3 Kasım 2008 Pazartesi

Şu filmi çekin artık (BirGün yazıları 9)

Üniversite yaşamım boyunca okuldaki yakın arkadaşlarımla hep aynı muhabbeti yaptık durduk. “Bir şeyler yapmalıyız. Okul bize hiçbir şey vermiyor, o zaman biz yapalım. İyi de ne yapalım?”

Konuşmalar her zaman aynı finalle sonuçlandı: “Kısa film çekiyoruz...”

Sonrasında senaryolar havalarda uçuştu. Oyuncular bulundu, roller, görevler dağıtıldı. Ama o film hiçbir zaman çekilmedi. İkinci sınıf bitti, üç bitti, biz hâlâ proje üretiyorduk. Güzel de projelerdi, enteresan senaryolar, eğlenceli fikirler... 3. sınıf bittiğinde o film hâlâ çekilmemişti. Üstüne üstlük hepimiz iletişim fakültesi öğrencileriydik. Kimimiz reklamcılık, kimimiz gazetecilik, kimimizse radyo televizyon sinema okuyorduk. O filmi hiç çekemedik.

Güzel çocuklardık. Hayata soldan bakıyorduk. Bize ‘lümpen’ diyen ve sünnet olan çocuğun ‘erkek’ sayılması misali, gözaltına alınmadan bizi solcu saymayan ‘kantin solcuları’ gibi at gözlüklerimiz yoktu. Araştırırdık, sorgulardık, babamızdan aldığımızla yetinmezdik. Babalarımızı, gençliğimizin verdiği heyecanla değil altını doldurarak eleştirirdik. Birçoğumuzun babası anlamadı ya da anlamak istemedi bu eleştirileri; bizi de ikna edemediler ama olsun, hiçbir şey için geç değil. (İki taraf için de)

Konumuza dönersek... Biz hâlâ okul çıkışlarında yol paramızı bir kenara ayırdıktan sonra kalanıyla rakı alıp haydarili masalarda senaryo kavgası yaparken, bir şeyin farkına varamadık bir türlü: Zaman akıp gidiyordu...

Film hâlâ çekilmemişti. Üç sene boyunca film çekelim diyen ama bir türlü çekmeyen 4-5 öğrencinin hikâyesini -yani kendi hikâyemizi- çekelim dedik; “film çekmeye gerek yok kamerayı şuraya bir yere koyalım, o bile film olur” dedik; onu bile yapmadık. 4. sınıf başladı bu arada. Herkes staj-iş derdine düştü bir anda. Ben BirGün’de, biri TRT’de, diğeri bir yapım şirketinde ve başka başka yerlerde işe başladık. Sonrasında bırakın film çekmeyi, sınavlara gidemez, birbirimizin yüzünü göremez olduk. Bu hafta kesin görüşüyoruz dediğim arkadaşıma bu lafı edeli dört ay oldu örneğin. Aramızdan sinema sektörüne giren tek arkadaşım şu an elinde nefret ettiği bir tüfekle, ahlaksızca yazılmış ama çok akıllıca kurgulanmış boktan bir senaryonun zoraki figüranı olarak ‘vatani görev’ adlı filmde rol alıyor.

Üzerime vazife mi kimseye “hayatı erteleme” demek ya da bu satırları yazarken bile hayatı erteleyen birini kim ne kadar önemser bilmiyorum ama belli mi olur, bir kişinin kulağına küpe olsa, bir kişi kamerayı alıp da sokağa çıksa ya da yıllardır tasarladığı romanı için bir kelime yazsa, yolun yarısı biter işte. Sonrası kolay; çünkü güzel çocuklar yolu yarıda bırakmaz.

Aylardır, “kısa filme bu hafta başlıyorum” diyen çocukluk arkadaşımdır bu yazının nedeni. Onun nezninde bütün güzel çocuklara sesleniyorum: Şu filmi çekin artık!

•••

Yine sinemayla bitirelim.

“İyi senaryoyla kötü film yapılır ama kötü senaryoyla iyi film yapılmaz” demiş bir büyüğümüz. Bir Beşiktaşlı olarak, Serdar Bilgili zamanında ilk bölümü çekilen ve ‘tüpçü’yle devamı getirilen uzun metrajlı dandik bir gişe filmi nasıl olur da bu kadar gişe yapar anlamıyorum. Tamam gülmeye ihtiyacı var ama bu ülkenin sanatsal filmlere de ihtiyacı var. Sorun oyuncu kadrosunda değil, senarist ve yönetmenin kafasında, şunu anlayın ve bu filmi daha fazla övmeyin artık. Bırakın eskisi gibi sanat filmi çekelim de varsın kimse izlemesin.

Bu filmi çekecek tek yönetmen İbrahim Altınsay’dır bana göre. Menajer Eşber Yağmurdereli, basın sözcüsü Vedat Özdemiroğlu, alt yapı sorumlusu Asena Özkan, ikinci başkan da Rıdvan Akar olursa ‘dadından yenmez’ o film.

Süleyman Seba’ya hürmet, Türker Miletli’ye sevgiyle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder