15 Kasım 2011 Salı

Sıradan bir akşam

Hacıosman metrosundan çıkınca her zamanki gibi ilk önce otobüslere baktı. Oturduğu semtten geçen tek otobüsün seyrek seferi yine denk gelmediği için minibüsün duracağı yere yöneldiğinde, sarı şapkasıyla kornanın dibine vuran minibüsü görüp koşmaya başladı. Belki de aylardır ilk defa metrodan çıkar çıkmaz minibüs beklememişti. Koşmasa da beklerdi minibüs hatta yüz metre beriden el etse de. O yine de koştu. Hep dediği laftı, “Ben kimseyi bekletmeyeyim de sabahlara kadar beklemeye razıyım.”

Yokuş aşağı giden minibüste, şoförün yanındaki koltuğun demirinden destek alıp cebinden parayı çıkardı. Bir şey söylemeden uzattı. Bu mesafeden sonra indi-bindi parası olduğu için ineceği yeri söylemesine gerek yoktu. Söyleyenlere de uyuz olurdu. Sanki ona inat edercesine şoför sordu bu kez, “Tarabya mı?”

Yendiğini, yenmese de epey üstesinden geldiğini iddia ettiği asosyal kendine güvensiz tavrı nedeniyle minibüse hızlı bir göz atıp kafasını çevirdi. Sanki içerdeki dört yolcunun da işi gücü yok, onu süzüyordu. Yola bakarken, nerelerin boş olduğunu hatırlamaya çalıştı. Bir kez daha minibüse bakacak cesareti yoktu. Bomboş minibüste, ikinci sıradaki kızın yanına oturmaya karar verdi. Ülkesinde uzun yıllardır âdetti; bir erkek, toplu taşıma aracında bir kadınla bir erkeğin yanı boşsa, mutlaka erkeğin yanına oturmalıydı. Aynı şekilde kadın da kadının yanına. O ise böyle durumlarda inatla kadının yanına otururdu. Kendince bu bir ‘insanları normalleştirme’ çabasıydı. İnsanlar ne derse desindi ama yine de oturduğu kadına neredeyse sırtını dönmeyi de ihmal etmezdi. Bu normalleştirme bir anda olmazdı çünkü; ürkütmenin de anlamı yoktu.

Minibüsten indiğinde artan yağmur nedeniyle başına montunun şapkasını geçirirken, yanında oturan kızın, kendisinin de gireceği bakkala girdiğini fark etti. Arkasından o da girdi. Girmesiyle kızın ters bakışlarını yakalaması bir oldu. Tokadı basası geldi anında. Kızın alış-verişi bitince sigarasını istedi bakkaldan. Bu bakkala da girmeyi hiç istemiyordu ama içtiği sigara da bir burada satılıyordu. Sigaraya zam geldiğinde beş buçuk lira olan sigarasını yedi liradan verdiği için sevmiyordu gerdanları sarkan ve uzun saçlarını arkaya yapıştıran bakkalı, bir de bakkalın duvarına başbakanla çektirdiği fotoğrafı astığı için ya da o fotoğrafı zaten çektirmiş olduğu için.

Dışarı çıktığında yanında oturan kızın da kendisinin gideceği istikamete gittiğini fark edince “Bu kadarı da fazla” dedi, araları açılsın diye mecbur sigarasının paketini açtı ağırdan alarak, özenle. Bir tane de yaktı üstüne. İki dakika içinde varacağı iddaa bayiinin kapısına geldiğinde yere atacaktı yarım sigarayı ama o yine de yakmıştı. Buradan kaçıncı sigara alışı ve iddaa bayiine gelince yarım sigarayı kaçıncı söndürüşü olacaktı, düşündü, “şimdiye kadar bir karton sigara böyle böyle götüme kaçtı” diye hesapladı, yürümeye başladı.

Köşeyi döndüğünde kızın uçar adım gittiğini fark edip hem rahatladı hem kızdı. Kendisi de iddaacının önüne gelmiş ve her zamanki gibi sigarayı sonuna kadar içmeye davranmış ama yine dayanamayıp yarısına gelmeyen sigarayı atmıştı yere. Çünkü yağmur da hızını artırmıştı ve sigara içtiği saçak altı, tek kişinin yürüyebileceği bir kaldırım olduğu için gelen geçene yol vermek amacıyla sürekli yola iniyor, ıslandıkça ıslanıyordu. "Sikerler sigarasını" dedi, içeri girdi.

Neyse ki iddaa boştu ve kendisine bakan kimse yoktu. Boşluktan istifade, kendinden emin adımlarla yürüyüp iki tane kupon aldı ve bir masaya geçti. İçinden de “Senin yürüyüşünü, çalımını sevsinler; içerde iki adam olsaydı görürdüm ben seni” dedi. Çok güvendiği maçlara yine bir dünya para basıp çok kazanmayı düşündü ama her zamanki gibi yapmadı. Zaten gündüzden baktığı program üzerinde fazla düşünmedi ve maçlarını yazdı hızla. Oynanmış kupon makineden çıkıp da eline geldiğinde bu kez o bile utanmıştı oynadığı kupona. Kupon bedeli üç, kazanacağı ikramiye on iki liraydı. Harca harca bitmezdi. Ama o da böyle mutluydu işte.

Bayiden çıkıp evin yolunu tuttuğunda her akşam yaşadığı gibi yanından polis arabası geçmiş ve bu kez geçer geçmez önünde durmuştu. “Bu sefer alacaklar galiba” dedi. Sonra kendine kızdı, “Ulan salak, otuz senelik hayatında bir gözaltın var, kendini örgüt lideri mi sanıyorsun?” Yol dar olduğundan, karşıdan gelen çöp kamyonuna yol vermek için durduğunu anladı polisin. Karşıdan gelen kamyondan önce geçmek için sıkışık kaldırım yerine polis arabasını sağına alacak şekilde yolun ortasından hızla yürüdü. Kamyon geçince polis arabası da yanından geçip gitti. Tamam, bir bok değildi ama yine de geçmişi, düşünceleri, çalıştığı yerler belliydi. “Zaten polis çoktan şeceremizi çıkarıp bir bok olmadığımızı anlamıştır” diye düşündü. Üstelik yeni taşındığı evin beş yüz metre yakınında cumhurbaşkanının köşkü vardı. “Polis mezardaki dedemi bile araştırmıştır…”

Eve yaklaştığında yağmur da hızını artırdı. Montunun cebine sığdırmaya çalıştığı ama ucu dışarıda kalan kitabı ıslanmasın diye elini zar zor cebine soktu. Okuduğu kitabı düşündü. Yazarını çok severdi hiçbir kitabını okumadığı halde. Artık okumanın vakti gelmişti. Dizisi de vardı kitabın ama seyretmiyordu. Seyretmesi için o kadar baskı gelmişti ki çevresinden, belki de çok seveceği diziden sırf bu yüzden soğumuştu. Seyret seyret diye başının etini yemeselerdi… Sonra düşündü, “Ulan karım bile çok seviyor bu polisi. Amına kodumunun işkencecisi” dedi, evin kapısına vardığında.

Sabah işe vardığında anahtarlığı anahtarlarından kurtulduğunda anlamalıydı, anahtarların yeri değişmişti. Her zamanki sıraya göre elini attığı anahtarla kapıyı açamadı uzun süre. “Ulan!” dedi, acaba karısı uyku sersemi evden çıkarken kapının üstünde mi bırakmıştı anahtarı? Bir an “yarraa yedik” dedi ve diğerlerini denemeye koyuldu. İkinci seferde denediği anahtar kapıyı açınca rahatladı. “Maşallah! Üç kere kilidi döndürmenin ne anlamı var?” diye karısına söylendi. Sanki çalınacak bir şey vardı evde. Ev boştu ama yine de birilerini girmesi hoş değildi tabii. Evin içindeki ikinci kapıya geldiğinde onun da sonuna kadar kilitlendiğini fark edince “yuh artık” dedi. Üstelik salonun ışıkları da yanıyordu. Karısının, olası hırsızlık girişimlerine karşı giriş ışıklarını açık bıraktığını biliyordu da daha önce salonu hiç bırakmamıştı açık.

Eve girince her zamanki rutin sırasını takip etti. Montunun ceplerini boşalttı, montunu çıkarıp astı, petekten akan suyun doldurduğu leğeni boşalttı. Telefonu çalınca bıraktığı yerden aldı, iş yerindendi. Yarınki sunumu yollamışlardı, Türkçesine bakıp düzeltecekti. İki yüz milyarlık teklifmiş. “Sanki bana bir hayrı var pezevenk” dedi, içinden. Eşofmanlarını giydikten sonra -hiç de içinden gelmiyordu ama- hızla okumaya başladı teklifi. Gayet güzel bir dille yazılmış, aralara atılan gereksiz İngilizce sözcükler de olmasa tadından yenmeyecek bir sunumdu. Birkaç hata bulup düzeltti. Yazı tam bitmişti ki sokaktan gelen öksürüğe kulak kesildi, karısının öksürüğüne benzetip balkona çıkmış, kimseyi görememişti. İçeri girdiğinde kapı çaldı. “Ulan ne hızlı yürüyor bu karı da…”

Genelde mutfakta yardım ederdi karısına ama bugün kırk yılın başı gelen ilham sayesinde başladığı yazıyı bitirmek istiyordu. Bitiremeden “masayaaaa” uyarısı geldi. Eve girince yıkamadığı ellerini yıkayıp masaya oturdu. Haberleri seyrediyorlardı. “Bugün Semra geldi bize” dedi, karısı. Anlamsız, boş boş baktı karısına. Evden bir dosya alınması gerekiyormuş da vakti yokmuş da Semra demiş “Ben gidip alırım” diye. O zaman taşlar oturdu yerine. İki kapıyı defalarca kilitleyen de salonun ışığını açık bırakan da o salak karıydı. Aklı yine neredeydi kim bilir…

Yazısını bitirip demlediği çayı koymaya gitti. Karısı çay bekliyordu, yorgundu. Bu kadarını da istesindi artık. “Nasıl olmuş çay?” sorusuna, başını iki yana sallayan karısının tavrıyla aldı cevabını. Yine fazla demli koymuştu çayı, yoksa iyi çay yapardı aslında…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder