtan akşama etle kıymayla uğraşıyorsun` `Öyle deme oğlum` demişti. `Sen yaz ki herkes benden alsın etini kıymasını` Sanki millette ete verecek para var da...

Benzer şeyleri gazete içinde yaşadım geçen haftadan sonra. İlk yazıda dedim ya gazetede geçen muhabbetleri yazacağım diye, aman ki aman, demez olaymışım. Biri geldi klavyesi bozukmuş, biri geldi Metin Abi bayat çayları kakalıyormuş. Eee dedim, benle ne ilgisi var? Sen yaz da yeni klavye alsınlar demez mi? `Yazmaya ne gerek var yürüt birinin klavyesini, ben yıllardır öyle yapıyorum` dedim, bozuldu. O olsa öyle mi yaparmış. İsmi lazım değil istihbarattan bir arkadaş geçen sene spor servisinden Begüm`ün monitörünü aşırmıştı. Gerçi Begüm monitörünün peşine düşüp bulmuştu ama yapılmayacak şey değil yani, lütfen bunlarla gelmeyin bana. Zaten diken üzerindeyim, sapıtırım falan diye yazılarım beş kişinin kontrolünden geçti geçen hafta. İlk haftalardan son bulmasın yazarlık düşümüz. Mizacım gereği dayanamadım yine sulandırdım yazıyı. Hemen toparlıyorum.

•••

Son olarak bir sitemimi dile getirmek istiyorum. Kaç yıldır buradayım, gazete çalışanlarının bir kere mesleki görevlerini ihmal ettiğine şahit oldum. O da 19 Ocak 2007 tarihinde. Hrant Abi`nin yerde yatan vücudu televizyonda belirince herkes işi gücü bırakıp ağlamaya başlamıştı. Baskı saati gecikmiş, gazete matbaaya gidecekmiş, kimsenin umrunda değildi. Gazetenin yarısı boşalmıştı bir saat içinde. Herkes Taksim`e çıkmıştı Agos`a yürüyüş yapılacağını öğrenince. Şimdi bu insanlara sevdiğimiz başka bir abimizin çıkıp da neredeyse faşist deyip bir de Ergenekoncu sıfatı yapıştırması... Ne bileyim, ne diyeyim bilemedim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder