29 Kasım 2010 Pazartesi

İnönü Stadı'nda bahardan kalma bir gün

Maçın başlamasına 1 saat kala Malatya İnönü Stadı’nın önündeydim. Çevrede ‘maç havası’ adına en küçük bir belirti yoktu. Ne bir köfte kokusu ne polis… O kadar ki maç bileti satacak gişeler bile açılmamıştı henüz. Acaba yanlış mı geldim diye düşünürken stada giren polis arabalarını görünce rahatladım. Çevrede iki tur atıp zaman geçireyim derken tıka basa dolu bir İddaa bayii gördüm. İçerdeki yaş ‘ortalaması’ taş çatlasın 15’ti. Bu kadar küçük çocukların oyun oynamasına ne kadar şaştıysam “İnter’de bu hafta Eto’o yok ama fark etmez beş atacak beş” bilmişliklerine de o kadar şaştım (İnter maçı 5-2 kazandı bu arada).

Gişe açılınca biletimi almak için yaklaştığımda fark ettim ki tribün seçeneğiniz yok. Ya 15 TL’ye protokol ya da 3 TL’ye protokol tribünüyle iç içe olan kapalı tribün biletinden almak zorundasınız. Karşı kapalı tribün de iki kale arkası tribün de seyirci yokluğundan kapalı tutuluyor çünkü. Maça gelirken muhabbet ettiğim Malatyalılar, siyasilerin kendi emelleri uğruna kulübe el atıp zamanında birinci lig görmüş kulübün ‘içine ettikleri’ görüşünde hemfikir. Kısa bir tarihçe notu düşelim araya: Şu an 3. lig 1. grupta yer alan Malatyaspor 1966 yılında kuruldu ve 1983 ile 1990 yılları arasında birinci ligde mücadele etti. 1988-89 sezonunda birinci ligi 3. sırada bitiren kulüp bir sene sonra küme düştü ve o günden beri her sezon biraz daha düştü.

Kapalı tribün biletimi alıp maça yarım saat kala stada girdim. Tribünlerde yaklaşık 15 kişi bulunuyordu ki maçın başlama saatiyle bu sayı 200’ü buldu. 18 takımlı grupta 17. sırada bulunan Malatyaspor’un rakibi maçtan önce 5. sırada bulunan Nazilli Belediyespor’du. İlginç bir şekilde maça fırtına gibi başlayan Malatyaspor ilk yarıda golü de bulup soyunma odasına 1-0 önde girse de ikinci yarının hemen başında yediği golle bir puana razı oldu. Maça dair konuşacak taktik teknik bir şey yok ne yazık ki. Bir zamanlar birinci ligin ciddi deplasmanlarından biri olan Malatyaspor’un halı saha futbolcularıyla ligde kalmaya çalışması üzücü ve bir o kadar da tanıdık. Bir çırpıda sayabileceğim en az 10 takım var benzer durumda olan.

Tribünden detaylar maçtan daha ilgi çekiciydi. Her şeyden önce küfür gırla gidiyor ama 300 tane birbirinden habersiz taraftarın organize bir küfürü yok ortada. Ama güzel bir hareket yapanın da gol kaçıranın da hangi takım olursa olsun anası anılıyor mutlaka.

Maça arkadaşlarıyla İddaa bayiinden çıkıp gelen 15 yaş ortalamalı çocuklar da var takım elbiseli 60’lık amcalar da çocuğuyla gelen babalar da…

Ana bacı muhabbeti dışında en çok dillendirilen küfür eşek. Evet, herkes birbirine eşek diyor ama tonlama ve vurgudan bunun “eşek herif”teki masum eşek olmadığı çok belli. Öyle ki eşek lafına maruz kalan, anasına küfür edilmişten daha çok sinirleniyor.

Maça giren küçücük çocukların bozuk paraları girişte polis tarafından “sahaya atılabilir” gerekçesiyle toplanıyor. Polisin özellikle Kürt çocuklarının paralarını topladığı ise gözümden kaçmadı. Örneğin bir sırt çantasıyla giden bendenizin çantasında istendiğinde küçük bir katliam yapmaya yarayacak birçok alet edevat vardı, aramadılar bile. Tek aranmayan ben değilim. Sebebi her ne olursa olsun 3 TL’den bilet satılıyor ve 3 TL’sine kıyıp maça gelen çocukların parası toplanıyor. Bugün şahit olduğum, birçok çocuğa maç 6-7 TL’ye patladı. İçlerinden biri arkadaşına “Ulan eşek, senin yüzünden maça geldim 7 liram gitti. Malatya Park’a gider trene binerdim bu paraya” dedi (Malatya Park İstinye Park’ın bire bir kopyası bir AVM). Düşündüm de ister seyirci çekmek için ister çocuklara spor sevgisi aşılamak için bundan sonra istersen biletleri bedava dağıt, o çocuk o stada gelmez bir daha.

Maç sırasında sarf edilen bir cümleyi mutlaka paylaşmam gerek. Cümleyi sarf eden kişinin espri yapmadığına ve Karadenizli olmadığına yemin ederim. Affınıza sığınarak aynen şöyle: “Hakeeeeem! Şu ezan bi bitsin ananı s.kecem ben senin.”

Son olarak, 1-1 biten maçın ardından taraftarlar 1 puanın hiçbir işine yaramadığı takımını alkışladı. Malatyaspor hâlâ 17. sırada, Nazilli’yi de 1 sıra aşağı çektiler.

Maçtan fotoğraf isteyene

25 Kasım 2010 Perşembe

Çocuğunuza içsin diye bir bardak dolusu şeker verir miydiniz?

Çayımı bardağın yarısına kadar şeker doldurıp içiyorsam, çocuğuma da pırıl pırıl bi şeker damacasını dayarım icabında...

Jung ve Ötesi


Sana bir hikaye anlatacağım... Ancak ondan önce biraz entel-dantel gevezelik yapmak istiyorum.

Psikanalizin babalarından Jung, bireylerdeki bilinçaltının kolektif bir bilinçaltından bağımsız olamayacağını savunur. Ona göre insanoğlunun tüm yaşadıkları kişide belirgin bir iz bırakmakta ve bu izler evrensel bir datada toplanıp, ileri ki bir zamanda ufak bir çağrışımla yüzeye çıkmaktadır. (Bir bakıma psikanalizin az biraz metafizik yoluyla yorumlanması denilebilir.) Kolektif bir bilinçaltı ya da evrensel bir database kurgu-bilim senaryolarına da konu olmuştur. Hatta Jung'un çağdaşları onu gerçeküstü objeleri bilime yamamakla suçlamıştır. Jung'a göre aile büyüklerinin yaşadığı büyük endişeler, korkular da kalıtım yoluyla çocuklara geçebilir ve çocuk bunları farkında olmadan içselleştirebilir.


Beni kollarına alıyor ve o korkunç öykünün giriş cümlesini kulağıma fısıldıyor. "Çocukları sağ bırakıyorlar anneleri öldürüyorlar, çocukları sağ bırakıyorlar anneleri öldürüyorlar."


İşte başlıyor. Yıllar öncesine gidiyorum. Siyah-beyaz televizyonumuzun olduğu evimizin salonuna. 9 yaşındayım. Hatırlıyorum. Ekranda yüzü koyun yatan bir adam ve çevresinde insanlar var. Televizyon renkli olmadığı için cesetten sızan kan siyah renkte. Birisi olayın nasıl olduğunu ve kimlerin o adamı öldürdüğünü anlatıyor. Televizyondaki spikerin anlattığına göre öldürülen adam bizden, öldürenler ise düşmanlarımızmış. Eskiden olduğu söylenen bir şeylerin intikamını alıyorlarmış. Başımı babama çeviriyorum. "Ne oldu baba neden öldürmüşler, öldürenler kim" diye soruyorum. Babam yutkunuyor ve ağır ağır konuşuyor. "Geçmişte bazı hoş olmayan olaylar vuku buldu oğlum, kötü şeyler oldu. Fakat artık unutmak ve ileriye bakmak lazım."

Başkaca bir şey demiyor. Ne kızıyor, ne de küfrediyor. Her zamankinden daha düşünceli gibi. Bir sigara yakıyor. Dumanı savururken "Hadi sen yat geç oldu, yarın okul var" diyor. Kafam karışmış bir şekilde isteksizce odama yöneliyorum. Okulda bazı şeyler anlatmışlardı bir takım savaşlar olmuş, düşmanlar yurdumuzu işgal etmiş ama sonra nasıl olduysa tüm düşmanlarımızı mağlup edip yurdumuzu kurtarmışız. Demek ki hala yolunda gitmeyen bir şeyler var. Yarı aralık duran kapıyı ittirip içeri giriyorum. Babaannem benden önce gelmiş yatağına uzanmış. O da televizyonu seyretmiş midir acaba, bir de ona sorayım. Yattığı tarafa bakıyorum, uyuyor mu uyanık mı karanlıkta anlaşılmıyor. Neyse artık yarın sorarım. Pijamalarımı giyip kendi yatağıma girdiğimde hafiften bir ses kulağıma çalınıyor. Bana mı sesleniyor? Yok hayır uykusunda konuşuyor. "Evimiz vardı, komşularımız vardı, biz de insandık." Alışkındım bu duruma. Değil uykusunda, uyanıkken bile aynı şeyleri söylerdi. Aldırmıyorum. O çok yaşlı. Kimbilir ne rüyalar görüyordur şimdi. Birden tanıdık bir cümle dudaklarından dökülüyor. "Çocukları sağ bırakıyorlar, anneleri öldürüyorlar. Çocukları sağ bırakıyorlar, büyükleri öldürüyorlar." Bana masal diye anlattığı korkunç hikayelerin biriydi bu.

Bir süre sonra benim de uykum geliyor, dalıyorum. Rüyamda yolculuk edenler insanlar kervan gibi bir şey görüyorum. Gece vakti açıklık bir yerde konaklamışlar, büyük bir meydan ateşi yakılmış. Sonra başkaları geliyor ve kervandakilere saldırıyorlar. Oradaymış ve kervanın içindeymişim gibi geliyor bana. Korkunun engelleyemediği bir merakla çevreme bakınıyorum ne olup bittiğini anlamak için. Ve o ses yine aynı şeyleri tekrar ediyor. "Çocukları sağ bırakıyorlar, anneleri öldürüyorlar." Çok geçmeden uyanıyorum, yatağımdayım. Ninemin tarafından hafif bir mırıltılı geliyor. Sayıklamaya devam ediyor anlaşılan. Fakat bu kez söylediklerini anlayamıyorum. Bir an dua okuyor zannediyorum. Fakat değil. Bizim evde yalnız annem dua okur, namaz kılar, bize öğretir. Babam ve ninemi hiç dua okurken, namaz kılarken görmedim. Ninem Arapçayı andıran sonu "iyun, uyun"la biten bilmediğim kelimeler söylüyor ama dua ya da Arapça değil başka bir şey bu.

Sabah olunca plastik yoğurt kasesinde dut yapraklarının arasındaki ipek böceği kozalarının durduğu köşeye gidiyorum. Sonra annem geliyor yanıma. Bir tanesini eline alıyor. "yapma anne" diyorum, "belki zarar verirsin." Annem şöyle bir bakıyor, "çoktan kozanın içinde ölmüştür oğlum" diyor.

Annem haklıydı, biz ipek böceğini daha kozasındayken öldürmüştük.

23 Kasım 2010 Salı

Cobarde Gallina Ara Nubaryan

Basın tribününe bakıp
iç geçiren Ara Nubaryan.

Farklı takımları destekleyip aynı tribünde kimliğini saklama gereği duymadan yan yana maç izleme şansını yakalayan bütün güzel abilerimize… 

Ailenizin cevval muhabiri Ara Nubaryan sizin için yemedi içmedi ve hasta Beşiktaşlı olmasına karşın o dillerden düşmeyen Papazın Çayırı’nı nam-ı diğer Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu’nu gezdi. Stadı gezmedi tabii, kale arkası (Migros) tribününde oturup biraz maçı biraz da etrafı seyretti, daha çok da etrafı.

Bugün Fenerbahçeli bir arkadaşım sordu “ruh nasıldı” diye. Ona da dedim, bu soruya yanıt verecek kişi ben olamam. Şeref Bey’e (İnönü olarak kullananlar da var) giderken daha vapur Üsküdar açıklarındayken havaya girer, heyecanlanırım ben. Stada geldiğimde polisin arama yapması bile hoşuma gider hatta. Fenerbahçe’nin üstelik de Bucaspor’la oynadığı bir maçta ruh çağırmaya kalkışmam ki ben. Varsa öyle bir ruh, üç kere vuran Alex çağırıyor zaten fazlasıyla.

Bahariye’de gezerken ilk dikkatimi çeken, yollarda Fenerbahçe formalı kimse görmemem oldu. Bucaspor maçına olan ilgisizlikten de olabilir tabii. Fenerbahçeliler için ne varsa Yoğurtçu Parkı’nda var gerçekten. Alkol de muhabbet de orada. Kazan-Yoğurtçu karşılaştırmasına da girmeyelim, kulvarlar çok farklı. Yalnız Yoğurtçu’ya gelene kadar stadyumdan en küçük ses duymamayı da garipsedim biraz. Hemen kötüye yormuş olmamak için “insanlar kendini maça saklıyor”a yordum onu da. Fenerbahçe diye her şeyi eleştireceğimi düşünenler çoğunluktaydı maçtan önce. Bana göre yine çok şey var ama kendime saklayacağım. Herkes kendi evinin önünü eleştirse dünya tertemiz olur değil mi?

Benim için eskiden beri âna tanıklık etmek önemlidir. Kylie Minogue konseri için akreditasyon yaptırmam da Sıdıka Su’nun cenazesine koşa koşa gitmem de biraz bu tanıklık sevdasından. Dün de hiç hesapta yokken önemli bir ana tanıklık etmiş oldum aslında. Geçen hafta Fenerbahçe, Gaziantep’e bir değil de iki gol atmış olsa kulüp tarihinin 3 bininci golü atılmış olacaktı ama olmadı. Kısmet banaymış. Henüz 35. saniyede gelen o 3 bininci golü canlı canlı seyretmiş oldum. Üstelik golün benim önümdeki kaleye olması da her ne kadar golü atan Fenerbahçe de olsa, ayrı bir zevkti.

Yıllar önce Galatasaraylı bir arkadaşımla Ali Sami Yen’deki GS-BJK maçına gitmiş, maçı da GS kapalı alt tribününde ve GS formasıyla seyretmiştim. Arkadaşım da maç boyunca benim jestime karşılık vermek için ağzını açamamıştı. Aynı şekilde Şeref Bey’de oynanan BJK-GS maçına da ben bir arkadaşımı götürdüğümde onun da boynunda siyah-beyaz atkı vardı. Bunlar bence güzel şeyler. Asla ve sadece futbol olmayan futbolun, az da olsa ve hâlâ spor olduğuna dair küçük imareler işte. Dün de maça götüren FB’li dayım için -ki sanırım benden beklemezdi böyle bir hareket- geçirdim sırtıma FB formasını.

Forma işin esprisi, eğlencesi, jesti sadece; ama rakip tribünlerde maç izlemek tahammül geliştirme açısından oldukça yararlı. Yanınızdaki, sizin kulübünüze ana avrat saydırırken ses çıkar(a)mamak günümüzde ‘cobarde gallina’lık (laf sokmasam ölürdüm) sendromundan ama sorun değil n’apalım.

Son söz olarak;
“Fenerbahçe tribünlerinde küfür yok”
“Fenerbahçe tribünlerinde küfür var ama organize değil”
“Fenerbahçe tribünlerinde organize küfür var ama Beşiktaş tribünleri gibi değil”
diyenlere, digitürk decoderlerini çıkarıp Kadıköy’de maç seyretmelerini öneririm. Size bir şey diyeyim mi? Yok birbirimizden bir farkımız. 

Sen prenses değilsin, uyuma!

Nuri Bilge Ceylan hakkında bir dünya olumsuz eleştiride bulunduktan sonra, NBC dünyayı kasıp kavuran prestijli bir yönetmen olunca, bir anda onu yere göğe sığdıramayan Atilla Dorsay gibi ikiyüzlü olmayalım yeter bence. Seyrettiğimiz filmler hakkında konuşurken içten olalım ama akıllı da olalım. Mümkünse fazladan iki gözle izleyelim filmleri, okuyalım kitapları, dinleyelim masalları…

“Fazladan iki göz”le ne kastettiğimden başlamak isterim. Bu fazladan iki göz benim için aslında ‘filmin alt okuması’ dediğimiz şey. Dünyanın her açıdan en kaliteli, en en en filmlerinde bize alttan alta verilmeye çalışılan, hatta bazen dayatılan fikirlere karşı gözümüz kulağımız açık olmalı her zaman. Örneğin benim ve belki de birçoklarının, bilemiyorum, bestesini bildiği tek ulusal marş, pek tabii ki ABD’ninki. Çok basit bir örnekti bu. “Aman bir ülkenin marşına aşina olmakla bir şey olur mu” dememek gerek. Keşke dünya üzerindeki 200  küsur ülkenin marşını daha giriş namesinden tanısak ama ne mümkün? Henüz Belçika ile Almanya’nın bayraklarını karıştırıyoruz ki onlar da az değil tabii ama ABD marşı hangi filmde çalınsa mırıldanırım içimden örneğin.

Bir alt okuma üstadı, hâlâ seyretmediğim ama çok önemli olduğunu düşündüğüm bir film hakkında şöyle bir okumada bulunmuştu: “Filmdeki cenin, çöken sosyalizmi temsil ediyor” Öyledir ya da değildir bilemem ama etkilenmiştim. Ben de böyle olmayı çok da isterim ama çok eksiğim kendi adıma. Yine de gözüm açık izlemeye çalışıyorum gözüm ve aklım yettiğince. Her filme şüpheyle yaklaşıyorum. “Ulan çok güzel film ama kesin bir puştluk var” dediğim çok oluyor. Tabii bunu şizofreniye dönüştürüp iki kuruşluk sinema zevkinin içine etmeden… Bazen kendime göre bir puştluk yakalıyorum ki kim bilir yönetmen belki öyle bir şeyi aklından geçirmedi; bazen de beğendiğim bir film hakkında bir yazı okuyup ulan bunu ben nasıl görmedim dediğim oluyor ve pek tabii yazıya hak verdiğim…

Basit bir örnekle devam edeyim. Slumdog Millionaire’deki ‘kader’ vurgusuna dikkat etmek gerek bence. Evet, Yeşilçam tadında film demiştim ama yine de ‘kader’ vurgusunu tehlikeli buluyorum. Bu ve bunun gibi örnekler biz farkında olmadan içimize işliyor / işletiyor çoğu zaman. Ne bileyim, Hitler’den daha Hitler olan Goebbels’in işleri belki sanatsal açıdan harika eserler olabilir seyretmedim hiç ama o filmleri izleyip Yahudi’den sabun yapmaya kalkmayalım örneğin. Anlatmak istediğim biraz bu işte.

Benim derim biraz Maria Puder’de de varmış, bugün onu gördüm. Silah zoruyla bloga yazdırırken kendisini, ben de onun yazdıklarını okumadan Prensesin Uykusu’na gittim. Bu yazı da güya onun yazdıklarını okumadan yazılacaktı ama gözüm kaydı(!).

Ben Çağan Irmak’ı sevmem. ‘Niye sevmem’i hep “çünkü belden aşağı vuruyor” diye açıklarım. Filmlerinin teknik taktik analizleri hakkında konuşup yazmak haddime olmadığı gibi umrumda da değil. Yılmaz Erdoğan’ın son filmindeki devam sorunu hiç umrumda değil örneğin. Bazıları o hatayı yakalamış ve filmi itin götüne sokup çıkarmıştı. Oysa bilmiyorum ama o kadar basit olmamalı bence. Sokup çıkarılacak bir şeyler varsa o filmde, o hatadan dolayı olmamalıydı yani. (Yılmaz Erdoğan gece yatarken ayağında siyah çorap var, sabah kalkınca çorabın yeşil olduğunu görüyoruz. Renkleri salladım ama mesele bu)

Çağan Irmak meselesinde ikircikliyim artık. Sevmem dedim ama Atilla Dorsay ikiyüzlüğüne kaçmaktan korktuğum için olaya düz bakmak istiyorum. Biz ki teknik açıdan en kalitesiz Yeşilçam filmlerini tekrar tekrar, bayıla bayıla ve her seferinde ağlaya ağlaya seyreden bir milletsek Çağan Irmak’a laf etmek en azından ben ve benim gibilere düşmez diye düşünüyorum. Haa alttan alta milliyetçiliği, homofobiyi vs. övdüğünü yakalarsam filmlerinde gözünün yaşına bakmam ama böyle bir şey yakalamadığım sürece benim içim sorun yok. Varsın belden aşağı vursun. Ben de o zaman daha belden aşağı vurup diyorum ki; her gün birileri belden aşağı vurmuyor mu bize? Adam bizim hikâyemizi çekiyor işte daha ne istiyoruz? Babam ve Oğlum’da 12 Eylül’e ucundan değinmiş, o acılarla prim yapmış, yapsın! Filmin tek sahnesinde ağlamadığımız Eve Dönüş 12 Eylül’e kökünden değindi de ne oldu? Film hakkında kaç tane iyi yazı çıktı, onu da geçtim kaçımız seyretti filmi? Hadi onu da geçtim. Böyle bir filmden kaçımız haberdar olduk?

Hep diyorum. Bu ülke, senede iki elin parmaklarını geçmeyen filmlerin çekildiği dönemleri de gördü. Bırakın şimdi kim ne istiyorsa çeksin. Böyle böyle oturacak bu iş. Elbet zamanı gelecek ve “Çağan Irmak mı aman ben gitmem onun filmine” dediğimiz günler de olacak ama örneğin bu hafta gösterime giren filmlerden sadece biri yerliydi ve o da Prensesin Uykusu’ydu, alternatif vardı da biz mi gitmedik? (Alternatifin yerli olması gerekmez ama serinin önceki filmlerini seyretmemiş biri olarak Harry Potter’a da gidemezdim)

Sektör gelişmedi diye olumsuz laf etmeyelim demiyorum hatta daha iyi filmler için eleştiri mekanizması şart ama insanların hevesini kaçırmadan yapmak gerek eleştiriyi. Sakın haa “benim eleştirimle hevesi kaçacaksa…” diye başlayan cümleler kurmayın, rica ederim. Hepimiz insanız. Ben “film gereksiz uzundu” eleştirileri yüzünden katilin kim olduğunun anlaşıldığı sahneyi kesip filmini kısaltan yönetmenler gördüm bu ülkede. (Bkz. Münferit)

Birçoğumuz çok filmler seyrettik, bazılarımız bu işlerin okulunda bile okuduk ama sadece sinemaya dair değil hayatın her alanında yaptığımız eleştiriler olaya bir açıdan bakmakla kalmamalı. (Elev Theron’a selam ederek; ‘söylem analizi’) Filmlere dair okumaları nasıl yapabiliyorsak, bir yönetmeni ya da yanımızdaki komşumuzu her neyse, sadece bir işi üzerinden değil, yaşama bakışıyla, beklentileriyle, belki aldığı / almadığı eğitim ya da -herkesi deri koltuğa oturtma şansımız yok ama- geçmişinde yaşadığı bir olayı da göze alarak değerlendirmek gerekiyor.

Hayatımda bir yazı için yaptığım en uzun girişi, Çağan Irmak’ı savunmak ya da Prensesin Uykusu’nu övmek için yapmadım. Prensesin Uykusu, benim öve öve anlatacağım bir film değil ama seyretmeyin de demem. Vaay Arkadaş yazısında da belirttiğim gibi bütün olumsuzluklarına karşın Türkiye’de artık böyle filmler de çekiliyor. Ben seyretmeyin demem hatta madem bu işte buraya kadar gelmişiz, seyredin, eleştirin ki bir çuval inciri berbat etmeyelim. Sanki bu ülkenin yeni bir sinema ekolü olacak gibi... Sinemacılar kadar bize de iş düşüyor ama. Bunun için eleştiri gerek ama at gözlüğünden kurtulmuş bir eleştiri. Son söz de ‘sade izleyici’ye. Çok ağlatan ya da çok güldüren filmleri sadece bu özellikleri nedeniyle baş tacı etmeden önce fazladan bir göz ve kulakla seyredin o filmleri, şüphe iyidir.

Prensesin Uykusu’na dair iki kelam etmek için oturmuştum ama neredeyse filme dair hiçbir şey söylemeden kalkıyorum, bana da helal olsun. Dertler çok oldukça ve bunları biriktirdikçe yazılmıyor işte. Oysa hep derim; sıçtığın boku sakın konuşma ama sıçtığın boku bile mutlaka yaz.

Filmden aklımda kalacak tek şey, Çağan Irmak’a önceki filmlerinden dolayı yöneltilen eleştirilere, film içinde bir şekilde yanıt vermesi. Vizontele Tubaa’da Yılmaz Erdoğan’ın lise edebiyat öğretmenine laf soktuğu giriş sahnesi (3.50'ye kadar) var ya, burada da öyle bir şey var. Yorumu izleyiciye bırakıyorum. Filmlerden bağımsız olarak bu tercih bile tartışmaya değer.

18 Kasım 2010 Perşembe

Her şeyin kararı var

...

Biraz sonra kapı açıldı. Komiserin karşısına çıkardılar. Komiser, elindeki cıgarayı ağzına götürdü, derin bir soluk çekip, dumanını savururken, dikkatle beni izliyordu.
- Sen ne millettensin? diye sordu.
- Türküm, dedim.
- Nasıl Türk? Yani, şu Rum, Ermeni, Yaudi Türklerden mi, yoksa bizim halis Türklerden mi?
- Bizim halis Türklerden...
- Anlamadık ki necisin? Hırsız değilim diyorsun, yankesici değilim diyorsun, kaçakçı değilim diyorsun...
- Yazarım.
Bir sessizlik oldu. Sonra,
- Sen sürgünsün değil mi? dedi.
- Evet, dedim.
- Pekala... Nerede kalacaksın? Burada kalacak evin var mı?
- Hayır, otelde kalacağım.
- Her akşam karakola gelip, imza vereceksin. Şimdi bir memurla birlikte git, kalacağın oteli göster.
Karakoldan çıkarken, komiser,
- İyi ki fazla okumamışım, yoksa benim de başım belaya girerdi... dedi.
Bir polis memuru,
- Her şeyin fazlası fazladır komserim! dedi. Her bişey kararında olmalı...

Karakoldan çıktım. İçimden, kollarımı gökyüzüne açıp gerinmek geliyordu.


11 Kasım 2010 Perşembe

R.M.

Fotoğraf: zaman.com.tr
Mehmet Ali Ağca ne kadar katilse bu adam da o kadar yüz karasıdır.

9 Kasım 2010 Salı

Advantage Becker

İsviçre'de oynanan Luzern-Basel maçını, Federer'in tenis maçıyla aynı saate koydular diye futbol maçı sırasında yapılan protestoyu izleyeceksiniz bu linkte. Türkiye'de tenis kültürü - spor kültürü falan hiç girmeyelim, sahaya atacak bu kadar top bile yoktur bizim koca ülkede. Sonra sorarız Derya Büyükuncu'dan başka niye tenisçi (sırtüstü tek erkekler) çıkmıyor bizden diye.

Ezel ve Ötesi


Birkaç zamandır Ezel dizisi epey acıklı oldu. Hikayeyi bilmeyenler ve diziyi seyretmeyenler için kısaca özetleyeyim: Ailenin büyük oğlu arkadaşlarının attığı bir kazık sonucu hapse düşer. Sonra bu hapisteyken meşhur "hayata dönüş" operasyonu gerçekleşir (bkz: 2000 yılı) Çıkan bir yangında vücudu ve yüzü kısmen yanar. İçerideyken onu koruyup kollayan bir mafya babası adamımızın kimliğini tamamen yanmış başka bir mahkumun cesedinden aldığı kimlikle değiştirir. Öbür mahkumun kimliği mucibince tahliye olur, dışarıda estetik ameliyat yaparlar, yüzünü değiştirirler, para verirler, yol yordam öğretirler, vesaire vesaire. Sonra dizinin kahramanı eski arkadaşlarından intikam almak için planlar kurar.

Klasik bir intikam hikayesi değil mi? Fakat hepsi bu değil elbette. Türkiye televizyonlarının gördüğü sayılı başarılı dizilerden olur. Hikaye örgüsü, senaryo akış tekniği, flash forwardlar, flash backler ve tabii ki görüntü yönetmeninin son derece kaliteli işler çıkartması onu diğer dizilerden üste çıkarır.

Dizide beni en etkileyen sahne Ezel'in eski arkadaşlarının arasına sızıp ailesini ziyarete gittiği sahne olmuştu. Babası ve kardeşi yeni yüzüyle onu tanımamıştı ama kör annesi önseziyle onun oğlu olduğunu anlamıştı. Tabii "kokusundan da tanıyabilir" diyenler var. Neyse uzatmayayım yönetmen ve senaristlerin ustaca verdiği diğer sekanslar da Ezel'in zaman zaman uzaktan (bahçeden) zaman zaman da evin penceresinden ailesini izlediği sahneler. Ezel intikamı sebebiyle baba ve erkek kardeşine sırrını açamıyor ve tekrar aileye dahil olamıyor ancak onları uzaktan seyrediyor. Ezel'in kaybından dolayı ailede olan hüzün havasını Ezel evinin penceresinden seyrediyor. "Ne var bunda canım, kalbur üstü bir Türkiye televizyon dizisinde geçen sahneler, neden anlatıyorsun" denilebilir. Bir kenarda dursun o zaman.

Bir de buna benzer Tarkowski'nin Solaris'indeki final sahnesi var. Günlük, güneşlik bir havada kırlarda yürüyen esas kahraman baba evine ulaşır. Evin penceresinden içeriyi gözetler. Dışarıda hava açıktır ama yaşlı anne ve babasının yaşadığı evin içinde yağmur yağmaktadır. Basbayağı yağmur işte. Hatta yanlış hatırlamıyorsam anne kocasına kahve ikram ederken bile şarıl şarıl yağmur vardır ve ikisi de sırılsıklam ıslanmıştır. Ancak tüm bu olup biteni normal karşılamaktadırlar. "Ne alaka şimdi Ezel dizisinden Tarkowski'ye nasıl vardın" denebilir. O da bir kenarda dursun o zaman.

Solaris filmindeki gezegende bulunan okyanus, gezegeni ziyaret edenlerin bilinç altındakileri cisimleştirip onların karşısına çıkarıyordu. Baş kahramanın bir kaç yıl önce ölmüş karısı da cisimleşip geri gelmişti. Sadece baş kahraman değil filmdeki diğer elemanların da geçmişlerinde yaşadıkları cisimleşip geri geliyordu. Bir tanesine otopsi yapıp incelemişlerdi, klasik canlılardaki atomlarda merkezde pozitif kutup varken bilinçaltından türetilmiş canlılarda negatif kutup vardı. İlk defa çocukken seyretmiştim de Allah'ımı şaşırmıştım, bu nasıl bir hayal gücüdür diye. Bu da bir kenarda dursun. Gerçekteki pozitif kutuplar, bilinçaltındaki negatif kutuplar.

Tekrar başa döneyim. Ezel'deki bu aile trajedisi, ailenin büyük oğlunu kaybetmesi, sonra büyük oğlanın başka bir insan olarak geri dönmesi, ikinci sezonda bu değişmiş gelen oğullarının inanılmaz öyküsünü dinleyip onu tekrar kabullenmeleri ve bu kez de küçük oğullarını kaybetmeleri.

Çok uzattım, Ezel mezel, Tarkowski markowski derken yazıyı bağlayamayacağım. Dümdüz gideyim bari.

Babaannem 1901 doğumluymuş. Dedemle evlendikten sonra 1921'de amcam doğuyor. Ardından da 1925'de babam. 1954 yılında amcam görünürde bir sebep olmadan hayata genç yaşında veda ediyor. Ailenin ve babamın neler çektiğini yazmama gerek yok. Babam 1961 yılında evleniyor annemle, 1964'de ben doğuyorum. Bu genç yaşta ölmüş amcanın hatıraları her yerde karşıma çıkıyor. Hatta bana onun ismini veriyorlar. Ninem 1982'de ölüyor, babam 1996'da.

Sanıyorum ninemin ölümünden bir yıl önceydi. Üniversiteye yeni başlamışım, aklım bir karış havada. Bir öğle vakti ninem dalgın dalgın etrafa bakıp ara sıra kucağındaki gazeteye göz gezdirirken bana döndü. "Biliyor musun" dedi, "benim bir oğlum daha vardı, ama o çok küçükken öldü, daha bebekti" Bu bahsi ilk kez duyuyordum. Ne yani yaşasaydı bir amcam daha mı olacaktı? "Peki neden öldü nine" dedim. "Arap çöllerinde kaybettim onu" dedi ninem. Anlamıştım, her zaman ki gibi yaşlılık yüzünden gerçekle hayali birbirine karıştırıyordu. Yapıyordu böyle ara sıra, bilinci gider gibi oluyordu. Bir keresinde Arapların insanların altın yutup yutmadıklarını öğrenmek için ölülerin karınlarını yardığını anlatmıştı. Herhalde bir romanda falan okumuştu. Yoksa ninemin ne işi vardı Arabistan'da, o Bulgaristan göçmeniydi. Öyle söylenmişti bize.

Hani Ezel dedik, insanların değişmesi, yabancılaşması dedik, Solaris filmindeki gezegenin ziyaretçilerin bilinçaltına nüfuz edip onların hatıralarını cisimlendirmesi dedik. Yok yok bu yazı bitmeyecek, bir sonuca ulaşamayacak...

Vay arkadaş yaa

Bana sağcılar madam dövdürtüyor dedirtemezsiniz.

***

'Vay Arkadaş' filmini izledim bugün. Kuantum Tarantino filmlerinin çakması ve kalitesizi gibi bir izlenim uyandırdı. Film komediydi, kurgu güzeldi falantino. Yine de çok yolumuz var daha.

***

Kelime oyunu yapmak şimdi moda. Siz de yapın, çok güzel.

***

Radikalden korkmam liberalden korktuğum kadar.

***

Vay Arkadaş'ı itin götüne sokup çıkarma görevi tabii ki ekşi sözlük yazarlarının. Bence çok da kötü değildi. Biz bu ülkede neler seyrettik ya hu.

***

Edeb yâ hû!

***

Şaka maka çok beğenmesem de Vay Arkadaş gibi filmler çekiliyor bu ülkede. Vay arkadaş yaa.

***

10 sene içinde sanırım gerçekten kaliteli komedi çekeceğiz gibi geliyor. Ama korku filmlerimizin daha bi 300 senesi var.

***

Bugün gerçekten sinemamızın geliştiğini gördüm ben. Koca salonda 3 kişiydik. Tam sevgilime "senin için salon kapattım, Arda Turan gibi adamım" dedim ki üçüncü birine daha bilet satmışlar. Yine kısmen kapatmış sayılırım.

***

Sinemaya ilgi böyle sürdüğü sürece biz daha çok salonlar kapatırız. Arda Turan olmaya gerek yok yani. Gittiğim son on filmin sekizinde salonda ya tektim ya sevgilimle, arkadaşımla. Her hafta bir salon kapıyorum ortalama.

***

Sinemamız gerçekten büyük gelişme gösteriyor. Sinema görevlisi, arkadaşım çıkınca bugün, epey muhabbet ettik. Nerde bu insanlar dedim, üstad herkes New York'ta Beş Minare'de dedi.

***

Hayatımda ilk kez biri bana üstad diye hitap etti. Niye etti bilmiyorum ama gururum okşandı.

***

Beri gel Mahsun beri gel.

***

Mahsun demişken, "Çıktık açık alınla iki saatte salondan".

***

Ahmet Kaya, çok özledim seni.

***

O malum gecede 10. Yıl Marşı'nı söyleyen ekipte Edip Akbayram'ın da olduğuna dair çok ciddi iddialar var. Bir arkadaşım, Gülten Kaya'yı katıldığı bir radyo programında dinlemiş.

***

6 yıldır Türkiye televizyonlarına, yabancı filmlerin senaryosunu Türkçeye çevirme işiyle uğraşan bir arkadaşım anlattı. Çeviriyi yapıp kanala göndermiş. Çevirdiği senaryonun bir yerinde geçen 'Tanrı'lı muhabbete kanal yönetiminden itiraz gelmiş. İtiraz gelse iyi, adamlar oturup senaryoyu değiştirmişler.

***

Gerçekten vay arkadaş yaa.

***

Kanalın adını da biliyorum, senaryonun aslını ve değiştirilmiş halini de gördüm. Yapan kanal da Samanyolu ya da Meltem TV falan değil, onlardan daha ünlü bir 'demokrat' kanal.

***

Aklıma geldikçe nasıl olur diyorum. Sonra aklıma iki sözcük geliyor duruluyorum.

***

Yetmez ama...

***

Aslında evetçi liberallerle bir derdim yok da hayırcı sosyalistlerin en eleştirilen ortodoks kafasına aynı kafayla karşılık verdiklerini gördükçe...

***

"Oy vermiyorsan dağa çık" diyen tüm düz kafalılara sesleniyorum. Dağa da çıkmıyorum, sandığa da gitmiyorum. Hedefimiz ortodoks kafa topuna çıkan bütün sosyal demokratlar, liberaller, anarşistler, sosyalistler; ileri!

***

Bana basçılar gitar çalıyor dedirtemezsiniz. O ne lan, dört telli gitar mı olur.

***

Onu Kenan Evren de çalar.

***

Radikal devrimden en şikayet eden yazar Yıldırım Türker'miş. Yeni fotolar gelince gitti karizma.

***

Tarantino diye soyadım olsun, yüz milyar borcum olsun.

***

Ara Tarantinoyan

***

Köşe yazarının Serdar Turgut kadar fotoğrafının olmasına gerek var mı sizce?

***

Pardon yaa, köşe yazarı değil sokak yazarı.

***

15 yıldır aklınız neredeydi? Biz aynı şeyi BirGün'de yapmıştık. Genel yayın yönetmeni bile fotoğraf makinesini alıp sokağa çıkardı, o zaman nerdeydi Radikal'in tirajını yüzde 100'den fazla artıran okur?

***

Şimdi fiyat 25 kuruş. 1 lira olsun da ben o zaman görecem sizi.

***

Ben göremeyecem ki 33 gün sonra askerim ben. Şaka maka 33 gün kaldı a dostlar. Biz de yazalım blogda diyen kardeşim, sevgilim, dostum, benden sonra bari yazın iki satır, ayıp ya huuu.

***

Yazmak güzeldir.

***

Kaan Sezyum'dan Yılmaz Özdil'e ondan da Mesut Özil'e kadar herkes böyle yazıyor şimdi. 'Enter' icat oldu yazarlık bozuldu resmen.

***

Vay arkadaş yaa iyi geyik çevirdik.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Uzaylılar hoşgeldiniz

Mevzu gündemin biraz gerisinde kalmış bir şeye dair olsa da, mesele her zaman baki. Merak ediyorum Amazonların derinliklerinde "medeniyet"le tanışmamış şanslı kabilelere bakışımız ile uzaylı kardeşlerimizin bize bakışları arasında bir analoji (benzeşme) var mıdır?


Malum bundan iki yıl önce bir araştırma ekibi helikoplerle adamların başlarına dikilerek onları fotoğrafladılar. Bi gidip gene geldiler, bu sefer yerlilerin onları boyanmış ve silah kuşanmış halde olduklarını gözlemlediler falan...


Uzaylılar konusunda çok kafa yormuş, derneklere, tartışmalara katılmış biri de değilim. Koca evrenimiz var elhamdülillah vardır bizimki gibi ferah, nezih gezegenler de deyip geçerim. Varsa da ben onların yerinde olsam, bu kabileleri inceleyen bilim adamları gibi arada bir data toplar incelemeye eğlenmeye devam ederim açıkcası.


Fî tarihinde karşı karşıya kaldığım şöyle bir soru muhtemelen mevcut bir takım uzaylıların bize bakışını analojik olarak anlayabilmek için faydalı olabilir:


3 boyutlu bir cisim (misal biz) 4 boyutlu bir cismi nasıl görür?


Uzun süre düşünülse de insanın aklında bir şey canlanmaması doğal. Bu soruya yanıt bir hikayeyle analojik olarak bir matematikçi tarafından şöyle anlatılmış:


Kimsenin 3. boyutunun olmadığı 2 boyutlu bir dünyada olduğunu varsayalım. Bir düz kağıt üstündeymiş gibi. Bunun üstünde yaşayan, örneğin, kare şeklindeki bir cisme dünyasına gelip konmuş üç boyutlu bir canlı, tanrısal güçleri olan bir şey gibi gelir. Bu kareyi onun ulaşamadığı üçüncü boyuta çekip ona dünyasını gösterebilir. Hatta karenin birazcık üstünde yer alarak ona hiç görünmeden her yerde onunla birlikte olabilir. Soruyu cevaplamak için tersten düşünürsek, işte 4 boyutlu bir cisim 3 boyutlu bir cismi, 3 boyutlu bir cismin 2 boyutlu bir cismi gördüğü gibi görür.

Yakın vakitte yarım saatlik bir animasyon filmi de çekilen bu hikayenin fragmanı bile yukarıdakileri anlamaya oldukça yardımcı:



Bu analojiyi uzaylılar, biz ve bizden uzak yerliler şeklinde de kurabiliriz sanki. Uzaylılar 4 boyutlu varlıklar da olabilir. Yani biz farketmeden bizi rahatça gözlemleyen, icabında görünmek isterse görünen. Biz de istediğimiz anda yerlilere kendimizi gösterebiliyoruz. Ya da hiç dokanmayıp, tepelerinden uydu, mobese allah ne verdiyse kullanarak sadece gözlemleyebiliriz.


Neyse efendim, bu kadar kafa ütüledikten sonra mevzuyu başlığa ve de kendi yerelimize bağlamak isterim. Artık günümüzde esamesi okumayan halk edebiyatında ve müziğinde politik taşlamanın en güzel örneklerini vermiş bir halk ozanı Kırşehirli Şemsi Yastıman, bu konuda önemli şeyler söylemiş. Türlü darbeler ve son olarak 12 Eylül'le piyasadan tamamen silinmiş, Sivas 93le yeniden yeşerebilecek tomurcukları kazınmış bu işin pîri olan Alevi ozanlar kendi iç dünyalarına dönmeye mahkum edilmişken, politik Alevî hareketiyle doğrudan bağı olmayan ve Orta Anadolu'dan da bu tipte kolay kolay yetişmeyen bu Türkmen ozanı kıymetini bilerek ve büyük bir keyifle takdim ederim.





Orta Anadolu Türkçesinden veya kayıttan kaynaklı anlaşılamayabilecek durumlar için: http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=7792374

Alttaki resim ise MEB'in 10. sınıflara dağıttığı İngilizce kitabından:

6 Kasım 2010 Cumartesi

Kirlenmek güzelmiş, yalandan kim ölmüş?

Yıllardır basının PKK eylemi diye verdiği olayların aslında PKK değil de TAK diye başka bir örgüt tarafından yapıldığını okuyor ve öğreniyoruz günlerdir. Oysa o zamanlar sokaklarda "Kahrolsun PKK" diye bağıran, köşelerinde aynı şekilde yazanlar başka bir ülkenin yurttaşları mıydı? Bir anda dönen rüzgârın ve "vallahi aslında PKK de silah bırakmaktan yana, yeter ki adım atılsın" tavrının altında gerçekten savaşı bitirmek mi yoksa hükümete pirim kazandırmak mı var, konu o değil. Ayrıca konu kesinlikle Kürt hareketinin ve eylemlerinin haklılığı / haksızlığı da değil, basının tavrı ve kötüye kullanılan gücü sadece.

Yarın öbür gün karşımıza çıkacak yeni bir Fatmagül meselesinde, Ankara'da patlayan bir bombada ya da Fenerbahçe maçında çıkan olaylarda, hiç ilginiz olmadığı halde sizin de adınız anılırsa şaşırmayın. Basın öyle istemiştir.

Yarın bu ülkede milyonlarca genç bir anda baleye ilgi duymaya başlayacaksa, bir anda bütün kadınlar kapanacak ya da üstsüz dolaşacaksa, hiçbir yararı olmayan patlıcan bir anda ölümsüzlüğün ilacı olarak sunulacaksa, darbeciler yargılanacak ya da yeni darbeler olacaksa emin olun bunu sadece basın yapacak. İşte Türkiye'de böyle bir meslek oldu bizimkisi.

"Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler" ya hani; o beyaz biziz işte, sizi bilmem.

5 Kasım 2010 Cuma

DINKADINKADINKA

İktidar, onu destekleyenler ve muhalifler birbirleriyle yenişemediklerinden midir nedir bütün söylemler analar veya kadınlar üzerinden yürüyor. Başbakanın “ananı da al git” cümlesinden sonra Oktay Ekşi’de “anasını bile satarlar” diye yazdı. Karikatürist Salih Memecan, Kemal Kılıçdaroğlu’nu “kıvırtan” dansöz olarak çizdi. Keza Baykal’ı siyasetin sahnesinden indiren gene bir kadınla olan görüntüleriydi. Türban meselesi de kadın üzerinden yürütülen bir başka tartışma. Tam da bu noktada Nihat Genç’in “Ofli Hoca Fıkraları” kitabındaki bir fıkrayı anmak gerekir diye düşünüyorum:
Bu hocalar öldürecek beni yahu cemaat, daraliyrim, da, bir de utanmadan vaazlarini teyiplere okirlar, arada bir yatanlar bayilanlar, bir rezüllüktür gidiy, akullarunca kadunlara islam'i anlaturlar, bunlari dinledükce zay sanarsunuz ki birileri bana işkence yapar, derler ki, kadun kismi niye kulaklaruna ellerini getürüp tekbir almaz, nicün olacakmiş, koltukaltlari görünmesin diye, sonra laf dönüp dolaşip, ey mümin kadunlar bu yüzden carşaf giyecesünüz, başkasi günahtur, bütün osmanli'nin alimi düşünmiş taşinmiş buna karar vermiş, yoksa kadunlar böyle yanacakmiş, şöyle yanacakmiş, bitmedi sayun cemaat kadun kismi erkegüne danuşmadan kapuya gelen kimseyle konuşmayacak, görüşmeyecek, ona bir şey vermeyecek, ondan bir şey almayacak, sonracuma efendüm, kadun kismi pazara, panayira, magazaya kocasundan izinsiz cikmayacak, yolda kazayla bir erkekle göz göze gelmeyecek, gelürse de kim olursa merabalaşmayacak... yahu cemaat nesini anlatayim, bunlarun cani işkence yapmak ister... la kardaşum, derdün budur da nicin alursun kari, kari dedügünün agzi vardir, koli vardur, ayaklari vardur, nicin alursun kari, canlidir o, ne kadar kapatsan kafes gibi evine cabalar, birşeyler yapar, sana sorayrim nicün alursun... nicün olacak işkence yapmak icün ..

-bak uşagum, oturdugun yerden hallenme öyle, bir derdün varsa söyle, nicün alurlar bilir müsün, bilmezsün, o halde dinle lafun sonini...


ey cemaat nicün alurlar, bakarlar ki, bu müslümanluk bize cok zor gelür becerüp yapamazuk oni, ama alursak bir kari, onin cani nedür ki, başina vura vura müslümanlugun olup olmayan, kulaktan dolma ne kadar şarti var hepsüni yaptururuk onlara...


yani bu müslümanlugu kendülerinin yapacaklari yok, karilarina yapturmak isterler...


böyle müslümanluk mu olur, bir cümlelük vaaz verür, yarum saat cehennemü anlatur, islam'un şartlaruni saydu mi, kendüninkileri birakir başlar karilarinkini saymaya...

1 Kasım 2010 Pazartesi

Cehennemin Dibi!

Sürekli yokoluş ve tükenişlere tanık olmaktan sıkıldık. Cumhuriyet bayramında tanık olmadığımız yeni yokoluşlarla tanışmak üzere Kdz. Ereğli’deyiz.

Misafir olduğumuz ailenin kızı şimdi görmekte olduğumuz güzellik ya da çirkinliklerin eski halini anlatıyor, dinliyoruz. Eskiden burada yürüyemezdiniz diyor sahil için. Ne güzel, olmayan bir şeyleri güzellikle var etmek. Ama daha çok yok olmuş şeyleri duyuyoruz. Çamur içinde yunus balıkları, ormanın içine hancerlenmiş mühendisler sitesi. Bu ülke ne çok çekti şu mühendisler, doktorlar ve avukatların orman delen kooperatiflerinden. Okumuşların dejenerasyonu daha yıkıcı oluyor.

Bulunduğumuz topraklar mitolojinin ana konularından birine ev sahipliği yapmış. Herkül’ün ölüler diyarına geçmesi, 3 başlı köpeği yer yüzüne çıkarması tastamam burada yaşanmış! Bugün Hollywood filmlerinin balandıra ballandıra işlediği, Herry Potter’dan, Matrix’ine, Buffy dizisine kadar işlenen bu mitolojik hikaye burada yaşanmış. Cehennem ağzı mağarası! Kehanetlerin doğduğu yer. Ölüler diyarının geçidi.

Geçişe hazırız. Cehennemin dibini görmek üzere cebimizde ne varsa vermek istememize rağmen Charon bu parayı çok kirli olduğunu söyleyerek geri çeviriyor. Dante gibi ortasındayken ömrün yine Dante gibi geri çevrilerek kalıyoruz kirlenmişliklerle.

Yine buradayız. Bu zamanda cehenneme giriş bile yasaklanmış insanoğluna. Hades düşünüyor! Bu geçişi özelleştirsek mi acaba?

Büyük derken?

Fotoğraf: bjkkurek.com (*)
Bir tarafta Quaresma’lı Guti’li futbol takımı, Iverson’lı basketbol takımı ve onlara verilen milyonlarca dolarlar… Diğer tarafta kırık küreklerle antrenman yapmaya çalışan kürek takımı, şampiyonluk maçından sonra içecek su bulamayan hentbol takımı, kulübün resmi adında geçen ama varlığından bile bi haber olduğumuz jimnastik takımı ve nice amatör branşlar…

Bir tarafta havuzunda 11 yaşından büyük yüzücü kalmayan Galatasaray diğer tarafta Avrupalı atlet transfer etmekten gocunmayan Fenerbahçe…

Karşınızda üç büyükler(!)

(*) Bir (2005'teki Türkiye Kürek Şampiyonası'nda bir yarış sonrası madalya alan FB, GS ve BJK'li kürekçiler)