31 Mart 2010 Çarşamba

10


sana bakmak
suya bakmaktır

Bigün Hıncal Abi'yle gidiyoruz (Alp Can'a sevgiyle)


Alp Abi'yle üç yıl birlikte çalıştık. Her işyeri ortamı gibi kavgalar da ettik, gazeteyi baskıya gönderdikten sonra rakılar da içtik. Hem de ne rakılar... Cepteki son paraları birleştirerek aldığımız rakıların tadı bir başkaydı her zaman. "Bigün Hıncal Abi'yle gidiyoruz..." diye başladı mı susmazdı. Ölüm haberini aldığımda aklıma ilk gelen Fenerbahçe'nin Galatasaray galibiyeti oldu. Sıkı Fenerbahçeliydi. Ulan dedim, giderayak tam sana göre bir hediye...

Kör ölür badem gözlü olur. Onu övmeye etmeye gerek yok artık. Şöyle insandı, böyle gazeteciydi...

Ben onunla üç yıl çalıştım ve oldukça fazla muhabbet etme şansı buldum. Üç yıl boyunca anne babamdan daha çok yüzünü gördüğüm iş arkadaşlarımdan biri artık yok. Ölen kişi düşmanın da olsa insan bir garip oluyor. Üç sene de az bir süre değil hani. Alp Abi düşmanım değildi tabii. O benim gazetedeki aynı dertlerden mustarip bir rakı arkadaşımdı sadece. Bu saatten sonra çok yazmanın da anlamı yok aslında. Anlamı varsa da çok yazacak kişi ben değilim. Bana güle güle Alp Abi demek düşer sadece.

29 Mart 2010 Pazartesi

Zeytinburnu hatırası


Faşist, cahil, atgözlüklü bir anne babaya sahibim. Sanattan anladıkları Seda Sayan & Nihat Doğan düetidir sadece. Tiyatronun t’sinden bihaberlerdir. Sinemaya son gittikleri yıl 1976. O da annemin söylediği. Tiyatroya ise hiç gitmemişler. Yetkin Dikinciler’i Turkcell’in gülen yüzü sanırlar sadece. Adını bilmezler. Aynı şekilde adını bilmedikleri Bennu Yıldırımlar ise onlar için Süper Baba’da açık saçık giyinen, ağzı bozuk orospudur sadece. Ferhan Şensoy’un kavuğu magazine düşünce 2. Mahmut’un muydu bu kavuk diye sormuşlardı bana, neyse...
İstanbul’un varoşunda yaşarız biz. Annem, babam çalışmasını istemediği için ev kadınıdır. Babam ise 25 yılını verdiği fabrikada kolunu makineye kaptırdığı için işten çıkarıldı. İşveren haksız olduğu halde babamın kolunu kapan makine bozulduğu için neredeyse babamı suçlu çıkardılar. Babam ise “Allah’ın takdiri” deyip geçti. Şimdi bir sitede geceleri tek kollu bir güvenlik görevlisi olarak çalışıyor. Hiçbir zaman hiçbir şeyi sorgulamamış. Ağzından çıkan ve içinde Allah geçmeyen en ‘ilerici’ lafı “böyle gelmiş böyle gider” oldu, benim duyduğum. Bana ve abime bir kere kitap oku demişlikleri, kitap aldıkları, elimizden tutup da bırakın tiyatroyu sinemayı, maça götürmüşlükleri yoktur. Abim ilkokul üç terk. Ben babamın bütün baskılarına karşın ortaokulu zorla bitirdim. 14 yaşımda girdiğim torna tesviye atölyesiyle de iş hayatım başladı. Abim şu an bir kadın mevzusu yüzünden içerde. 2 yılı daha var.
Oturduğumuz ilçenin belediye başkanı muhafazakâr bir partiden seçime girerek kazandı. Çok çalıp çırptığı söyleniyor, şahit olmadım. Üç sene önce ilçemize bir kültür merkezi yaptırdı. O merkezin inşaatındaki ihaleler nedeniyle bile epey götürmüş diye konuşulur hep, bilmiyorum. Tesadüf bu ya, tam da seçimlerden bir ay önceydi sanırım. Kültür sanat merkezinde gösteriler başladı. O zaman adlarını bile duymadığım Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları adlı iki kurum, birçok eserini bu merkezde sergilemeye başladı. Benim bunlardan haberdar olmam dağıtılan bedava biletler sayesinde oldu. Bedava olduğu için koşa koşa gitmiştik mahalleden çocuklarla, hiç unutmam. Gittiğim ilk oyunun adını hatırlamıyorum ama çok fena sıkılmıştım. Sonraları birkaç kez daha gittik. Güzel kızlar gelirdi tiyatroya. Biraz onlar içindi. Biraz da televizyon dizilerinden seyrettiğimiz ünlüleri canlı canlı görmek içindi tabii. Bizim için piyasa merkezi olan bu kültür sanat merkezinde günün birinde bir oyun seyrettim. Acayip etkilenmiştim. Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’ydü oyunun adı. O günden sonra ben hayatımda hiç yapmadığım bir şey yaptım. Haftalığımı getirip anneme verdiğim için tek kuruşum olmadığından babamın pantolonundan para yürüterek tiyatroya gittim Taksim’e. Bu sanat için aşırmaları sık sık tekrarladım daha sonraları. Ta ki babam fark edene kadar. Tiyatroya gitmek için aldığımı söylediğimde yediğim tokadın acısı hâlâ yanağımdadır. Mahalleden birkaç arkadaş da gelirdi benle. Onların amacı bir şekilde Taksim’de olmaktı gerçi.
Tiyatroyla muhafazakâr belediye başkanımız sayesinde tanıştım denebilir. Ama bu güzelliği nedeniyle kendisine bir kere bile oy vermedim. Zaten kimse vermemiş olacak ki son seçimleri kaybetti. Kazanan diğer muhafazakâr partinin adayı, ilçeye bilmem kaç tane halı saha yapma sözü vermişti.
Tiyatroyla tanıştığım ilk günleri hatırlıyorum da şimdi… Ne oturmasını biliriz ne kalkmasını… Hiç verilmeyecek yerlerde reaksiyonlar gösteririz, semtimizin entel dantel aydınları dönüp ters ters bakarlar falan…
Şimdi başka bir işte çalışıyorum. Parası kısmen daha iyi. Eskiden asgari maaşın altında çalışırdım şimdi asgari maaş alıyorum. Sigortam yok ama olsun. İşe yürüyerek gittiğim için epey bir tasarruf yapıyor sayılırım. Yeni işim, evime çok yakın.
Bu yıl İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’nde 10’dan fazla oyun seyrettim. Üstelik yeni arkadaşlar da edindim. Bizim mahallenin tek üniversite öğrencisi ‘Entel Zehra’ ile muhabbetimiz selamlaşmanın ötesine geçti bu arada. Mimar Sinan’da resim okuyor. Tiyatrocu arkadaşlarıyla tanıştırdı beni. Eski işyerimin deposu için haftada bir günlüğüne eski patrondan izin aldım. Mahallenin küçük çocuklarıyla bir tiyatro atölyesi kurduk. En büyüğü 14 yaşında. Benim iş hayatına girdiğim yaşta yani. Zehra’nın arkadaşları geliyor haftada bir. Güzel vakit geçiriyoruz. Mahallenin yeni serseri adayları başka bir yola giriyor yavaş yavaş. Hiçbirini zorlamadık gelmeleri için. İlk önceleri meraktan gelmişlerdi. Şimdi eve gönderemiyoruz. Bazılarının babaları sorun çıkarıyor ama bir yolunu buluyoruz.
Şu an 26 yaşındayım. Okumaya çok geç başladım. Hâlâ kendimi ahkâm kesecek durumda görmüyorum. Ama şunu anladım ki sanat bir ihtiyaçmış ve olanaksızlıkların olduğu yerde sanat için bir zorlama değil ama teşvik şartmış. Bunu ama devlet yapar ama başka bir kurum; bazen de bir kişi. Ama sanat olmazsa olmazmış. Yemekten, sevişmekten ya da sıçmaktan bir farkı yokmuş; ve evet, en az onlar kadar bir ihtiyaçmış.
Seyrettiğim ikinci oyunun bir sahnesinde, salonda tek başıma gülen olduğum için arkamdan “bunlarla aynı salonda oyun seyredilmez kardeşim, elitizmse ben elitistim diyen, sonraları aynı ortamlarda çok bulunduğumuz ve hâlâ, hem o zaman yapılanları hem şimdi bizim yaptıklarımızı basit bir popülizme indirgeyen, ortaya çıkan sonuçları görmezden gelişini anlayamadığım, Ankara’nın taşrasından kopup gelen büyük entelektüel, aydın arkadaşım, viyolonsel virtüözü Okan’a sevgiyle.
Popülist bir final olacak ama; sanatsız bir hayat, yumurtasız menemene benzer.
(Ha bir de not düşeyim. Yukarıda anlatılanlar sadece zor durumlar için üzerimizde beliriveren bir oksijen maskesi olup kesin çözüm değildir. Kesin çözüm için bir ihtimal daha var -ah şu popülistlik- o da devrim mi dersin?)

26 Mart 2010 Cuma

Yakın dönem Türkiye müzik tarihi

vj bülent birgünsonra okurları için yazdı


şişli meydanındaki üç kızdan ikisi olan çiğdem ile nergis, günün birinde bağcılar'daki üç karanfili ziyaret etmek için evden çıktıklarında yolda modern folk üçlüsüyle karşılaşır. modern folk üçlüsünden suavi kendisinin sakallı suavi olmadığını doğan cankuya anlatmakla meşguldür bu sırada. en sonunda sabrı taşmıştır suavi'nin ve doğan canku'ya ulan komedi dans üçlüsündeki erol köse kadar aklın yor der. buna çok bozulan doğan canku müzik hayatına tek başına devam etmek için emel erdal ikilisine katılır ve grubu dağıtarak yola tek başına emel erdal olarak devam eder. grupların iki albümden sonra ayrılması o zamanın modası olduğu için beşiktaşın forvet üçlüsü metin ali feyyaz da ayrılmaya karar verir. feyyaz fenerbahçeye, ali, izel çelik ercan üçlüsüne transfer olur. metin ise bir süre yoluna şevval samla ikili olarak devam eder ancak grup şevval samın rahmetli kazım koyuncuya transferiyle ayrılır. o zamanların aranan forveti olan metin de fenerbahçeden kovulan oğuz aykut ikilisiyle grup vitaminle öngörüşmeye gider. grup vitamin kurucusu gökhan semizi önceleri grup yorumdan tanırız. grup içindeki esprili kişiliği örgüt tarafından pek hoş karşılanmamıştır ve efkan şeşen ile ilkay akkayadan kısa bir süre sonra gökhan semiz de tasviye edilir. tasviyede sonrası psikolojisi bozulan efkan şeşen grup gündoğarkene katılmak ister ama şeşenler onu kabul etmez. gökhan semizin de grup vitamini kurması bu döneme denk düşer. yola ilkay akkaya ile ikili olarak devam etmek isteyen gökhan semiz, grubun adının yeşilırmak olması konusunda ilkay akkayayı ikna edemeyince oğuz aykut ve ali ile grup vitamini kurar. ilkay akkaya ise kızılırmakta yoluna devam eder. gökhan semizin kısa süre sonraki vefatı nedeniyle dağılan vitamin çok geçmeden hepsi grubunu kurar. grubun mütevelli heyetinde ise sosyal demokratları sosyal demokratlıktan soğutan murat karayalçın ve deniz baykal bulunuyordur. grupta yaşanan anlaşmazlıklar nedeniyle deniz baykal kısa süre sonra hepsiden ayrılarak chpye geçer. murat karayalçın ise mazhar fuat özkanın ankara konserlerini organize etmek için shp adlı bir organizasyon şirketi kurar. karayalçının ankaradaki varlığından rahatsız olan melih gökçek mazhar fuat özkana karşı kürşat tüzmenle doksanların ünlü grubu tüzmeni tekrar canlandırma hareketine girişir. cem alinin katılmasıyla tüzmen tekrar hayata geçer. grup yollarına hâlâ ah canım vah canım üzme tatlı canını adlı albümle devam ediyor.

vj bülent

13 Mart 2010 Cumartesi

Yükselen kübizm


Burgazada'ya da gelmişler.

12 Mart 2010 Cuma

Garipçe rüya


Bindim ilk vapura. Kınalı’da zor attım kendimi iskeleye. Niye geldim bu insansız adaya bilmiyorum. Kadıköy’e bakan tepeye çıktım Pınar diye bağırdım alabildiğine. Gökyüzü ayna gibiydi. Sarıyer’i dikizlerim diye umdum gökyüzünden. Allah baba kızdı dikiz işlerine bir yağmur patlattı. Ben Allah’a küfür ettikçe yağmur arttı. Donuma kadar ıslandım. Islandıkça küfür ettim küfür ettikçe yağmur yağdı. Tepenin toprağı oynadı altımdan sonra. Denizde buldum kendimi bir anda. Sıcacıktı şubat ayında deniz. Suya düşerken gözlerimi iyi kapamışım ki gözyaşlarım ıslanmamıştı kayalıklara çıktığımda. Bir tekne fark etti beni, yaklaştı. Yardım edelim birader dediler tekneden. Siktiri çekince de küçük bir kayığa atlayıp yanıma geldiler. Ağzımı burnumu kırdılar iki dakika sürmedi. Onlar vurdukça ben kustum. İğrenip bıraktılar. Pınar diye bağırdım Kadıköy’e doğru, duyan olmadı. Adanın güneyine yürüdüm kusa kusa. Doğaya küse küse. Beni döven balıkçı teknesini kese kese. Saat sekiz olmuş olacak ki Büyükada sırtlarından Güneş’in ilk ışığı gösterdi kendini. Kendisinden önce geldi ışığı, Güneş yoktu ortalıkta. Kurumadım ama ıslaklığa alıştım. Bir kuytuda uzandım. Uyumuşum. Hapşırıklarla uyandım. Güneş tepeme gelmişti. Epey uyumuşum. Lodos çıkmış, iyi rüzgâr yemişim saatlerce. Üstümdekileri çıkarıp sıktım. Bir ton su çıktı. Su çıktı tuzu kaldı kıyafetlerde. İsteksiz giydim. Çıplak iyiydi oysa, rahattı. Lodos sıcak sıcaktı. Kıyafetleri giyince bir titreme tuttu. Kustum yine. Kusacak da bir şey kalmamış. Nefes borum fırladı ağzımdan. Alıp yerine takacaktım. Çok kirlenmişti yerde, denize fırlattım ben de. Sektirmeye çalıştım ama yassı değildi. Sekmedi. Hemen de batmadı zaten. Bir süre suyun üzerinde durdu. Kefallerin sesini duydum sonra. Gelip parça pinçik ettiler iki dakikada nefes borumu. Nefes alamamaya başladım. Bağırdım Pınar diye. Sesim çıkmadı bu kez. Ağzımı açıyorum ama nafile. Ses çıkmıyor. Nefes almaya çalışıyorum olmuyor. Kan beynime sıçradı sanki. Bayılmışım. Belki de uyumuşum. Kâbuslar gördüm. Kâbus içinde seni gördüm. Yolda görmezden geldin beni. Ama ben biliyordum gördüğünü. Sen de anladın ama istifini bozmadın. Yanında biri vardı. Akşama kefal yapayım mı sana dedin. O ne dedi. Çorbası güzel olur dedin. Olur dedi. Kâbus bitti. Ayılmıştım. Neredeyim çözemedim. Sonra fark ettim ki lodos beni sürüklemiş Sarıyer’e. İskeledeki denize sarkan halata tutundum çıkmak için. Nefes alamadığım geldi aklıma. Aklıma gelen başıma geldi sonra. Halat koptu. Denize düştüm. Bıraktım kendimi akıntıya. Uyandığımda Garipçe sahilindeydim. Halatlara dolanmış olmalıyım denizde uyurken. Karaya almışlar beni. Ayağa kalkacaktım ki nefes alamadığım aklıma geldi. Sonra da aklıma gelen başıma geldi. Martılar üşüştü tepeme. Tırtıklamaya başladı birkaçı. Bir tanesinin ağzı simit kokuluydu. Yediler beni Garipçe’de. Uçup gittiler sonra. Benden en çok yiyen yol boyunca en çok sıçandı. Sonra yalpalamaya başladı Beykoz’a doğru. Karaya varamadan düştü denize. Oracıkta öldü. İçinden çıkıp kurtulayım dedim. Tam çıkıyordum ki nefes alamadığım geldi aklıma. Sonra aklıma gelen başıma geldi. Kınalı’nın Kadıköy’e bakan tepesinden Pınar diye bağırdım. Duyan olmadı. Ben de bıraktım kendimi martının içinde. O çürürken ben de eridim içinde sıcaktan. Ters akıntıya kapılmışım. Karadeniz’e çıkıyordum ki son bir çabayla çıktım yüzeye. Pınar diye bağırdım Sarıyer’e doğru. Sesimi duyan olmadı. Tam Marmara ile Karadeniz’in birleştiği Çınaraltı’nda ölmüş olmalıyım ki gerisini hatırlamıyorum.

Bora borda bordo


Heybeli’nin limanına giren hafif eğimli yolun kenarında buldum çocukları. Menüde sadece şarap vardı anladığım kadarıyla ki ortalık boş kırmızı şarap şişelerinden geçilmiyordu. N’oldu lan dedim, paranız mı bitti şaraba dönmüşsünüz. Kimseden ses çıkmadı hafiften kıkırdaşmalar dışında. Bi durumlar vardı ama sorana kadar kimsenin ses edeceği yok anlaşılan. Gel otur dedi Arabacı Kenan. Nereye otur lan oturacak yer mi var? Lafın gelişi canııııım dedi yine uzata uzata. Bu adamın konuşması, ses tonu hep hoşuma gitmiştir. Bora’nın şarap ısmarlayası gelmiş deyince arkadan Terzi Ahmet’in oğlu İlker patlattı kahkahayı. Şarapları püskürterek ulan Bora dedi, Allah seni bildiği gibi yapsın. Susun artık ağzınıza sıçacam diye çemkirdi Bora. Hayırdır dedim, Kenan anlatmaya başladı. Bu dangalak Bora yine içki şişelerinin üstüne oturmak istemiş. Pazar sokağında oturan zengin Yahudi kimdi yav? Eski adalı hani… Neptün’ün sahibi yaa. Neptün dediği Heybeli’nin en büyük yatı. İzzet’i diyosun. Hah ulan İzzet. Neyse, Bora bakıyor ya İzzetlerin tekneye. Arkadan İlker atladı yine yavşak bir ses tonuyla. Bora’ya bir izzet-i ikram ki sorma diye aklınca espri yaparken de yine üstünü başını şarapla yıkadı. Bora’ya baktım bir ara. Sigaranın birini söndürmeden diğerini yakıyor. Neyse dedi Kenan. Bu geçen gece yine şişelerin dibini görünce haldır haldır para aramış sağdan soldan. Kimseyi bulamayınca İzzet’in yata çıkmış olsa olsa orda olur içki diye. İçeri bir dalmış ki iskele bordaya bakan kamarada altı şişe şarap. Kafa bi dünya tabii. Yatın içinde içmiş hepsini. Gece de sızmış içtiği yerde. Sabah uyanınca ulan demiş ayıp ettik adama, babasından zar zor para kopartıp şarap almış Koray’dan. Getirip yerine koymuş altı şişeyi de. İki saat önce İzzet geldi, Çam Limanı’na gideceklermiş. Tekneye çıkmasıyla ana avrat küfürleri duymamız bir oldu. Yatın kıçından Bora’ya bağrınıyodu gel lan bu şişeleri götüne sokacam diye. Bora anladı mevzuyu, abi dedi valla içtikten sonra koydum yerine. Sen gel dedi buraya gel ben de senin bi yerine koyacam. Tamam İzzet’in ağzı hep bozuktu da bu sefer daha bi bozuktu sanki. Bora çıktı yata. İki dakkaya elinde bi torba şarapla döndü. Noldu lan dedik. Bu dangalağın içtiği şarabın bi adı varmış. Özel bi şey. Borda mı bordo mu neyse. Tanesi iki milyarmış şarapların. Bakkal Koray’daki en pahalı şarap 20 lira ulan. Demiş İzzet, al bu şarapları götüne sok. Bi daha da bu tekneye adımını atamazsın. Abi nerden bileyim iki milyarlık şarap mı olurmuş o para benim dört aylık kazancım be abi. Zaten bi boka da benzemiyodu diye bana dert yanmaya başladı Bora. Dedim boş ver, olmuş bitmiş. Abi nasıl olmuş bitmiş, en yağlı müşteri kaçtı be abi deyince Kenan da onu daha önce düşünecektin dedi. Son kalan şişeyi de açıp uzattı bana. Hadi bakalım dedi, hoş geldin. Bora’ya içiyoruz. İlker o sinir bozucu yavşak tonuyla bordoya bordoya derken şişenin yarısına gelmiştim bile.

10 Mart 2010 Çarşamba

Ders: Önce insanlık sonra solculuk Öğretmen: Vedat Türkali

Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Mavi Karanlık, Bir Gün Tek Başına, Komünist, Güven, Kayıp Romanlar ve son olarak Yalancı Tanıklar Kahvesi...

Bendeki Vedat Türkali okuma sırası budur. Tek Kişilik Ölüm'ü okumadım.

Kim ne derse desin, bu adam başka. Türkiye solunun son 50-60 yıllık süreçte, içinde bulunduğu durumu ve Türkiye solcusunun içler acısı, acınası halini bu kadar güzel, bu kadar doğru betimleyen bir yazar daha okumadım ben. Hayatımda okuduğum en iyi aşk romanları desem Sabahattin Âli'ye ayıp etmiş olurum. Hayatımda okuduğum en iyi siyasi aşk romanları desem daha doğru olur.

Mangalda kül, şişede rakı bırakmayan ama en basit kadın erkek ilişkilerinde, insan ilişkilerinde sınıfta kalan geleneksiz gelenekçileri, bu kadar inceden, bu kadar edebiyat kokulu deşifre etmek kimsenin harcı olmasa gerek. Biz de atıp tutuyoruz, eleştiriyoruz ama yaşımız gereği ya iki günde her boku öğrenip tereciye tere satmaya çalışan sübyan oluyoruz ya da daha kısa bir tabirle liboş.

Vedat Türkali'nin diline ve edebiyatına laf edenler, onun deşifrelerinden rahatsız olan ama kendisine de tek söz söylemeye güçleri yetmeyenler. 90'lık adama laf edemiyoruz, bari diline, edebiyatına bok atalım. Daha da çok bok atarsınız.

Bir 90 sene daha yaşa sen Vedat Baba. Faşizmden önce bu solcularla mücadele etmek gerek. Bunun için sen bize lazımsın.

Mangalda kül, şişede rakı bırakmayan, bütün sol kitapları hatim eden, bütün Grup Yorum şarkılarını ezbere bilen ama kız kardeşi sevgilisiyle gezdiği için faşistten çok faşist olan çocukluk arkadaşım ve komşum Prometheus'a...

4 Mart 2010 Perşembe

Felsefe Atölyesi

Günümüzde felsefenin zorunlu bir gereksinim olduğu düşüncesinden çıkan Notos Felsefe Atölyesi, çalışmalarına 1 Nisan'da başlıyor. 1 Nisan-3 Haziran arasında, on haftalık bir programın uygulanacağı Notos Felsefe Atölyesi'ndeki dersler, ülkemizin önde gelen bir grup felsefecisinin katılımıyla yapılacak.

İoanna Kuçuradi, Doğan Özlem, Betül Çotuksöken, Saffet Murat Tura, Erkut Sezgin, Kaan Özkan, Mehmet Barış Albayrak'ın katılacağı Atölye'nin ders programındaki konular şunlar:

Felsefenin Sınır Boyları: Kimin İçin Felsefe, Niçin Felsefe
Evreni Okuma Biçimleri: Mitoloji ve Felsefe
Felsefede "İyi" Yaşam
İnsan Haklarının Felsefi Temelleri
Doğa ve Kültür Felsefesi
Felsefe-Kültür Gerilimi
Ortaçağın Aydınlığı
Zihin-Beden Problemi
"Zihin"le "Dünya"nın Arayüzü Olarak Dil
Felsefeden Edebiyata Giden Yol

Dersler katılımcıların etkin katkısıyla, karşılıklı tartışma ve yorumlama biçiminde yürütülecek.

Sinemada tiyatroda 'profesyonel'


Dusan Kovacevic'in 2004 İstanbul Uluslararası Film Festivali'nde jüri özel ödülü alan filmi 'Profesyonel', İstanbul Devlet Tiyatroları tarafından sahneleniyor bu yıl. Başrollerinde Yetkin Dikinciler ve Bülent Emin Yarar'ın oynadığı oyun hakkında ayrıntılı bilgi internette fazlasıyla mevcut.

Neresinden gireyim bilemedim bu oyunu övmeye. Efendim oyun fazlasıyla muhteşem. Yani öyle böyle değil. Seneye de oynar büyük olasılıkla ama bir yolunu bulup bir an önce gitmek gerek derim. Hele oyundan yarım saat sonra Taksim'de Yetkin Dikinciler'le karşılaşıp oyun üzerine uzun uzun konuşmak, yağmur altında bilet imzalatmak, öpüşmek, koklaşmak gibi güzellikler de yaşarsanız, oyun daha bir güzel oluyor.

Kitaptan sinemaya uyarlamalar sonucu çekilen filmler hakkında gereğinden fazla yorum yapılır: Ayyy hiç olmamış ya da aynı kitapta hayal ettiğim gibi vs... Halbuki çok da doğru değildir bu karşılaştırmalar. Benim için yeni ve farklı bir tecrübe oldu ilk önce tiyatrosunu sonra filmini seyretmek bir eserin. Tiyatrodan o kadar etkilenmiş çıktıktan sonra bu eserin kralı çekilse sinemaya, yetmeyecekti bana. Öyle de oldu. Bir eserin tiyatrosu ve sinemasını karşılaştırmak da çok yanlış ve öyle bir düşüncem yok ama yine de insanın damağında bıraktığı bir şey vardır ya bazı eserlerin... Tekrar okunmak istenen hatta okunan kitaplar, bilmem kaç kere seyredilen filmler... Bu sefer damakta bırakan Profesyonel'in oyunu oldu bende. Daha salondan çıkmadan bir "bir kez daha izlemeliyim" demiştim. Hâlâ da diyorum. İzleyin, izlettirin efendim. Bulursanız filmi de izleyin sonrasında. İnternette mevcut. Eminim sizin için de farklı bir tecrübe olacak ve kafanızda mutlaka sanata dair yeni ufuklar açacak Profesyonel.

Bu arada, ilk önce festivalde filmi seyredip sonra tiyatroda oyunu izleyenler de olmuştur mutlaka. Onların düşüncesini de merak etmekteyim. Hatta özellikle sinemacıları ve sinema yazarlarının düşüncelerini. Dedim ya, benim için yeni bir tecrübeydi, çok sık da başımıza gelecek bir durum değil. Paylaşmak istedim.

Fotoğraf da oyun dönüşü adaya dönerken vapurda. Yetkin bizi o kadar sevdi ki iki bira alıp son vapurla adaya geldi bizle, yerseniz.