27 Ocak 2012 Cuma

Yazgıların Tableti II

Yazgıların Tableti de ölmedi, yaşıyor hem de bir çizgiroman macerasında. (Ara Nubaryan'a nazire :)

Daha önce nerede geçiyordu, neredeydi diye düşünürken sonunda buldum. Hem de hiç aklıma gelmeyecek bir yerde.

Kimilerine göre Sergio Bonelli yayınevinin çizgi romanları arasında ikinci, benim gibi okumayı ondan öğrenmişler için ise tüm zamanların birincisi  Zagor'da rastladım Yazgıların Tableti'ne.

AD Yayıncılıktan çıkan Zagor serilerinin 1.sayısıyla başlayıp asıl düğümün çözüldüğü 5.sayıya (Duman İşaretleri) kadar olan enfes macera serisinde geçiyor Yazgıların Tableti. Finalin özeti şöyle : "Şaman Chini'yi öldürmek ve kutsal tabletleri çalmakla haksız yere suçlanmalarının ardından, Zagor ve dostları Navajo köyünden kaçarlar. Ve büyücü kadın Mawanah'ı Sierra Negra'daki ininde bulmaya karar verirler. Askeh adındaki genç şefin liderliğinde bir grup Navajo savaşçısı peşlerine düşer. Gerçekte Nawanah'ın emrindeki değişken Yenaloslar olan Askeh ve sadık adamları geceleyin vahşi hayvan kılığına girerek kendi arkadaşlarına saldırırlar."


Zagor, tabletleri çalmaya çalışan Nakai'yi konuşturur:


ve neden çalmak istediğini sorar ona...



Maceranın sonunda Masewi tabletleri Nakai'ye hediye eder.




Derken Murat Davman ısıtıcıda kaynayan suyu fincanına boşaltıp üzerine bir miktar kahve ve konyak ilave ederek geniş koltuğuna yayılır...

26 Ocak 2012 Perşembe

Otobiyografi

"gerçekçi olmayan ozan ölür ama yalnızca gerçekçi olan ozan da ölür yalnızca akla aykırı yazan kendisince bir de sevgilisince anlaşılır ancak bu da oldukça umut kırıcıdır yalnızca akılcı olanı ise eşekler bile anlar ama bu da epey hüzün vericidir"

...
bazen düşünürüm
aslında bazeni eksik oldu
belki de bu yüzden yanlış oldu
nedense ben sürekli düşünürüm
...
gayri yeter artık dinlediklerin
gayri yeter artık edinilmiş bilgeliklerin showları
bilmedin mi ki sen kendine sürgünsün
yalanın geçmediği diyarlara sürgün
...
kaçmaktan değil kaçamamaktan yorgunsun
...
değerin pahayı aştığı yere
gitmeye mahkum oldun
...
ne kaçacak bir mirasın var
ne doyuracak bir hamin
şimdi kendine sürgünsün
...
ben kendini dinlemeli ki "hayır diyebilsin"
demem o ki yani ortak aklın olmadığı mekanlarda
ortak istemlerde ortaklık kuruluyor
nesnene ne kadar yaklaşırsan
nesnenin ne kadar kıymetsiz olduğunu anlıyorsun
...
ne kendini dinlemeyi yücelttin
ne bulacağın kendinden eminsin
...
açlığın başka türlü doymaz artık
meydan okuyarak yola çıkmadın
ama meydan okumadan yolunda gidemedin de...
kendini ispatlamak zorunda değildin
ama ispatsız da hiçbir şeye inanamadın
...
...hükmedenlerin hepsi de kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçılarıdır...
...varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil aynı zamanda o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetlere de borçludurlar hiçbir kültür ürünü yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın...
ürktün inanmaz göründün...
ellerim kanıyor
toprağı avuçlamak için çırpınırken
son tekmeyi de uzanmadan önce okuduğum sokratesten yiyişim aklıma geliyor...
"...sorgulanmayan hayatın yaşamaya değmez olduğu..."
sokratese yanıtı da her zaman akılda tutmalıyız: yaşanmamış hayat da üzerinde düşünmeye değmez...
yitir ki yanıtlarını
sorularını anlayabilesin!
o gece sabaha kadar kan ter içinde döşeğimde gecenin güneşinde seferi oldum...
...
sorularından bir sığınak yapmak
ve bütün sığınakları yıkmak
...
ilk galibiyet soruların olacak
...
"istediğince yalın görünsün göze
kuşkuyla bakın
en küçük olaya bile!..."
...
babamın öldüğünü bilmeden
babasızlığın acısını çekerek
ve baba özlemi içinde...
...
bilmediğim ve bilinemez olduğunu sandığım kurtarıcıların ahlakına sarılmak
uzak geldi bana
...
ötekinin kötülüğünü kendine mazaret yapacak kadar küçülmedim
...
yitirdiğim değil kazandığım oldu varoluşumla barıştım
...


coşkularım titrek hislerim derin olsun diye
gerçekliğin karşısına çıplak çıkma gücüne tutkunum ben
...
bildim ki şeyh uçmaz müritleri uçurur
...
dilim berrak aklım keskin olduğunda yakın hissettim insanlara
...
kimsenin öfkesinin önünde diz çökmedim
gördüklerimin altında da kalmadım
belki de tek çıkış yoluma sığındım
yolumu ayırmayı bildim gerektiğinde
...
gelgitlerimin içinde boğulmadım sarsılmadım desem yalan olur
...
gerektiğinde sığındım şairin "umutsuz yaşanmıyor" sözüne
ama aptalca umutlarla da kendimi kandırmadım
...
bir adım daha atma gücüne dayanmaktı elimden gelen
...
hani insanlara düşeş attıkları için imrenmedim
ama alınterine de hep saygı duymayı bildim
baş tacı ettim kutsal kitabın
"ve alnının teriyle ekmeğini yiyeceksin" sözünü
...
ama garip bir şekilde
insan ezildikçe güçleniyor
diyalektik garip bir şey yani
yokluğu çeke çeke büyüyor insan insan olma mücadelesinde
...

Zahit Atam
Yakın Plan Türkiye Sineması

23 Ocak 2012 Pazartesi

Murat Davman ölmedi!

Tan, Son Telgraf, Cumhuriyet, Tasvir, Yeni Sabah ve Milliyet gazetelerinde muhabir ve yazar olarak çalışan, aynı zamanda birkaç filmde rol alıp birçok filmde seslendirme yapan Ümit Deniz'in yarattığı hayali bir roman karakteridir Murat Davman. Ümit Deniz, 15 yıl boyunca bu karakter üzerinden maceradan maceraya koşar.

Murat Davman ayrıca bazı filmlerde de karşımıza çıkar. Ömer Lütfi Akad'ın yönettiği 1961 yapımı "Sessiz Harp" filminde Müşfik Kenter canlandırır Murat Davman'ı. Atıf Yılmaz'ın yönettiği 1960 yapımı Ölüm Perdesi ve 1963 yapımı "Azrailin Habercisi"nde Orhan Günşiray hayat verir Murat Davman'a. Son olarak Nejat Saydam'ın yönettiği 1966 yapımı Yakut Gözlü Kedi'de yine karşımıza çıkar Murat Davman. Bu sefer Cüneyt Arkın tarafından canlandırırlır.

Doğumundan yıllar yıllar sonra bu kez Reha Mağden'in enfes kitabı "Yazgıların Tableti"nde bir kez daha çıkar karşımıza Murat Davman. Kendisi hiç yaşlanmamıştır ve hâlâ sıkı bir dedektiftir.

Son olarak Murat uyurkulak'ın öykü kitabı Bazuka'da karşılaşmıştık Murat Davman'la. Uyurkulak, "Tutkular Kitaplığı" adlı öyküsünün "Yazgıların Tableti"ne bir nazire olduğunu söylüyordu kitabın sonunda.

Bugünlerde düzeltmenliği yaptığım bir kitapta, bir kez daha karşıma çıktı Murat Davman. Yalnız kitapta Murat Davran olarak geçiyordu ama birebir Murat Davman tasvir ediliyordu. Acaba o olabilir mi diye araştırınca, yazarın Davman'dan bahsettiğini ama -yaşlılığından olsa gerek- soyadını yanlış hatırladığını fark ettim. Kitaptaki hatayı düzeltmesine düzelttim ama yaptığım düzeltme, kitabın ikinci baskısı için olacak. Başka örneği var mıdır bilmiyorum; bir karakter, aynı kitabın iki baskısında farklı adlarla yer almış olacak böylece.

60-70 yıllık geçmişi olan Murat Davman'ı bir yazarla editör el ele öldürür, işi olmadığı halde bir düzeltmen de şans eseri diriltir; Türkiye'de yayıncılık böyle sürer gider...

Taylorizm - Fordizm nasıl bir şeydir?

1870'li yıllarda başlayan ilk büyük kriz, 19. yüzyılın sonlarına doğru yaygın bi­rikim rejimini (Yaygın birikim rejimi sanayi devrimini izleyen dönem­de ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın ortalarından Birinci Dünya Savaşı'na kadar olan kapitalist gelişme yaygın birikim rejimi olarak isimlendirilmektedir) derinden etkilemiştir. Bu dönemden sonra, "sermaye birikimi gide­rek daha çok nispi artık değer üretimine dayanmaya" (Arın, 1986, s.121) başlamış­tır. Nispi artı değer üretimi, emek sürecinin örgütlenmesinde meydana gelen bazı değişimlerle sağlanmıştır. Emek sürecinin bu yeni örgütlenmesinin adı Taylorizm'dir. Özellikle Amerika'da, geçiş dönemindeki birikim rejiminin temel özelliği Taylorizm'dir. İki savaş arası geçiş ve kriz aşaması olarak tanımlanmaktadır. (Arın, 1986; Şahin, 2000)

Taylorizm, Amerika Birleşik Devletleri'nde 1880-1890 yıllarında; sistematik yö­netim hareketinden ortaya çıkmıştır. Kapitalist üretimin örgütlenmesinde oldukça etkili olan Taylorizm, Frederick Winslow Taylor tarafından geliştirilmiştir. Taylor "Bilimsel Yönetimin İlkeleri" (1911) adlı kitabında Taylorizm'in temel ilkelerini kaleme almıştır. Ona göre, insanlar doğuştan günahkâr ve aptaldır. İnsan doğal içgü­dülerinden kaynaklı olarak, yaptıkları işi kolaya alma ve kaytarma eğilimi içine gi­rerler. Bundan dolayı da işçilerin işlerini aksatmadan ve yavaşlatmadan yapmaları­nı sağlayan koşulların yaratılması gerekmektedir. Taylor'un yaklaşımının fabrika­larda uygulanması sonucunda işçiler, tamamen pasif ve makinenin basit bir uzan­tısı haline getirilmiştir.

Taylor'a göre, üretim süreci sistematik olarak analiz edilmeli ve yapılacak her bir iş daha önceden en ince ayrıntısına kadar belirlenmelidir. Üretim sürecinin sis­tematik bir analizi yapılmakta ve yapılacak iş küçük parçalara ayrılmaktadır. Yapı­lacak her parça iş için nasıl ve ne kadar zaman harcanacağı standart hale getiril­mektedir. Buna bağlı olarak çalışanları teşvik eden bir ücret sistemi oluşturulur. Taylorizm uygulamasıyla, kapitalist emek sürecinde işçi her türlü beceriden, üretim bilgisinden ve zihinsel faaliyetten koparılmakta, vasıfsızlaştırılmakta, her türlü küçük parça işi yapan işçiler değersizleştirilmektedir. (Braverman, 1974 akta­ran; Ansal, 1999, s.9-10).

Emek sürecinde ortaya çıkan bu yeni Taylorist örgütlenme biçimiyle, yaygın bi­rikim rejiminde verimlilik artışı sağlanmış, üretim araçları üreten sektörlerde ortaya çıkan teknolojik yenilikler zaman içinde tüketim malları üreten sektörlerde de kullanılmaya başlanmıştır. Yaygın birikim rejiminde başlayan bu değişmeler rekabetçi düzenleme biçimi altında gelişmektedir. Ancak 1930'lu yılla­rın büyük bunalımı yaygın birikim rejiminin üretim, bölüşüm ve dolaşım ilişkileri arasındaki çelişkileri derinleştirmiştir (Arın, 1986, s.121-122). Yaygın birikim re­jiminin krizi, aşırı üretimden kaynaklanan ve tüketim eksikliği olarak ortaya çı­kan bir mutlak artı değer krizi olarak tanımlanmaktadır. Kriz, aşırı üretime karşı ol­ması beklenen talebin olmaması ve hatta talebin düşme eğiliminde olmasıdır. Lipietz'e göre (1993 aktaran, Şahin, 2000, s. 208), 1930'ların krizi yaygın birikim rejimi­nin ilk krizidir ancak rekabetçi düzenlemeninse son krizidir. Sonuç olarak, "iki sa­vaş arasında ortaya çıkan büyük bunalım mevcut birikim rejiminin değişmeye baş­laması sonucunda artık eski düzenleme tarzının var olan üretim, dolaşım ve bölü­şüm ilişkileri arasındaki çelişkileri çözecek düzenlemeleri yapamaması, gerekli ku­rum ve mekanizmaları sağlayamaması sonucu ortaya çıkmıştı" (Şahin, 2000, s.208).

Taylorizm'i takip eden ve kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki gelişme aşaması (birikim rejimi) ise Fordizm'dir. Yoğun Birikim Rejimi olarak ta adlandırılır. Bu kavram, (fordizm) ilk kez Gramsci tarafından kullanmıştır. Onun kullanış biçimiyle fordizm, ABD'de Ford otomobil fabrikalarında uygulanan üretim tekniklerini ifade etmektedir. Oysa Düzenleme Kuramı, "fordizm" kavramıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki kapitalizmin kapsamlı dönüşümünü anlatmaktadır. Kavram, "yoğun birikim rejimi kavramını ve buna tekabül eden tekelci düzenleme biçimi kavramını beraberce içerir" (Arın, 1986, s.122). Diğer yandan fordizm, ABD'nin dünya kapitalist ekonomisinde hegemonya kurmasını ifade etmektedir. Kitlesel üretim teknolojileri ABD'nin hegemonyası altında ileri kapitalist ülkelere yayılmaktadır. Ancak üretim esas olarak ulusal temelde gelişmiştir. Fordist dönemde kitlesel üretim ve kitlesel tüketim arasındaki eklemlenme sonucu, artı değer üretimi, dolaşım, bölüşüm ve tüketim ilişkileri özgül biçimler almıştır. Düzenleme kuramına göre, fordizm sadece kapitalist emek sürecinde bir üretim organizasyonu değil esas olarak sermaye birikim rejimidir (Arın, 1986, s.122; Ansal, 1999, s. 12).

Yoğun birikim rejimi olarak fordizm'in özü, yoğun sermaye birikiminde muazzam bir genişlemenin sağlanmasıdır. Yaygın birikim rejiminden farklı olarak bu dönemde (yoğun birikim rejimi: fordist) birçok şey değişmiştir. Yaygın birikim rejiminde üretim ve tüketimin toplumsallaşma derecesi düşüktür. Teknolojideki gelişmeler düşüktür ve üretim sürecinde yoğun teknoloji kullanımı yaygın değildir. Emeğin yeniden üretiminde sanayi mallarından daha çok, tarımsal ürünlerin önemi daha fazladır ve belirleyicidir. Ücretler seviyesinin belirlenmesi rekabetçi bir ortamda işçi ve işverenin yüz yüze görüşmesiyle gerçekleşmektedir. Bu dönemde henüz sendikalar güçlü değildir. Banka ve kredi sistemi yeterince gelişmemiştir. Devletin ekonomiye müdahalesi oldukça sınırlıdır ve rekabetçi koşullar güvence altına alınmaktadır (Şahin, 2000, s.207).

Yoğun birikim rejiminin emek sürecinin örgütlenmesi Taylorizm'in ilkelerine ve akan hızlı montaj hattına dayanmaktadır. Taylorizm'in denetleyici ve kontrol edici mekanizmalarıyla emek süreci tam bir denetim altındadır. Üretim sürecinde üretimin akışı ve her bir işçinin üretim sırasında yaptığı iş ve hareket en üst düzeye çıkarılarak sistematikleştirilmiştir. Büyük fabrikalarda üretim kitlesel olarak gerçekleştirilmektedir. Üretim hızlı montaj hattıyla (akan band) düzenlenmekte ve nispi artık değer çalışma yoğunluğuyla artırılmaktadır (Arın, 1986, s.123). Aglietta (1979 aktaran Şahin, 2000, s.217-218) Taylorist örgütlenmeyi şöyle ifade etmektedir: "Bu dönem, kapitalist üretim tarzının, mutlak ve nispi artı değeri bir araya getirebilecek üretim güçleri sistemlerini, sistematik olarak oluşturduğu dönemdir. Bu sistemlerin temeli, daha önce çalışanların ustalığıyla yapılan somut işlerin niteliklerini işlevsel olarak içeren makineleşme ilkesidir. Makine sistemi, uygun bir geçiş yoluyla mekanik enerji kaynağına dönüşen, yani motor tarafından harekete geçirilen bir grup araçtan oluşan üretici güçler kompleksidir. Çalışanlar araçları kullanmak yerine kendileri makinelerin bir parçası haline gelmişlerdir. Makineleşme, emeğin vasıflarını makineye geçirerek, emeği sadece dayanıklılığı ve çıktı normuyla tanımlanan, tekrarlanan hareketler döngüsüne indirgemiştir.“

Yoğun birikim rejiminde emek, niteliğine bağlı olarak, hiyerarşik kategorilere ayrılmıştır. Nitelikli işgücü, üretimin bilgi ve tasarım aşamasında yer alırken niteliksiz işgücüyse rutin ve tekrarlanan işlerde, yoğun olarak kullanılmaktadır. Bu hiyerarşik yapılanmada esas amaç emek sürecini tam olarak denetlemek ve üretimin etkinliğini arttırmaktır. Bütün bu uygulamalarla üretim hızının düşürülmesinin önüne geçilmektedir. Yoğun birikim rejiminde, çalışma disiplini ve emek yoğunluğu, emek sürecinin en önemli özellikleridir. Emek sürecindeki bütün bu uygulamalarla sermaye, işgücü üzerinde tam anlamıyla egemenliğini sağlamaktadır (Arın, 1986, s.123).

Yoğun birikim rejiminde yükselen teknoloji ve üretimin artması emek talebini artırmıştır. Toplumda insanların önemli bir kısmı ücret karşılığı çalışmaya başlaması metalaşan emek oranını artırmıştır. Yoğun birikim rejiminde, üretimin (metalaşma) en yüksek düzeye ulaşması ve emeğin yaygın bir şekilde ücretli emeğe dönüşmesi (emeğin metalaşması) üretimin toplumsallaşması için önemli gelişmelerdir. Yani, "meta ilişkileri ne derece gelişirse, işgücü ne kadar yaygın bir şekilde ücretli emek haline gelirse, üretim ilişkileri de o derece yaygınlaşacak, üretimin toplumsallaşma düzeyi o derece yükselecektir" (Şahin, 2000, 219-220).

Toplumda çalışanların sayısının artması, toplumsal tüketimde ciddi artışlara neden olmuştur. Toplumsal üretim ve tüketimin dengelenmesi yoğun birikim rejiminin istikrarlı hale gelmesini sağlamıştır. Emeğin genel olarak toplumsal konumunda iyileşmeler yaşanmıştır. Yaygın birikim rejiminde iş güvenliğinden yoksun, sigortasız çalışan, ücret seviyesini işverenle yüz yüze görüşme yoluyla sağlayan emek, yoğun birikim rejiminde (fordist), güvenceli, sosyal haklara sahip, sendikalı ve örgütlü bir güce dönüşmüştür. Emeğin örgütlü gücü (sendikalaşma) sayesinde, işçiler daha iyi koşullarda çalışabilecek olanaklara ulaşmıştır. Ücretler seviyesinin artırılmasına yönelik talep ve mücadele, bir anlamda, üretilen ürünlerin tüketilmesine yönelik taleplerin de yükselmesini sağlamıştır. Bütün bu gelişmeler, toplumsal talebi artırmış, tüketim düzeyini yükseltmiş ve aşırı üretimden kaynaklanabilecek krizlerin de aşılmasına neden olmuştur (Şahin, 2000, s.215).

Bu dönemde tüketim eksikliği sorunu, makro ölçekte talep yaratıcı Keynesçi iktisat politikalarıyla aşılmaya çalışılmış ve üretimin artışına bağlı toplumsal tüketim desteklenmiştir. Keynesçilik, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yoğun birikim rejimin sağladığı üretim artışına karşılık; gerekli tüketim talebi yaratmak için uygulanan politikalar (tüketim artırıcı) için kullanılmaktadır.

Ansal, H.(1999) Esnek Üretiminde İşçiler ve Sendikalar (Post-Fordizm'de Üretim Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor)
Arın, T. (1986). "Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I):Gelişmiş Kapitalizm", Onbirinci Tez, No.3, Uluslararası Yayıncılık, s.86-125.
Arın, T. (1986). "Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (II): Azgelişmiş Kapitalizm ve Türkiye", On-birinci Tez, No.3 75, Uluslararası Yayıncılık, s.5-25.
Şahin, Ç. (2000). Kapitalizm ve Yoksulluk. İstanbul: Çivi Yazıları.




(Charlie Chaplin - Modern Zamanlar)

19 Ocak 2012 Perşembe

Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü


Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir.


Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor.

(Nazım Hikmet - Şeyh Bedrettin Destanı)

17 Ocak 2012 Salı

11 Ocak 2012 Çarşamba

Rosenbergler'in Suçu Ne?

1950’li yıllar. Amerika’da McCarty rüzgârı esmekte. Bu rüzgâra kapılması istenen iki insan. Ethel ve Julius Rosenberg.  Hikayeyi bilirsiniz, 1950’nin temmuzunda Julius Rosenberg Rus ajanı olduğu gerekçesiyle tutuklanır. Atom bombası sırlarını Ruslara sattığı iddia edilir. Çok geçmeden ağustos ayında ise Ethel Rosenberg’i de alırlar evinden, iki çocuğundan ayırarak. Ve bir yargılama süreci başlar. Bu aslında sonu belli olan bir süreçtir. Formaliteden mahkemeler yapılır. İtiraf ettikleri taktirde her şeyin onlar için daha iyi olacağı söylenir. İtiraf etmezlerse zaten bellidir ne olacakları. McCarty meydanlarda ‘bu iki casusun, bu iki komünistin derhal elektrikli sandalyede ayak parmak uçlarından kulaklarına kadar elektrik verilerek idam edilmelerini’ ister.  

Julius Rosenberg hakkında belli belirsiz birkaç delil bulunsa da bu süreçte tek bir delil yoktur Ethel Rosenberg’in Rus ajanı olduğuna dair.

Yargılama süreci sonunda bu iki insana yargının yapacağı bir şey olmadığına ve onları sadece tanrın bağışlayabileceğine karar verilerek  idam edilecekleri söylenir.
Elektrikli sandalyeye oturacakları odada bir telefon bulunmaktadır. O telefon onların hayatını kurtaracak olan telefondur ama ne Ethel ne de Julius elini sürer telefona, zaaf göstermedikleri için birbirleriyle gurur duyarlar.

Arkalarında -sonradan zor günler geçirdikleri için soyadlarını değiştirecek olan- iki çocuk ve onlara inanan insanlar bırakırlar.

Aradan geçen 60 yıla rağmen hâlâ Rosenberg çiftinin casus olup olmadığı tartışılmakta. Muhtemelen daha uzun yıllar tartışılacak bu durum. Gerçekten atom bombasının sırlarını Ruslara verdilerse eğer bu vatana ihanet midir değil midir, vatan hainliği nedir, bu sırların başka bir ülkeye verilerek dünya barışına bir katkısı olduğunu söyleyen Ethel ya da Julius’un böyle bir durumda neyi önde tutması gerekirdi insanlığı mı yoksa ülkesini mi? Bunun gibi daha birçok soruyla tartışılabilir bu durum.

Rosenbergler’i yeniden gündeme getirecek olan bir oyun var bu sezon İstanbul Şehir Tiyatroları’nda. Fransız yazar ve tarih araştırmacısı Alain Decaux tarafında yazılan, Orhan Alkaya’nın rejisiyle ’70 yılında Dostlar Tiyatrosu’nun ardından tekrar sahnelenen Rosenbergler Ölmemeli oyunu 11 Ocak’tan itibaren Şehir Tiyatroları sahnesinde olacak.

‘Böylesine bir diktatörlükle yönetilen ülkemde bireyler üzerinde baskı kurularak, toplumda korku yaratılmak isteniyor’ diyen Julius Rosenberg’i ve onu yalnız bırakmayan eşi Ethel Rosenberg’i, Ethel Rosenberg’i gözü kapalı satan kardeşi David Greenglass’ı ve onları idama götüren hükümeti, yargıcı, savcıyı oyunun çalışma sürecinde bulunan biri olarak gidip görmenizi, hatırlamanızı, anlamanızı ve unutmamanızı isterim.

10 Ocak 2012 Salı

2 Ocak 2012 Pazartesi

Yazgıların Tableti



“Bu hikâyeler, bir çaresizlik ifadesiyse, aynı zamanda bir amaç arayışını ve bazıları da başka tür kader dolanımlarını ifade etme kaygımdan yazıldı. Hepsinin ortak yanı, Yusuf'un kuyusu kadar derin iç dünyalarına nüfuz etme çabasından ibarettir, bunun için yazıldı. Kötü bir insan olmayabileceğimi anlatmanın bir yolu olarak seçildi bu yazı macerası.

Burada kendim neredeyim? Murat Davman mı benim, yoksa adı söylenmiş ya da söylenmemiş Yusuflardan biri mi? Beni tanırlar...
Hem sanat, arınma olduğu kadar kandırma çabası değil mi?

Hikâyelerimi üzüntüyle okumanızı dilerdim;  üzülmekten korkmayarak. Hem Andre Gide’nin söylediği gibi 'Hüzün dinmiş bir coşkudur.'
Değil mi? Böylece avunalım...”

Yukarıdaki alıntılar 25 Temmuz 2006 tarihinde aramızdan ayrılan Reha Mağden’in “Yazgıların Tableti” kitabından.  Elev Theron’un “Yaratıcı Okuyuculuk” alıntılarından birinde görmüştüm ilk kez Reha Mağden adını:
"İyi edebiyatçıların değeri er geç bilinir, bunun böyle olacağını da her iyi edebiyatçı bilir... Asıl vahim ve acı olanı, değeri bilinmemiş okuyucuların durumudur... Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür... Okudukça zevkler incelir, daha tuhaf daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru batmaktasınızdır. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır. Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir, o gürültüde sizi kimse duymaz. Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır. Okuduğunuz onca kitabı, hayatınızı yatırdığınız o zorlu ve hassas meşgaleyi mezara götüreceğinizden korkmaya başlarsınız. Ve siz de bilirsiniz ki yalnız ölmek zordur, arkanızda mutlaka birkaç müttefik, birkaç şahit bırakmak istersiniz..."
(Murat Uyurkulak - Bazuka, "Tutkular Kitaplığı"ndan. "Yazgıların Tableti" naziresi. Reha Mağden'e sevgiyle...)

Haliyle ilk önce Murat Uyurkulak’ın “Bazuka” kitabını alıp “Tutkular Kitaplığı” nı okumakla başladım merakımı gidermeye. Nazire yapılan kitap “Yazgıların Tableti” olduğuna göre, ona da ulaşmak gerekiyordu.  İlk kez Avesta Yayınları tarafından basılmış, ancak baskısı çoktan bitmiş, sahaflarda bile neredeyse bulunması olanaksız bir kitaptı Yazgıların Tableti.

Dedektif Murat Davman gibi ben de “Okunmayı isteyen kitap, kendisini de buldurtur bir şekilde” gibi bir aforizma yapayım. Kitap fuarında Avesta Yayınları standının önünden geçerken olmazya, hani belki bir ihtimal vardır diye sorasım geldi. Tezgâhtar çocuk ilk önce bi durdu, düşündü, galiba bir iki tane kaldı elimizde dedi. Kitapların arasından sanki bir tozlu kütüphane rafından alınmış görünümünde, yaprakları iyice sararmış “Yazgıların Tableti” ni buldu getirdi. Kitabı bulup kendimi garantiye almıştım artık.

Bir ara okurum deyip bir yerlere kaldırdığım Yazgıların Tableti’ni yılın son günü okumak niyetiyle sayfalarını çevirirken kendi kaleminden biyografisini okuyunca Reha Mağden’in daha bir merak sardı beni. (Kitaptaki biyografisini buraya alıntılamayacağım. Merak eden kitabı bulup okusun)

Okurken ” Murat Davman mı benim, yoksa adı söylenmiş ya da söylenmemiş Yusuflardan biri mi? Beni tanırlar...” cümlesi aklımdan hiç çıkmadı. Her öyküde Yusuf’lardan, Murat Davman’lardan kendime bir Reha Mağden yarattım.  Yusuf Üçgül kimdi? Üçgül Üçgül kimdi? Adı “Açmakta Olan Gül” anlamına gelen kadın kimdi? “Senin on dört yaşın” öyküsündeki Rana ile biyografisindeki  “zahiri ya da hakiki -yani sanki- kırk yıl Rana'yla evliydi” cümlesinde geçen Rana aynı kişiler miydi?

Sorulara yanıtlar bulabileceğimi sanarak merakla okuduğum kitap bittiğinde onlarca başka soru ve kocaman bir boşluk bıraktı bende. Murat Davman’ın dediği gibi, “karşımda hazır kimse de yokken”, rahat rahat kederlendim… Bunları yazmasam olmayacaktı, yazıp bakınca şimdi, gene olmadığını görüyorum… Dursun şimdilik, silinceye kadar…