31 Temmuz 2009 Cuma

Devlet malı deniz, şezlong atmayan domuz


Pek başarılı bir çalışma olmadı ama derdimi anlatmaya yetecektir diye umuyorum. Yukarıdan çekilmiş bu fotoğrafta Heybeliada'yı görüyorsunuz.

Kırmızı hat, adanın yerlisi ya da yabancısı olun fark etmez, elinizi kolunuzu sallayarak denize giremeyeceğiniz yerleri gösteriyor.

Bu kırmızı hatta paralel olan yeşil bölge zaten adanın önü. Denize girmeye hiçbir zaman elverişli olmadı. Bildiğiniz sahil yani. Limanıyla, iskelesiyle...

Beyaz bölgeler ise askeriyeye ait yerler. Buralarda denize girebilmek için asker ya da asker tanıdığınızın olması gerekiyor. 2 beyaz bölgeden büyük olanı yıllardır büyüyor, askeriye olduğu için kimse de bir şey diyemiyor. Tabii insanların sadece denizinden değil ormanından da götürüyorlar. Denize giremediğiniz gibi, örneğin kürek çekerken geçiyor olsanız hemen düdükler çalıyor, "açıl" nidalarıyla. Aynı şekilde ormanda da.

Mavi bölgeler ise adanın plajları ya da yeni adıyla biic kılapları. Buralara giriş bedeli 10 ile 50 TL. arası değişiyor. Adalıya sağ olsunlar indirim yapıyorlar da 30 TL. olan bir yere 25'e girebiliyorsunuz, Allah razı olsun gerçekten. Heybeliada Su Sporları Kulübü, üyelik isteyen bir yer olduğu için parasıyla da giremiyorsunuz. Yanınızda mutlaka bir üye olacak. Ki her zaman üye tanıdık da işe yaramıyor. Örneğin geçen hafta, iki haşemalı kadın, üyelerin şikâyetiyle kulüpten çıkarıldı. Haşemayla denize girenlerden nefret ediyorum ama yine de yapılan hoş değil. Evet, ben kapalıların özel plajında tanga mayomla denize girsem orada taşlarlar hatta denizin ortasında yakarlar beni ama o ayrı konu. En azından şimdi konumuz bu değil.

Sarı bant, adalı ve MHP'li iki kardeşin Orman Bakanlığı'ndan peşkeşledikleri ormanlık alan. Bu alanın sahilinde bırakın denize girmeyi, ormanından yürüyüp eve gitmek de paralı. Adalıyım deyip, biraz ses çıkarırsanız, en azından yürüyüş yolu olarak kullanabiliyorsunuz. Dışarıdan misafirleriniz gelirse, konuyu bilmedikleri için "yaa 3 liranın lafı mı olur verelim" diyorlar. "Hayır vermeyeceğiz" diyoruz, mevzu uzuyor. Tatsızlık çıkıyor, günümüz bok oluyor. Para verilmiyor ama muhhabbetin de içine sıçılıyor.

Mavi yerlerden devam edelim. Bu mavilerden bazıları yeni peydahlandı. Geçen sene plaj bile değildi. Kalan son boş yerlerdendi. Girişimci(!) birileri iki şezlong attı, plaj oldu. Bazı mavi yerlerse sapları(!) almıyor. Tabii saptan kasıt erkek erkeğe. Ya da "Kürt Kürt'e" demek daha doğru. 6 tane güzel görünüşlü (kime ve neye göre) erkek yeri geldiğinde bu yerlere girebilirken, normlara uymayan, konuşmasıyla, tipiyle oraya layık görülmeyen birkaç erkek arkadaş yine "parasıyla değil mi" dese de "değil kardeşim" diyerek geri çevrilebiliyor.

Kırmızı hatta sahip bazı yerler de coğrafi koşulları bakımından denize girmeye bin yıllardır uygun değil. Geriye iki yer kalıyor. Bu iki yerin adları, Alman koyu ve Fransız Koyu. Adların hikâyesini sonraya bırakalım. Alman Koyu da aslında kısmen paralı. Ama en rahat girilebilecek yer de burası. Yine iki şezlong atan hatta masa koyan girişimciler(!) var ama şimdilik şezlongsuz ve masasız tercihleri mevcut. Yani evinizden çıkıp, havlunuzu omzuna atıp, denizinize girip, iki güneşlenip gelebileceğiniz bir yer. Şezlongları kullanmamak şartıyla tabii. Fransız Koyu ise şu an için boş. Önceki senelerde kapalı kadınların doğal plajı olma yolundaydı. 30 tane türbanlı gelip buradan denize giriyordu toplu olarak. Pek tercih edilen bir yer olmadığı için bikinili kadınlar ya da erkeklerle herhangi bir karşılaşma durumu olmadı ama olmayacağı, bir tatsızlık çıkmayacağı anlamına gelmiyor.

Bu yerleri babalarının çiftliği gibi kapatanlara tabii kızıyorum ama onlara ses etmeyen ya da izin veren devletedir asıl kızgınlığım. Bir de "kardeşim biz para verip giriyoruz denize yıllardır, siz de vereceksiniz tabii" diyenler çıkabilir. Zaten başımıza ne geldiyse "ulan kimin ormanından, denizinden para alıyorsunuz" demeyip, "oooo süper yaa, armut minder de koymuşlar, hem kıroları da almıyorlar, artık hep buraya gelelim" diyenler yüzünden geldi, neyse.

30 Temmuz 2009 Perşembe

Hamallık

Kars, 2008

Alayına gider

kabahat senin,
-demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!

Nazım Hikmet

1 Mayıs 1996, Kadıköy


Bütün suçu sisteme, hükümete, ona buna bulmak kolay. Zaten kendimizde suç bulmadığımız için geliyor bunlar başımıza. Sadece öğrencilerin değil, zamanında ODTÜ'de araba yakanların, 96'da Kadıköy'de cam indirenlerin de meselesidir -hâlâ- harçlara yapılan yüzde 900 zam. Adamlar bizi resmen hırsızlık yapmaya teşvik ediyor ve bu hırsızlıktan sizin de başınız yanacak, farkında mısınız? Aç karın, 'eski solcu'ya torpil geçmiyor.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Ethem

Heybeliada’da, Lozan Zaferi Caddesi’nin sonuna doğru, Halki Palas Hotel’i geçtikten yaklaşık yüz metre sonra Ethem vardı. Ethem, şu an tarif etmekte zorlandığım, adanın en güzel yerlerinden biriydi. Ormanın içinde bir çay bahçesiydi Ethem. Aslında çay bahçesi tek başına yeterli olmuyor Ethem’i tanımlamak için. Çay bahçesi, lokanta ve barın bir arada olduğu bir kompleks demek daha doğru. Ama restaurant cafe bar değil, çay bahçesi, lokanta bar. İkisi çok farklı, fark, ruh farkı.

Ethem, mekânın halk arasındaki adı bu arada. Çam ağaçlarının kapattığı ışıklı tabelasında “Hala’nın Yeri” yazardı. Ama bir kişinin de Hala’nın Yeri dediğini duymadım. Orası Ethem’di çünkü.

Büyük tura Lozan Zaferi Caddesi üzerinden giden yolda, sağda ormanlık alanın başladığı yerdeydi Ethem. Taraçalı bir mekândı. Şimdi hayal meyal anımsadığım 3-4 katlı bir yerdi. Enlemesine uzanmış 3-4 kat düşünün. Bu taraçaların boylamasına mesafesi yaklaşık 30 metre. Yan yana dizilmiş ahşap masalar, ahşap sandalyeler… İlk üç kat çay bahçesiydi. Aşağı indikçe, son düzlükte, mekânın zemini diyebileceğim yerdeyse lokanta bölümü bulunurdu. Lokantanın yanında ise içki içilen ama yemek servisinin olmadığı bar bölümü yer alırdı. Geniş merdivenlerle mekân ortadan ikiye ayrılırdı. Alt katlara iniş içindi bu merdivenler. Ethem’in hemen başladığı yerde, toprak ince bir yoldan da direkt lokanta bölümüne inmek mümkündü. Yine hayal meyal anımsadığım, lokanta bölümüne gelenlerin pek çay bahçesi içindeki merdivenlerden geçmediği, bu toprak yolu kullandığı. Lokantaya gelenler için daha pratikti bu yol. Yoksa bir ‘sınıf farkı’ yolu değildi kesinlikle.

Ethem’de genellikle sanat müziği çalar, adanın daha kalabalık olduğu zamanlarda ise fasıl heyetleri gelirdi. Hatta Bülent Ersoy gibi isimler de zamanında sahne almış, ben göremedim. Gördüysem de anımsamıyorum şu an. Güzeldi Ethem geceleri. Şimdi olsa herhalde her gece gidebileceğim tek mekânı olurdu adanın. Gençliğime denk gelemedi Ethem. Ben sadece çocukluğu yaşayabildim orada. Ama hep özlemini çektim renkli renkli ampulleri olan Ethem’i. Hâlâ da ararım.

Şimdi arada bir kullandığım o yoldan bakıyorum Ethem’in olduğu yere. Adanın herhalde en kötü binalarından biri dikili. Hâlâ kat kat, sahnesi bile duruyor. Pek yaşam belirtisi yok binada. Arada bir ışık görüyorum tek tük, o kadar.

Özlüyorum Ethem’i.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Kediler, fareler bir de Güler

Neymiş efenim, kediyle farenin kapışmasında fareden taraf olmazsan otomatikman kedinin tarafını tutmuş olurmuşsun. Orduya zeval gelince yüz yıllık apolitiklerden bu lafları duymak komik oluyor tabii. Bunu tam ters taraftan söyleyenler de var ki onlar tam facia.

Bir de işin diğer boyutu var. Facia taraf yani. Yani AKP'nin kucağına oturma boyutu. Eski solcularda çok görülüyor bu boyut şimdilerde. Yüz yıldır hesaplaşmayı beceremedikleri solun diğer fraksiyonlarından insanlara laf sokmak olsun maksat... Bu arkadaşlar tarafından bir çırpıda 'darbeci' ilan edebilme edepsizliğine maruz kalabilirsiniz, aman dikkat. Bu 'taraf'ı genelde 1 Mayıs'ta göremezsiniz ortalıklarda. Polis jopu öğrencinin üzerinde hafiften esnerken yine ortalıklarda göremezsiniz. Tuzla'da ortalama her gün 1 işçi yaşamını yitirirken yine göremezsiniz onları.

Evden solculuk en güzelidir onlar için... "Ergenekon Ankara'nın ilerisine de geçsin, Ergenekon o zaman Ergenekon'dur" denildiğini anlamamalarına imkân ihtimal yok. Ama biliyorlar ki o zaman sokağa çıkmak gerekecek. Bu da bozuyor arkadaşları. Sokaktan korkmak ne kötü ya...

Neyse bitirelim, 'demokrat' arkadaşların haberi var mıdır bilmiyorum ama Güler Zere hâlâ içeride. Hâlâ kanser. DHKP/C'li olması, onun bir insan olmasından daha mı önemli sizin için bilmem ama buyrun işte bu da demokrasi sınavı. Çıkarın onu hücreden. Çıkaramazsanız da bir ses çıkarın, ona da razıyım ben. Ha bu arada Güler Zere içeriden çıkarsa sınavdan geçmeyi sağlar mı bu sonuç? Tabii ki hayır!

Ergenekon'a ses çıkarmamakla suçlanan eski-yeni sol akımlarla/gruplara/fraksiyonlara en küçük bir gönül bağım olmadığını anımsatmama gerek yok sanırım derken anımsattım sanırım.

10 Temmuz 2009 Cuma

Öpüjem

Can Baba ve Rıfat Ilgaz

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Serin kitaplar


Yaz aylarında tatilcilere kitap önermek modadır. Geçen gün yine gazetenin teki edebiyatçılara, yazarlara falan sormuştu "yazın ne okuyalım?" diye. Saçma geliyor yaz kitabı, tatil kitabı muhabbetleri. Kitap okumanın mevsimi mi olur allaasen? Bütün ülke yaz aylarında tatile çıkıyoruz, üstüne üstlük deli gibi de kitap okuyoruz ya; laf olsun sayfa dolsun gazeteciliği işte. Ben de yaptım, yapıyorsun, yaptırıyorlar. Layt haberi okuması kolaydır, su gibi gider. Yapması da bir o kadar kolay ve zevklidir. Eski alışkanlıklar depreşti bende de. Basından geri kalmayayım dedim ve aklıma gelen birkaç kitabı denize sıfır aile pansiyonunda okunması şartıyla öneriverdim.

5) Kürk Mantolu Madonna (Sabahhatin Ali): Buz gibi bir aşk romanı, çok daha fazlası. Bir çırpıda bitiyor ve bittiğinde donakalıyorsunuz. Bu havalarda iyi gider. Kitap bitince intihar etmek yok.

4) Kar Kristalleri (Thorvald Steen): Yazarı Norveç'ten. Sanırım bu bile serinletmeye yeter. Kayakla atlama sporuna gönül vermiş bir ufaklığın öyküsü. Ayrıntıya girmeyelim. Kışın okursa bunaltır, yaz aylarında cereyan yapar. Sırttan almayın rüzgârı, çok fena hasta eder. Bir sporcu olan beni ekstra bozmuştu Kar Kristalleri.

3) Bir Sürgünün Anıları (Aziz Nesin): Büyük Usta'nın kendi yaşamından bir kesit. Bursa'ya sürgüne gönderilen ve her akşam karakola gidip imza atmak zorunda olan Aziz Nesin'in Bursa'da yaşadıkları... Üşüdüğü için son parasıyla battaniye alması, gizlice İstanbul'a gelip uyuyan çocuğunu 10 dakika seyredip dönmesi...

2) Karadeniz'in Kıyıcığında (Rıfat Ilgaz): Rıfat Ilgaz'ın şiirlerine kendimi öylesine kaptırmışım ki yıllardır, Koca Çınar'ın aslında ne önemli romanları olduğunu unutuverdim. Şair Ilgaz'dan sonra geç de olsa Yazar Ilgaz'la tanıştım. Yereli anlatıp evrensel nasıl olunur? İşte böyle. Karadeniz'in Kıyıcığında'yı okurken yüzünüze önce hafiften bir karayel esecek. Kalın giyinin, sonradan tipiye dönüyor hava.

1) Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık (Mehmed Uzun): Biraz da dağ havası. Bize çok uzak bir ülke(!). Bir kadın, bir erkek... Aralarında onlarca yaş farkı... Biri asker, diğeri gerilla. Ve olaylar gelişir. Çık bakalım işin içinden.

BONUS: Kumral Ada Mavi Tuna (Buket Uzuner): Güney sahillerindeyken serin bir Boğaz havası da iyi gider diye düşündüm. Ada ve Tuna'nın öyküsü, benim öyküm...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Yekta'nın smokini

2007'de düzenlenen Altın Portakal'da bütün gazeteciler sanatçıların peşinden koşuyordu, normal olarak. Biz de olaya farklı bir isimle bakalım deyip Yekta Kopan'la konuşmuştuk. BirGün'deydim o zamanlar ve yanımda gazeteden iki arkadaş daha vardı. Soruları az çok önceden hazırladığımız için söyleşiye pek müdahil olmamış, sadece fotoğraf çekmiştim ben.

Altın Portakal'ın halktan koparıldığı tartışmaları o zaman da oldukça ateşliydi. O gün, Kopan'ın bu konu hakkında neler dediğini az çok hatırladığım için eski defterleri açıp O günkü röportajı buldum.

Bakın Kopan'a yöneltilen üç soru ve üç yanıt:

» Bu sene festivale halkın yeterince entegre edilmediği yönünde eleştiriler var.

Evet bizde duyuyoruz. Halkın, salonlarda yer bulamadığı, açılışlarda galalarda gösterime girememeleri vs. Ama ne yazık ki dünya üzerinde de bu tür festivallerin gösteri kısımları olmazsa olmazlardan. Açılışta Cannes Film Festivali'nde de yer bulamıyorsunuz... Kaldı ki simokin olmadan içeri de giremiyorsunuz. Bunlar festivallerin kendilerine ait yapılarıdır.

» Biraz halkın da haklılık payı yok mu burada?

Halk eleştrisinde haklı mutluka ona bir şey demiyorum, anlıyorum da. Güzel bir film programı var, 2007 yılı içinde Avrupa film festivallerinde oynamış filmler var, bu bir sinema festivali ise sonuçta halkın da mutlu olacağı bir program var. Ama halk ne istiyor biliyor musunuz? Onlar açılışlarda da olalım istiyorlar, ünlüleri görmek istiyorlar. Onlar da olmayınca festivali reddetme yoluna gidiyorlar.

» Mesela eskiden açık hava sinemaları yapılırmış...

Bunu ben de duyuyorum ama bu konuda bir şey demeyeyim. Ama benim festivalim olsun istiyor halk. Elbette burada organizasyon cephesinde de hatalar var, eğer bir tane açık hava sineması bu yapının içine konulacaksa elbette iyi olur. Ama bakın bu eleştiriler başka yöne doğru kayıyor: "Neden ben daha çok ünlü görmedim" meselesi. Görme ne olacak.

Kopan'ın görüşleri böyle. Altın Portakal zamanı yaklaşıyor. NTV her sene olduğu gibi bu yıl da festivale basın sponsoru olacak. Tabii ki Yekta Kopan da başrolde. Benim dikkat çekmek istediğim konu şu. Bu sene Antalya Büyükşehir Belediyesi el değiştirdi, malumunuz. Ve festivalle ilgili oldukça radikal kararlar alınacak gibi gözüküyor. Hatta festivalin ilk basın toplantısı İstanbul'da yapıldı. 'Halktan yana' bir festival vurgusu var bu yıl. Şimdi gözlerim, kulaklarım Yekta Kopan'ı arıyor. Bakalım 180 derece ağız değiştirip "işte olması gereken oldu, festival nihayet halkla buluştu" açıklamaları yapacak mı? Programına festivalin başındaki isim olan Vecdi Sayar'ı çağırıp, bütün konuklarına yaptığı gibi yıkama yağlama çekecek mi? Vecdi Sayar İstanbul'daydı bugünlerde. Belki de yapıldı bir program ve ben kaçırdım, bilmiyorum.

Bekleyip göreceğiz...

Vecdi Sayar'ın festivalle ilgili açıklamalrından bir paragraf alıntılayıp bitirelim:

"Bir sanat etkinliği, halka gitmiyorsa işlevini yerine getiremiyor demektir. Sinemanın en seçkin ürünlerini otel salonlarına kapayan bir etkinlik olmaktan çıkarmak istediğimiz bu festival için Antalya'da her tür imkan bulunmakta. Festivaller üretim ortamlarıdır, ne yazık ki ülkemizde tatil ve eğlence ortamı olarak algılanıyor."

Saçmalamalar 1

Konuşmak üzerine düşünülür mü hiç? Konuşurken dinleyenin (kendin de olabilir) konuya dahil, müdahil olmasını bir kenara bırakmak örneğin olanaklı mıdır? “konuşma”, “konmak” fiilini kök alıyor olsa gerek. Konmaktan, üzerine düşünülmüş (konulmuş) olana “konu”, konu’dan, bunun bir diğeriyle (ya da kendinle) paylaşılmasına “konuşmak” şeklinde ifade edilen türemiş ve işteş bir eylemden söz ediyoruz.

Bu bir yanılgıysa eğer, düşüncelerimin yanılgısı da buradan doğdu. Çünkü konuştuğum her sefer, bir muhatabı da oldu. Ben ya da karşımdaki. Duyduğuma ya da duyacağıma (veya artık belki de burada söyleyeceğime, düşüneceğime) kayıtsız kalamadım. “düşünme”nin de “düş” kökünden geldiğini düşündüm. Düş... Arzu edilmiş, istenmiş ya da tam tersinde korkulmuş ve kaçınılmış olan. Düş, romantik bir arzu ya da içine düşülen kabus. Genelde düşeriz (düşmek de mi kökünü “düş”ten alıyor acaba?).

Buradan çıkarımda bulunup, bu dünyanın düşülen ve aşağı(lık) bir dünya olduğuna varmayalım hemen (ama Platon’a da kulaklarımızı kapamayalım). Bunların tümü hatalı olabilir diye düşünüp, yanlışlanabilir diye kartezyen bir pozitivizm varsaymayalım.

Yani, konuşurken konduğun, var saydığın (varsayım değil) değilmiş. Var olanı (varoluşu değil), algılanmış olmaya terketmekten kaçınmak, bunun artık ortaçağlarda kalmış olduğunu bilmek gerek. Niyet denen olguyu, bilinen ile gerçek arasında hiç bir zaman kapanmayacak olduğu kadar, ontolojinin lehine artmakta olan yarığı artık görmek zamanı. Bildiğimiz kadar ve bildiğimiz oranda uzaklaşacağız gerçeğe. Olağanüstü bir şeyden söz ediyor değiliz. Üstad’ın “bildiğim şey, ne kadar daha bilmediğimdir” ifadesidir anlattığımız. Bildikçe artmıyor, azalıyor gerçekliğe olan mesafemiz.