16 Şubat 2012 Perşembe

Yazar ne yazar ne Yazamaz




Benjamin Franklin’in biyografisinde, Dunkerler (Alman-Amerikan Baptistlerinin bir kolu) olarak bilinen dinsel bir mezhebin kurucularından olan Michael Walfare’e atfen çarpıcı bir alıntı yer alır. Adı geçen alıntıda Walfare’in, Franklin’e ilettiği ve diğer mezhep yandaşlarının Dunkerler hakkında bir sürü yalanlar yaydıkları; onları, aslında tamamen yabancısı oldukları iğrenç ilkelerle suçladıklarından şikayet ediliyordu. Franklin, eğer Dunkerler kendi inançlarını ve disiplin kurallarını madde madde yayımlarlarsa bu tür istismarların azaltılabileceğini söylemiş, Walfare de din kardeşleri arasında bu yaklaşımın tartışıldığını, ancak reddedildiğini iletmişti. Walfare bunu takiben, din kardeşlerinin nasıl bir akıl yürüttüklerini şu sözlerle açıklıyordu :
İlk defa bir cemaat olarak bir araya geldiğimiz zaman, bu durum Tanrı’ya, eskiden doğru saydığımız bazı doktirinlerin yanlış, yanlış saydığımız başka doktrinlerin ise asıl hakikat olduğunu görmemizi sağlayacak derecede zihinlerimizi aydınlatma zevkini tattırmıştır. Tanrı zaman zaman bize daha fazla ışık ihsan etme zevkini de tattırmıştır. İlkelerimiz gelişmekteyken, yanlışlarımız azalmaktadır. Şu anda bu ilerleme sürecinin sonuna varmış olup olmadığımızından, tinsel ya da teolojik bilgide mükemmelliğe erişip erişmediğimizden emin değiliz. Ve kendimizi bu noktaya erişmiş olmaktan dolayı elimiz kolumuz bağlı ve kısıtlı hissedersek, büyük ihtimalle başka yeni gelişmeleri benimsemeye yanaşmamaktan, dahası çocuklarımız ve torunlarımızın da bu yolda yürümelerinden, onların büyükleri ve ataları olan bizlerin yaptıklarını kutsal, bir milim dahi şaşılmayacak şeyler olarak kavramalarından korkuyoruz.(1)

Bir çok kutsal metin gerçeği, doğruyu hatta en doğruyu kendisinin bildiğini iddia etmesine rağmen Dunkerlerin durumu oldukça ilginçtir.
Buradan hareketle şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz. Herhangi bir kitap “bitmiş” bir iştir ve yazarı tarafından da artık değiştirilmesi olanaklı olmadığından Elevtheron’un da belirttiği gibi “yayından çıkmış bir ok” gibidir. Bu noktadan itibaren o eser artık yaratıcısını da aşarak kamusal bir söyleme dönüşür. Dolayısıyla “ben bunu sırf eğlence olsun diye kendim için yazdım” şeklinde bir açıklama yapan yazar kendisiyle çelişiyordur. Umberto ECO “yazarların kendileri için yazdıkları tek şey market alışveriş listeleridir” diyerek konuya açıklık getirir.

Hal böyleyken, eserin okur yönünden de nasıl algılanacağı yazar tarafından da dert edilir. Zira anlatmak istediği ifadeyi en iyi nasıl ve ne şekilde söyleyeceğine dair kaygıları vardır. (ya da olması gerekir) Yazar eserini oluşturuyorken hangi kavramsal çerçevede kalacaktır, kurduğu cümleler, kullandığı sözcükler, cümlelerin uzunluğu, kısalığı, örnekler, benzetmeler, referanslar vb. hangi potansiyel okura veya okur düzeyine hitap edecektir. Böyle bakılınca neredeyse sonsuz sayıda farklı ifade biçimleri kullanması zorunluğu ortaya çıkacağını varsayabiliriz. Her ne kadar gözle görülmeyen bir dinleyici kitlesine hitap ediliyor olsa da, yazarın eserini oluştururken kendisine seçtiği ortalama bir okur algı/bilgi düzeyi belirlediğini/varsaydığını, okurun kendisini onaylamayacağını ya da yanlış anlayacağını bilmekten ötürü yazdıklarına çekidüzen verdiğini iddia etmemiz çok da yanlış olmayacaktır.

Başladığımız yere dönersek, yazılı bir eser (ki burada kastedilen kitaptır) bitmiş bir iştir ve yazarın en azından o eser bağlamında söyleyeceklerini söylediği, noktayı koyduğu, gerisini okurun algısına ve beğenisine emanet ettiği bir nesnedir. (Kimi “çok satan” yerli romanlarda, yazarının kanal kanal dolaşıp, ‘ben aslında onu kastetmedim kitabımda, bunu kastettim’ diye ter ter tepinmesi bu kapsamda yazarın söyleyeceğini kitabında tam olarak söyleyemediğini, ya da “çok satar” olabilmek ve herkese hitap edebilmek için varsaydığı okur profili skalasını çok geniş tuttuğu sonucuna varabiliriz)

“Odanın iki duvarı boydan boya kitaplıktı. Yayınevinin bastığı binden fazla kitap raflarda muntazam bir şekilde sıralanmış, üzerlerine mart güneşi vurmuştu. Cemil bu mutlu aile tablosuna bakarken kitapların, kendisine güzel pek çok şeyin yanısıra hep bir eziklik de hissettirdiğini düşündü. Kitaplar bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılamayan ve tamamlanamayan şeylerle doludur. Siz dalgaların arasında boğuşurken edebiyatçılar kıyıda güneşlenip Matélerini yudumlarlar. Maté, çünkü en iyi Güney Amerikalılar kıvırıyor bu edebiyat işini.” (2)


1. Neil Postman : Televizyon Öldüren Eğlence (Ayrıntı Yayınları)
2. Barış Bıçakçı : Sinek Isırıklarının Müellifi (İletişim Yayınları)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder