3 Kasım 2008 Pazartesi

Çizilen karizma (BirGün yazıları 11)

Geçen haftaki yazımdan sonra Ertuğrul aradı, bizim eski sosyal demokrat Ertuğrul... “Biz seni devleletin parasıyla Frankfurtlara yolluyoruz senin yazdıklarına bak” dedi. “İyi de” dedim “Ertuğrulcuğum, nerede kaldı senin demokratlığın? Hani sen her türlü eleştiriye açıktın, özgürlüklerden yanaydın?” “O eskidendi” demesin mi? Yeni partisi kızıyormuş böyle şeylere. Geçen gün Recep çok fena fırça kaymış buna, “solcuları da götürürsen Frankfurt’a, sonuçlarına katlanırsın” demiş. “Al sana kitap fuarı, al sana bütün renkleriyle Türkiye” diye BirGün gazetesiyle kafasına kafasına vurmuş bir de...

Rica etti, “Allah’ını severesen Frankfurt’la ilgili bir şey yazma daha fazla” dedi. Bir şartla kabul ettim. “Seneye Çin’in yerine Frankfurt’ta konuk ben olacağım” dedim. Çin hükümetinden tanıdıkları varmış, tamam dedi. Göreceğiz bakalım...

Geçen günlerde Ece Temelkuran yazmıştı. Gezi yazıları okumayı da yazmayı da pek sevmiyorum diyordu. Kısmen hak verdim Ece’ye. Sen kalk şurayı gezdim, burayı gezdim diye yaz, milletten de okumasını bekle. Ama şöyle de bir sözümüz vardır: “Yediğin içtiğin senin olsun; gezip gördüklerini anlat!” Frankfurt’tan dönünce gördüm ki gerçekten herkes yediğimi, içtiğimi değil de gördüklerimi merak ediyor. Kısaca anlatayım efendim.

Hayatında Ermenistan dışında başka bir ülkeye gitmemiş biri olarak ilk kez Avrupa gördüm. Zamanım kısıtlıydı ama yine de bu Almanya seyahatini minik bir ‘Evropa Turu’na çevirmek için yoğun çaba harcadım. Şengen vizem olduğu için de Frankfurt’ta geçirdiğim iki gün sonunda otobüsle Paris’e gittim. (Fransa deyince havalı olmuyor, Paris deyince herkes ooooo diyor). Paris’teki arkadaşım beni koca bir gün boyunca bisikletle gezdirdi. Anlatmadan edemeyeceğim, bakın adamlar ne yapmış?

Şehrin her yerinde bisiklet durakları var Paris’te. Farlı, vitesli, zilli, önünde sepeti ve kendi kilidi olan bisikletler... Unkapanı’ndaki alt geçitten almaya kalksan en az 500 YTL fiyat çekerler. Yol kenarındaki duraklardan bir tane alıyorsun bu bisikletlerden. Sonrası, gez babam gez. Eyfel Kulesi senin, Danton Bulvarı benim... Üstelik aldığın yere bırakma zorunluluğu da yok. Çünkü şehrin her yerinde var bu duraklardan. Bir yere mi geç kaldın? Atlıyorsun bisiklete, gittin yerdeki durağa bırakıyorsun. Yollarda mini etekli, topuklu ayakkabılılı kadınlar, takım elbiseli koca koca adamlar... Hepsinin altında aynı bisikletten... Üstelik bisikletliler için birçok yerde araç yolundan alıp özel yol yapmışlar. Öyle kaldırımlardan kesip biçmemişler de. Acayip hoşuma gitti. Bir de öğrendim ki bu bisikletler gelince şehirdeki bisiklet hırsızlığı oranı azalmış. İnsan ihtiyaç duymadığı bir şeyi niye çalmak zorunda kalsın ki... Kimseyi hırsızlığa teşvik etmiyorum ama birileri süt bulamazken birileri süt banyosu yapıyorsa, kusura bakmayın ama o döktükleri sütte boğulmaları müstahaktır ‘birileri’nin. Yeri gelmişken söyleyeyim dedim.

İşte bir haftadır, “Paris’i anlat” diyenlere anlattığım tek şey bu bisikletler oldu. Tutup da Eyfel’in uzunluğunu anlatacak halim yok ki. Bizim şehir trafo hatlarındaki direklerin yüz katını düşünün, al sana Eyfel.

Paris’ten dönüşümde ufak bir macera yaşadım. Allahsız Almanlar 18’ine kadar vize vermişti, oysa Frankfurt’tan İstanbul’a dönüşüm 19’uydu. İstanbul’a dönmek için tekrar Paris’ten Frankfurt’a geçerken gece 12’den sonra kaçak durumuna düşecektim. ‘Anadolu Cini’yim ya, elimde La Figaro gazetesi, otobüsteki herkese bildiğim üç tane Fransızca sözcüğü sayarak oturdum yerime gayet bir ‘Paris beyefendisi’ gibi. Sabaha karşı Almanya polisinin otobüsü durduracağı tuttu, pasaport kontrolü için. Sıra bana geldiğinde polise pasaportumu uzatmamla otobüstekilerin gözündeki Paris beyefendiliğim, Fransız karizmam son buldu.

İlk önce Almanca, anlamadığımı görünce de İngilizce “bu ne lan, vizen bitmiş” gibi bir şeyler söyledi polis. O anda, bilmediğim ve haliyle hayatım boyunca konuşmadığım İngilizceyle şakımaya(!) başladım: “Eeeee yes, ay em going tu törki, tudey.” O an bütün otobüs döndü ve bana baktı, elimdeki La Figaro’yu sokacak yer bulamamıştım. Almancam olsa “al götür beni tık kodese, yeter ki şu otobüsten indir” diyecektim, diyemedim. Polis de diğer yolcuların gülüşünden anladı karizmayı çizdirdiğimi. Sanırım “bu ceza sana yeter” gibi bir şeyler dedi ve gitti. Polis gitti ama o yol bitmek bilmedi. Hayatımın en uzun yolculuğu oldu sanırım. Frankfurt’ta kendimi otobüsten nasıl attım bilmiyorum.

Not: Paris’e gidip de Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’yı ziyaret etmesem ayıp olurdu. Uyudukları yer diğer mezarlardan çok farklı ve hemen göze batıyor. Anlayacağınız orada bile ‘çıkıntılık’ yapıyorlar. Hepiniz için Yılmaz’ın başında yumruğumu kaldırdım, Ahmet’in yanında da bir ‘Sabah Türküsü’ patlattım. Hepinize çok selamları var...

Safvet, her şey için teşekkürler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder