28 Ekim 2010 Perşembe
13. 1001
Bu yıl 13. kez düzenlenecek olan İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali 29 Ekim'de başlıyor. 4 Kasım'a kadar sürecek olan festivalde yerli ve yabancı 68 belgesel gösterilecek. Gösterim yerleri Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü, Muammer Karaca Tiyatrosu ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi. Gösterimler ücretsiz. Vakti olan kaçırmasın, vakti olmayan vakit yaratmaya çalışsın. Ayrıntılı bilgi için www.1001belgesel.net
27 Ekim 2010 Çarşamba
Küfür

Olan ile olması gerektiğine inanılan doğru arasındaki mesafede ortaya çıkan her tartma/tartışma, sonu belli bir uzlaşmazlığın güzergahında yol alır. Nitekim realite varolan gerçekliği referans alırken; olması gereken, ideallere, etiğe, dini ve ahlaki değerlere ya da ideolojilere yaslanır. Bunlar uydurmadırlar, sosyal gerçekliğin bir parçasıdırlar ama gerçekliğin kendisi değil.
Küfür taşıyan tüm ve bazı cinsel içerikli söylemler, kendini hayatın bir gerçeği gibi sunarken, örtük ideolojisini gizlemekte son derece kıvrak bir yapı taşır. Küfürün saklamakta mahir olduğu bu ideoloji elbette patriyarkal bir çerçeve içinde kendini vareder. Bu süreci anlamlandırabilmek, sembolik düzlemde kültürel değişmeyi inceleme etkinliği olması ve kültür küresinin nereden nereye geldiğini anlamak bakımından önemlidir.
Çok çeşitli metodla üretilen bu söylem örneklerine geçmeden önce en azından bir metodu özetleyelim. Bir deyişin vurgusunu artırmak amacıyla, patriyarkal bir söylemle deyiş önce küfürselleştirilir ve kısaltılır. Sonra her yerde kullanılamayacak olan bu küfürsel deyişteki küfür kısmı, ilgisiz ama fonetik yakınlıkta bir başka kelime ile yer değiştirir. Böylelikle nur topu gibi bir dil kirlenmesi serpilip büyümek üzere dile yerleşir. Bir örnek vererek metodu sırasıyla izlersek; örneğin "kafama takmam" ifadesi, vurgusunu artırmak için "sikime takmam" yapılır önce. Sonra bu çok uzuuun deyiş kısaltılarak "siklemem" olur. Son aşama olarak da ses yakınlığı nedeniyle ayıp olmasın diye "iplemem"e dönüşür. "Kafama takmam"dan "iplemem"e geçince ayıp olmadığı hissi veren bu geçiş dilde bir yoz yolculuktur özetle söylemek gerekirse.
Türk aklının ne kadar başarılı bir biçimde uçkura çalıştığına örnek olacak bir başkası “lafı anal yolla dinlemek” laf öbeğidir. Halbuki işin aslı esası şudur: Bilindiği üzere bir şeyin tersine ya da sonuna Türkçede bir benzetme ile "kıç" denir. Örneğin denizcilikte "kıçtan kara" denilen bir terim vardır ve bunun anlamı deniz taşıtının önden değil arka tarafından karaya yanaşmasıdır. Lafı ters anlamak, söyleneni değil, çağrıştırdığı yan anlamları ön plana almak anlamında kullanılan "lafı kıçından anlamak" sözü, görüldüğü gibi anlayan kişinin kıçını değil, lafın tersini anlatır. Ama dejenerasyon konusunda son derece yetenekli Türk erkek aklı bunu, anlamanın öznesi şahsın kıçı gibi anlayarak nesne konumuna sokmuş ve deyişteki "kıç" yerine "göt" kelimesini koymuş, bu yetmemiş bir de bunu tekrar (belki küfürsellikten uzaklaştırmak üzere iyi niyetli olarak) "anal" kelimesine dönüştürmüştür. Deyiş, özü itibari ile zaten küfürsel olmayıp, "yanlış anlamak" anlamına gelir. Yani böyle bir değişikliğe aslında gerek yoktur.
Bir diğer konu ise en başta belirttiğim üzere konunun patriyarkal bir örtük ideoloji barındırmasıdır. Örneğin hayatta çokça yer alıyor olması hasebiyle sıradan bir gerçeklik olarak karşımıza çıkan "amına koyayım" söz öbeği, gerçekte tek yönlü bir içselleştirme ve kanıksama ifade eder. Nitekim bunun ifade edildiği yer ve zamanda, cinsiyet gözetilmez ve böyle bir cinsiyet farkındalık söz konusu değildir. Ancak bu söylemin gerçekliği kendini ancak erkek organında realize edebilmektedir. Keza cinsel birleşmeyi isimlendirme dahi bu ideolojinin gölgesinde yeşererek küfürsel ve kabaca ifade edilir. Cinsel birleşmeyi ifade etmek için "sikişmek" terimi o kadar kanıksanmıştır ki, neden bu isimlendirmenin örneğin "amışmak" şeklinde kullanılmadığı akla dahi gelmez. Nitekim eylemi adlandıracak olan kelimede kök olarak taraflardan birinin organından işteş fiil türetmede tercih, neden tek taraftan yapılmıştır soru işaretidir ve bu soru işaretinin karşısında duran gizlenmiş, sıradanlaştırılmış cevap patriyarkal ideolijidir. Seksizm cinsiyet ayrımcılığı demekse eğer; nesnel boyutlarında her türlü edimin temelini oluşturan söylem düzeyini de kapsıyor demektir. İnsanın gerçekliği kendini dilde yani söylem düzeyinde var eder nitekim.
İdeolojisi örtük bu deyişlerin kendisi de örtük olan örnekleri de vardır. Negatif ayrımcı bir deyiş olarak örneğin “anası çerkez, babası herkes” deyişi; erkek Türk kültürünün bilinç, bilinçaltı, bilinçüstü ve bilinç dışına sirayet etmiş çük merkezli içselleştirmesinin sıça vurumu laf öbeklerinden bir diğeridir. Burada kedinin ulaşamadığı ciğere mındar demesi gibi bir durum da söz konusudur. Çerkez kızlarının güzelliği, halk edebiyatı, divan edebiyatı gibi edebi alanlarda konu edinilmiştir bilindiği üzere. Hemen her konuda olduğu gibi edebi konuları da edepsizleştirmeyi marifet sanan Türk erkek aklının sıçtığı bu örnekte de, bir genelleme yapılarak çerkez kadınlarına fahişe, çocuklarına piç denmiştir aslında. Benzeri bir durum “mademki Ermenisin, istemeden vermelisin” laf öbeğinde de söz konusudur.
Gündelik hayatta “kırk yıllık kamyoncuyum, böyle kasa görmedim” ve benzeri ifadelerde esasen çekici, ellenme, mıncıklama, er kişi için arasında olma isteği yaratan bir götten bahsedilmektedir anlaşılacağı üzere. Bu türdeki beğeniler elbette “bir birey yontma mekanizması olarak toplumun”, yontulmuş bireyleri mallaştırma süreci olan “popüler kültür” içinde oluşturulur. Beğeni bir rölasyon durumunu ifade eder, tümüyle keyfiyete dayanıyor değildir. Tek tipleştirme sonucu erkek aklı tarafından kasa, kase, kaporta, şamandıra, paket vs. ile adlandırılan göt, bugün hemen her erkek için aslında aynı göt tipini imler haldedir ve bu benzerlik bir rastlantı değildir (kültür emperyalizmi). Estetik beğeni, sujeler arası bir beğeni ifade eder. Bu nedenle de zaman ve mekanda farklılıklara sahiptir. Rönesans dönemi resim ve heykellerinde yer alan sanatçı beğenisi olarak ortaya çıkan kadın kalçası ile bu götler arasında, işlevini bir kenara bırakırsak, biçimsel düzeyde pek bir benzerlik bulunmaz.
Bu türde söz öbekleri üretiminde bulunmak, bunu hayatın kenarında bir tad olarak almak yerine tekrar tekrar söylüyor olmak, bu ideolojinin aklı nasıl körleştirdiği ve kendini yeniden üretime bilinç dışından nasıl sokuyor olduğuna dair örneklerdir.
Yine çokça kişinin girip çıktığı evler için örneğin “sikli baba tekkesi” denir halk arasında. Olur olmaz, destursuz ve düstursuz olarak gelinen-gidilen ev için, genelde ev içindeki yaşı büyüklerce (çoğu zaman ebeveynlerce), bu gelmelere neden olan kişiye söylenen bir argo deyimdir. Yani girenin çıkanın belli olmadığı yerler için kullanılır. Bu argo deyimin esası "sikkeli baba tekkesi"dir aslında. Sikkenin anlamlarından biri mevlevi dervişlerinin giydigi külahtır. Uzun, tepesi düz keçeden yapılmis külah. Bildiğiniz gibi tekkeler herkese açık, girenin çıkanın belli olmadığı yerlerdir. Tanrı misafiri misali. Ama söyleniş yakınlığı nedeniyle sikli baba tekkesine dönmüştür.
Çük merkezli Türk erkek aklı; bilim, sanat, felsefe, yaşama ustalığı, ahlak, dürüstlük, adalet, sevgi, aşk, edebiyat vs. gibi şeyleri beceremiyor oluşunun kılıfı olarak, aklının merkezine "çük"ünün gücü sanısını almış ve saldırgan bir “sik söylemi” yaratmıştır. Karı kaldırmak (biraz edebisi dağa kaldırmak) gibi eyleme dönük metalaştırma kendini işteş bir fiil üzerinden (yukarıda değinilmişti) dolayımlayarak kurgulamakta ve kaldıran öznenin es geçtiği yer de işte tam bu işteşlik durumu olmaktadır. Düşünen, nefes alan, duygu ve akıl sahibi karşı cinsin, nesnel olmayan bir biçimde nesne konumuna indirgenmesi durumunda söylem düzeyine çıkan niyet, genelde niyet olarak kalır. Keza paradoksal olarak niyet olmaktan farklı bir konuma geçtiğinde kaldıran ile kaldırılanın kim olduğu konusu çokça tartışmalı olmalıdır. İşteşlik, tek taraflı bir edimi imleyemeyeceğine göre; karı-kız ile koca-erkek (adam ya da her ne boksa işte), kaldırma veya indirme (ya da kaldıramama bile olabilir bazen) öznel ve özneden yoksun bir hal alıverir. Anlamsız bir "kaldırma söylemi" içinde kendini kandırmak (ya da kendi götünü kaldırmak) şeklinde dışavuran libidal kompleksin; patriyark'ın ezme, aşağılama, şiddet ile kontrol altına alma ve otorite kurma pratikleriyle yoğrulmuş hali olan erkek (ya da sadece kek) için kendini bir bok sandığı alan ve malesef kafasına vurulmadıkça anlamlandıramayacağı yer tam burasıdır.
Tüm toplumlarda varolan ancak doğu toplumlarında kendini değiştirmek yönünde daha az yol katetmiş ve patriyark tarafından sürekli dirençle karşılaşmış, kadını bir birey, insan ve düşünen, hisseden ve yaşayan bir varlık olarak idrak edememiş monist, pozitivist, liberal (ve dahi neoliberal) ve idealist bir zihniyetten doğan bir söylemdir sik söylemi. Kendini küfür, ataerkil ilişki anlayışı, neoliberal meta kavrayışı ve popüler kültür argümanları ile sürekli yeniden üreten sik söylemi; kültürel (antropolojik), sosyal (sosyolojik) ve psikolojik özelliklerin kesiştiği bir alanda anlaşılır hale gelebilmektedir. Bu zamana kadar üretilmiş tüm sosyal sözleşme kuramları tek taraflı bir algıya (elbette erkek algısına) yaslanarak, toplum içindeki her türlü kurum ve ilişki biçimini bunun üzerinden gerçekler (Eski Yunan’dan günümüze kadar kadın ikinci plandadır). Bunun psikolojik uzantısını en azından Lacan'ın fallus kavramından okumak doğru olur. Bilindiği gibi, fallus her ne kadar kelime anlamı olarak cinsel gücün sembolü olarak penisi işaret ediyorsa da, toplumsal simgesel düzlemin temel göstereni olarak "iktidar" anlamına gelir (iktidarsızlık diyince ne anlıyoruz mesela). Bu nedenledir ki ister fiziksel, ister düşünsel ve isterse sözel olsun, kadını ikincil konuma iten her tür edimin arkasında bir erkek iktidarı kaygısı bulunur. Toplumsal düzeyde bu durum tüm kanun, kural ve kurumların erkeğin iktidarını sürdürmesine dayalı kurgusunu olağanlaştırırken; bireysel düzeyde kendini, sürekli ve tek taraflı bir küfür söylemine, kadını yalnızca vajinadan ibaret sayan bir patalojik anlamlandırmaya taşır. Ne ki, sik söylemi olarak sığlaştırılmış ve kabalaştırılmış bu karmaşık olgu, ancak ve ancak bir farkındalık yaşayarak ve olanları olduğu gibi değil bir düşünme süzgecinden geçirerek bertaraf edilebilir ve değiştirilebilir hale gelecektir. “Gündelik hayat yaşanmışlığın ve düşünmenin henüz birbirinden ayrılmadığı bir düzeydir" (Henri Lefebvre).
Uyanılması gereken şunlardır:
Sosyal düzeyde: verili toplumsal, yapı tüm kurum ve kuralları ile erkeği öne alan bir inşadır,
Psikolojik düzeyde: fallus, iktidarı (elbette erkeğinkini) ifade eder,
Edebi düzeyde: dil, erkek aklı üzerinden varedilmiş ve kurgusu buna göre yapılmıştır. Marjlarda bile bir isyan ve dayatılmış olana karşı koyuş erkekçe yapılır ve tercih edilir.
Kültürel düzeyde: tüm popüler kültürün temel dayanağı kadının metalaşmasıdır,
Gündelik hayatta: konuşma dilinde küfürü basarak, aşklarda kadını kısıtlayarak, şiddet araçlarına (silah, bıçak ve yumruk) tapını yaratarak yeniden üretilmesidir.
Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez.
26 Ekim 2010 Salı
Akademisyen: kimdir, kim değildir

Anlattığı şeyler de akademi veya bilim camiası üzerine değil, uzun süredir uğraştığı ve uğruna farklı disiplinlerden dağ gibi literatürleri devirdiği araştırmaları üzerineydi. Bölümlerde düzenlenen alelâde konuşmalardan biri de değildi bu, sırf bunun için Harvard'dan kalkmış, tüm masrafları Advanced Institute of Management tarafından ödenmiş ve üç gün kalıp geri dönmek üzere gelmişti. Açıkçası tüm bu zahmetlere ve harcamalara rağmen bu ücretsiz seminerler yaz sezonundan dolayı yaklaşık 20 kişi tarafından izlendi (hoş kışın da bundan belki %20 fazla insan olurdu).
Etiketlerinden şarhoş olmak isteyenler için kallâvi bir CVsi var: MIT'de ekonomi okumuş, Harvard'da MBA yapmış ve işletme doktorası almış. Devamında Harvard'dan tenure (kalıcı kadro) hakkını ve profesörlük ünvanını da almış. Birçok makam-mevki meraklısı akademisyen ve öğrenci açısından "ufaklar dağlar bu teyzem yaratmış" kısaca. Böyle bir CVsi olan konuşmacının benim için önemi: (büyük ihtimalle) itinayla icra edilmiş bir araştırma dinleme şansı vermesi, ve çok iyi hazırlanılmış bir sunuma sahip olmasında. Buna karşılık, aynı oranda burnu havada bir konuşmacı olması riski de hayli yüksek. Fakat Carliss'te ikinciye dair bir kırıntı bile yoktu, araştırmasının derinliği, sarihliği ve sunumunun kalitesinden de dibim düştü diyebilirim. Eminim lisans öğrencilerine karşı da böyledir. İnsanlığı güzel ve kalitesi yüksek akademisyen o kadar az ki!
İşletme bölümü ve öğrencilerine mesleki sempatim aslında sıfıra yakın. Neden? Kapitalistlerin, büyük şirketlerin en büyük sömürü araçlarının başına gelmek için birbirini ezmeleri, vahşice yarışmaları; eğitimsiz cahil yığınları çalışma koşulları yaratarak köleleştirmeye, yine bu insanlara milyonlarca sağlıklı-sağlıksız ürünü türlü hilelerle pazarlamakta uzman olmaya çalışmaları, vs... Açıkcası liseden beri sürüyüp getirdiğim bu önyargının gerçeklik olduğunu sağolsun ODTÜ ve Boğaziçi kanıtladı. Bu sisteme en yakın mühendislik disiplini olduğu için kendi bölümümden de, bilhassa öğrencilerin ve çoğu hocanın tavrından da nefret ettim. Zamanla bu bir önyargıya dönüştü haliyle, fakat bu gibi insanlar sayesinde bilimin ve keşfetmekteki keyfin yerini önyargılarıma kaptırmaktan kurtuluyorum.

İki günlük seminer serisinde ilki interdisipliner çalışmanın ne olduğuna, ikincisi ise Carliss'in kendi spesifik interdisipliner çalışmasına dairdi. Interdisipliner çalışmanın en büyük getirisini şöyle özetledi Carliss: "Pozitif bilimlerde farklı disiplinlere açıldıkça gördüğüm şey, aslında insanların farklı terminolojiler kullanarak benzer yöntemlerle farklı problemleri çözmeye çalıştığı ve hatta bazen yeniden keşfettiğiydi." Ona 'ewrêqa' dedirten şeyin ise üzerinde çalıştığı bir ekonomik problemin aslında bir üst seviyede bugün modülerite (birimsellik) diye bilinen, ve "başka yedek birimlerle değiştirilebilir bir takım birimlerin, bir araya gelip bir sistem/ürün oluşturması" diye tanımlanan; fakat tarihsel olarak bir çok farklı bilim dalında ayrı ismi olan şeyde birleşmesiymiş. Bugün wikipedia'yı açınca bile konu bu genel başlık altında biyolojiden programlamaya bir çok disiplinin aslında aynı yöntemsel çatı altında kendi problemlerini çözmeye çalıştıklarını görebiliyoruz.
Konunun başlığına gelirsek, konusundaki hakimiyetine ve en bütünseli yakalamaya yönelik çabasıyla Clariss, bir akademisyenin ne için uğraşması ve nasıl biri olması gerektiğini bana hissettiren bir örnekti.
Bu tip insanların en önemli özelliği şüphesiz ki hayatlarındaki disiplin. Salonda kimsenin işin bu tarafına dair bir sorusu olmamasına rağmen, sanırım kızından duyduğu şu cümleleri nakletmesi ipucu olarak yeterlidir: "Anne, biliyor musun iki tip anne var: birinci tipler evde vakitlerini geçiren ve evi için çabalayanlar, ikinci tipler ise tüm vakitlerini işine harcayanlar. Sen ise sürekli evdesin, ama aslında hep başka yerdesin." Açıklama olarak, "Çünkü ben okuldaki sorumluluklarım dışında evde çalışıyordum ve ben çalışırken çocuklar kesinlikle benimle konuşmaya izinli değillerdi", diye de ekledi. Kendi çalışma ortamı için güzel ama ailesi için iyi mi olmuş bilemedim.
İkinci sırada, kanımca, hangi alan olursa olsun gerekli olan sağlam bir matematik bilgisi. İşletme master'ı ve doktorası yapmasına rağmen Clariss'in temel matematik ve mantık konularındaki yeterliliği çok üst düzeydeydi. Yönetimsel, sosyal bilimler veya mühendislik altında çalışan akademisyenlerin işin danışmanlık ve öğretmenlik yönünden çok bilimsel birikimi ilerletmek için bu temel şart.
Diğer ikisi kadar önemli olan ve birbirine benzer bir başka meziyet: sabır ve öngörü sahibi olmak. Bunu ise süreç boyunca asla yitirmemek. Herkesin inişli çıkışlı dönemleri oluyor ve insan kendinden daha başarılı kimseleri görünce onların bu tür şeyleri pek de yaşamadıklarını düşünebiliyor. Oysa ki herkes bunu yaşıyor ve kötü dönemlerde sabrını himaye eden ve öngörüsünü yitirmeyenler başarılı olabiliyor. Bana bu doktora ucuna yaklaştığımı görür gibi olsam da sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor. Beni hayattan soğutuyor.
Clariss en üst kademede kapsayıcı aynı zamanda daha meşakkatli olan modülariteye dalıp, sonunda işin sonuna geldiğinde 10 senenin geçip gittiğinden bahsetti. Ve bu süreçte birkaç iş arkadaşı dışında neredeyse kendini akademik dünyaya kapadığını, konferanslara bile gitmediğinden bahsetti. Sanırım 'akademik sabrın' en üst noktalarından birisi bu olsa gerek.
Benzer bir örneği 20. yüzyılın en üstün yetenekli ve saygıdeğer matematikçilerinden Von Neumann için de duymuştum. Atom bombasının icadına en büyük katkı yapan danyallardan biri olmasının yanında (bunu mesleki açıdan tarihi bir başarı olarak düşünürsek eğer), bilgisayar mimarisinin mucidi ve bugünkü PClerin fikir babası kabul edilen bu adam onlarca çok yeni alan ve disipline kapı açmış, bu sayede mevcut temel bilimleri genişletip ilerletmiş. Onun sabrıyla ilgili bahsedeceğim örnek de bilgisayarın geliştirmesi sürecine dair: Matematikte algoritma kavramı Elharezmi'den (Al Khwarizmi, 780-850) beri var. Fakat 19. yüzyılda bile belli bir algortimaların bir problemi çözmesi, çoğunlukla el yordamıyla çözüldüğü için yılları alabiliyordu. Arada bir yanlış çözüldüğünü, veya bug olduğunu düşünün :) Hatayı kimin yaptığını bulup, ekipçe linç ederlerdi herhalde...
Optimizasyonun en eski ve en büyük modelleme gücü doğrusal programlama ile modellenen çok basit bir problemi düşünelim. Örneğin, 100 kmkarelik bir alana farklı kâr getirileri olan buğday ve arpayı hangi oranlarda ekilmeli. Bir kısıtlaması olmayan bu örnekte eğer buğday arpadan daha pahalıya satılabiliyorsa hepsine buğday ekmek toplam kârı en yüksek olacak şeydir. Fakat, buğday ve arpa belli oranlarda gübre ve ilaca ihtiyacı olduğu düşünülürse ve bu ikilinin kullanımlarında bir takım sınırlamalar mevcutsa, iş bir anda karmaşıklaşır ve bu durumda hangi arpa-buğday oranının en karlı olduğunu bulmak epey bir vakit alabilir. Simplex algoritması 1947 yılında Dantzig tarafından sırf bu tip problemleri denemeler yapmadan optimum şekilde çözebilmek için icat edilmiş. Tarlaya arpa-buğday ekme problemi kısa sürse de, bundan azıcık karmaşık problemlerin (mesela, üç bitki olsun) elle çözümü aylar sürmekteydi. Von Neumann işte bir nevi buna daha fazla vakit harcamamak için bugünkü PC'nin atası bir hesaplayıcı üretmek adına işini gücünü bırakıp yine 10 seneye yakın sürecek bir projeyi sonlandırarak "ilk bilgisayarı" icat etmiş.
21 Ekim 2010 Perşembe
20 Ekim 2010 Çarşamba
Arif Damar'a saygıyla
Fotoğraf: Ara Nubaryan
...
bir gün gelir ben giderim
yedi iklim, yurdum yerim
bellenmeyen türkülerim
düşer dillere dillere
...
Arif Damar
17 Ekim 2010 Pazar
İki film birden
Ben Verbong’dan “Takiye Allah Yolunda” ve Almodovar’dan “La Mala Educacion”.
Sinema kültürü ve bilgi birikimi olmayan biri olarak bu filmde Almodovar’ın kurgusuna ne kadar hayran kaldıysam, bu kadar iyi bir konudan nasıl böyle bir film çıkarmış diye Ben Verbong’a bir o kadar hayret ettim. Yine de Takiye Allah Yolunda’ya kötü film demek yerine “beğenmedim” deme tercihimi kullanıyorum ve ne kadar beğenmesem de öneriyorum. İlk filmi bütün homofobik, ikincisini bütün takiyeci / takiyeci adayı arkadaşlarınıza izletin, izlettirin.
13 Ekim 2010 Çarşamba
12 Ekim 2010 Salı
Emir Kusturica ve Ötesi
Geçen hafta ülkenin gündeminde Emir Kusturica vardı. Antalya Film Festivaline katılması, Kültür Bakanının protestosu, basında yazılanlar, Semih Kaplanoğlu ile aralarındaki tartışma vb... vb... gündemi epeyce işgal etti. Sonunda da Kusturica memleketine geri döndü. Giderken de bir basın toplantısı yaptı, kendince bir takım yerlere ayar vermeye çalıştı. Şahsım olarak bu ayara cevap vermek istedim:
"Emir Kusturica, iyi bir yönetmen olabilirsin. Zamanında kimlik bunalımına düşmüş de olabilirsin. Zaten aklı ve vicdanı olan hangi insanın kimlik bunalımında olmadığı söylenebilir. Belki de insan olup olmamakladır sorunumuz, belki de kimliğimizi insanlığımızın önüne geçirdiğimiz için oluyordur her türlü kötülük. Farkında mısın? Her şey iyi hoş da demişsin ki, "tencere dibin kara, seninki benden kara." Hatta Semih Kaplanoğlu'nu eleştirirken "Ermeni Soykırımı"nı hatırlatmışsın. Kaplanoğlu'nun 1915'deki soykırıma duyarlı olduğunu ya da "özür diliyorum" kampanyasına imzasıyla destek olduğunu da bilmiyor da olabilirsin. Cahilliğin mazur görülebilir. Fakat asla mazur görülemeyecek olan şey, "senin soykırımın benim soykırımımı döver" mantığı. Ah Emir Kusturica, biliyor musun her soykırım kötüdür. Yahudi, Ermeni, Boşnak fark eder mi?
"Miloseviç aslında çok iyi bir insandı, Yugoslavya'nın parçalanmasını istemiyordu" demişsin. Fakat bil ki ben ve benim gibi düşünenler "Talat Paşa ve İttihatçılar çok iyi insandı, Osmanlı'nın parçalanmasını istemiyordu" demiyorlar, onları lanetliyorlar. Türkiye'de sayımız şu an çok az olabilir ama doğrusu budur. Meselenin kaynağına inmek ve soykırımları yaratan dünya düzenini sorgulamak önemlidir. Ki bu tür şeyler bir daha tekerrür etmesin. Yoksa Sırp da olabilirsin, Boşnak da, Ermeni de olabilirsin, Türk de. Hiç "Hitler çok iyi insandı, Almanya'nın parçalanmasını istemiyordu" denebilir mi?
Güzel numaraydı Kusturica, ama ben yemedim.
"Emir Kusturica, iyi bir yönetmen olabilirsin. Zamanında kimlik bunalımına düşmüş de olabilirsin. Zaten aklı ve vicdanı olan hangi insanın kimlik bunalımında olmadığı söylenebilir. Belki de insan olup olmamakladır sorunumuz, belki de kimliğimizi insanlığımızın önüne geçirdiğimiz için oluyordur her türlü kötülük. Farkında mısın? Her şey iyi hoş da demişsin ki, "tencere dibin kara, seninki benden kara." Hatta Semih Kaplanoğlu'nu eleştirirken "Ermeni Soykırımı"nı hatırlatmışsın. Kaplanoğlu'nun 1915'deki soykırıma duyarlı olduğunu ya da "özür diliyorum" kampanyasına imzasıyla destek olduğunu da bilmiyor da olabilirsin. Cahilliğin mazur görülebilir. Fakat asla mazur görülemeyecek olan şey, "senin soykırımın benim soykırımımı döver" mantığı. Ah Emir Kusturica, biliyor musun her soykırım kötüdür. Yahudi, Ermeni, Boşnak fark eder mi?
"Miloseviç aslında çok iyi bir insandı, Yugoslavya'nın parçalanmasını istemiyordu" demişsin. Fakat bil ki ben ve benim gibi düşünenler "Talat Paşa ve İttihatçılar çok iyi insandı, Osmanlı'nın parçalanmasını istemiyordu" demiyorlar, onları lanetliyorlar. Türkiye'de sayımız şu an çok az olabilir ama doğrusu budur. Meselenin kaynağına inmek ve soykırımları yaratan dünya düzenini sorgulamak önemlidir. Ki bu tür şeyler bir daha tekerrür etmesin. Yoksa Sırp da olabilirsin, Boşnak da, Ermeni de olabilirsin, Türk de. Hiç "Hitler çok iyi insandı, Almanya'nın parçalanmasını istemiyordu" denebilir mi?
Güzel numaraydı Kusturica, ama ben yemedim.
8 Ekim 2010 Cuma
Feleğin Çarkı mı, tekerrürün tarihi mi?
M.Ali Erbil'in şov programında yaptığı gaf bir çok yerde "ikinci Güner Ümit vakası" olarak yorumlandı. Güner Ümit vakası ve bunun arkasında yatan sosyolojik gerçeklerle ilgili Murathan Mungan'ın çok beğenerek okuduğum bir yazısını buraya alıntılamak istedim.
Makalenin orijinali 1995 yılında Express Dergisi'nde "Rock Hudson ve Güner Ümit" adıyla yayınlanmıştır.
"Bir televizyon kanalında, bir yarışma ve eğlence programını sunarken yaptığı bir espri dolayısıyla Güner Ümit'in neden olduğu olayların, onun açısından tamamıyla bir şanssızlık olduğuna inanıyorum. Ama yalnızca bir şanssızlık mı? Espri, daha doğrusu esprinin ardındaki tarih, onun sandığı kadar masum mu? İçinde yer aldığı ekran ve onun işleyişi o kadar günahsız mı? Onu, yazıma figür olarak seçmemin nedeni de bu. Amacını aşan bir söz'ün nelere yol açacağına ilişkin olarak bu olay, iyi bir sosyolojik örnek oluşturduğu için... Bu olay, aynı zamanda hazırda bekleyen ve her an kıvılcımlanmaya hazır toplumsal bir potansiyele işaret ettiği için de...
İlkin, söz konusu espriyi anımsayalım: Program içinde yer alan skeçlerden birinde Güner Ümit, hamile taklidi yapan program hosteslerinden birine, babasından hamile kalmış olabileceği yollu bir imada bulunduktan sonra, "Siz Kızılbaş mısınız?" diye soruyor. Muhtemeldir ki, salondaki sünnilerle, ekran başındaki Sünniler gülüşüyorlar. Ama kıyamet de bu sözden ötürü kopuyor zaten. Kızılbaş diye ima edilen Alevi yurttaşlar büyük bir infiale kapılarak, büyük kalabalıklar halinde akın akın, söz konusu televizyon kanalının bulunduğu binanın önüne geliyor, binayı kuşatıyor, taşlı sopalı protesto gösterileriyle binaya saldırıyorlar. Bir laf üstüne kimse oralara kadar yürümez elbet, ama bu yürüyüşün ardında kaç yüzyıllık bir yol var.
Canlı yayın olduğu için, üzerinde çok düşünmeden ettiği, ağzından öylesine çıkıveren bir sözün yol açtığı bu büyük olayın sonrasındaki üzüntülü savunmasında Güner Ümit, Alevileri aşağılamak gibi bir niyetinin asla olmadığını ısrarla belirtirken, yalnızca, aklında kalan bir gençlik şakasından yola çıkan bir espri yapmak istediğini, Kızılbaş'ın anlamını bilmediğini, hele Alevi demek anlamına geldiğinden hiç haberi olmadığını söylüyor. Doğru olabilir, ama bu çok da önemli değil aslında. Asıl önemli olan diğer bilmedikleri. Buna sonra değineceğim. Güner Ümit ola ki, gençliğinden beri sağdan soldan duyduğu, belki kahve köşelerinde anlatılan, cinsel imalarla yüklü, kızılbaş diye adlandırılan belirsiz bir "kavmin" analarıyla-babalarıyla bile ilişki kurabilecek ölçüdeki cinsel serbestliklerine ilişkin duyduğu hikâyelerden yola çıkarak, kendince masum bir espri yapmak istemiştir. Bu espri, ibneler üzerine de olabilirdi, bir başka şey üzerine de; o zaman kimse televizyon binalarının üzerine yürümeye kalkmazdı elbet; eğer yürüyebilselerdi, sahipleri ya da kimi yöneticileri ya da müdürleri ibne olan televizyon kanalları, kendilerini ve engin pratiklerini inkâr edip, sırf ortasınıf ahlakına şirin gözükmek için ara sıra böyle "şirinlikler" yapmaya kalkışamazlardı. Güner Ümit'in şanssızlığı, kendini savunmak konusunda diğer gruplara göre çok daha şanslı, güçlü ve örgütlü olan Alevilere toslamasıydı. Dolayısıyla piyango ona çıktı. Ama, Allahtan ümit kesilmez, diğerlerine de çıkabilir!
Her gece ekranlara çıkan, çıkarılan insanlar bir süre sonra haliyle bir baş dönmesine kapılıyorlar elbet; denetimleri zayıflıyor, sahip olmadıkları özellikleri kendilerinde vehmetmeye başlıyorlar, bir zamanlar öğrenmiş olduklarını bir daha gözden geçirmiyorlar, bir zamanlar öğrenmiş olduklarından kuşkuya düşmüyorlar, yeni bir şey öğrenmiyorlar, buna vakitleri de olmuyor, çünkü çark, her gün aynı hızla dönüyor, üstelik herkes tarafından beğenilmiş olmalarından ötürü de doğru bir şey yapmış olduklarına inanıyor, kendilerinden hiç kuşkuya düşmüyorlar. Ölçütlerin kaybolduğu bir toplumda ölçüsüz bir iş yapıyorlar. Televizyon kanalları, sonuçta bir iktidar aracı olduğundan, doğaldır ki, böyle bir baş dönmesine kapılınabilinir; yüz tane satan bir edebiyat dergisi çıkaranların bile memleket idare ettiklerini sanarak tafralandıkları bir ülkede, milyonlara seslenen bir aracı elinde tutanların kapıldığı iktidar sarhoşluğu anlaşılabilir elbet, zaten dikkat de bunun için gerekmektedir. Yöneticilerinin, çalışanlarının sağduyularını, özenlerini ve dikkatlerini yitirdikleri noktada, ancak hedef alınan insan grupları ve topluluklarının, demokratik kuruluşların uyarılarıyla kendilerine çekidüzen verebilirler. RTÜK değil diyalog, bir slogan olabilir. Demokratik işleyiş ya da konuşma hürriyeti dedikleri şey, tek yanlı çalışan bir süreç değildir. Belki bunu da böyle öğreneceğiz. Gruplar kendilerini ifade etmeyi, kendi hakkında söz almayı, bu konuda üslup geliştirmeyi öğrenmek durumunda kalacak. Konuşan Türkiye'nin konuşmaya başladığı yerin, saçmalamak olması belki de kaçınılmazdı. Bunun da insanların kendi hakkında söz alma sürecine bir katkısı olmasını dileyelim.
Üzerinden zaman geçmiş, tarafların unuttuğu ya da unutmak istediği bir konuyu yeniden gündeme getirmemin amacı, bu olayı yeniden kaşımak değil, yalnızca, soyutlama yapmaya, teorik bir çerçeve sunmaya fırsat tanıyan bünyesini kullanmak... Yukarıda asıl önemli olan Güner Ümit'in bilmedikleri demiştim, ya da hatırlamadıkları...
Bu topraklardaki kanlı ve kirli tarihten birkaç sayfa da Alevilerin kısmetine düşmüştür. 1978 Maraş olayları sırasında kaç kişinin öldüğünü, kaç Alevi evinin basıldığını, ateşe verildiğini, hunharca katledildiği, bütün bunların gerisinde de, birçok şeyin yanı sıra, mutlaka çocukluktan akılda kalmış o Kızılbaş esprileri gibi esprilerin katkısı olduğunu; kaç yüz yıldır adı, Pir Sultan Abdal adıyla birlikte anılan Sivas'da daha dün otuz yedi aydınını diri diri yakanların Alevi düşmanlığını. Herhalde televizyon takvimi hızlı işlediğinden hadi unutmuştur, diyelim, ama daha dün cereyan eden Gaziosmanpaşa olayları kolay unutulmayacak kadar tazeydi. Üzerlerine ateş açılarak kurşunlanan, ölen yurttaşların çoğu Aleviydi. İstanbul'da, burnumuzun dibinde, Cemevleri başlarına yıkılmıştı. Aleviler bunca yıldır, haklarında çıkartılan çeşitli söylentilerle beslenen önyargılarla, hem İslam içinde mahkûm edilmeye çalışılır, hem de bir yandan Sodom ve Gomore ahalisi gibi tanıtılmalarına, mum söndü hikâyeleriyle bir seks tarikatı gibi sunulmalarına karşı kendilerini savunmak durumunda bırakılırken, birçok yerde de yaşama savaşı vermişlerdir. Kendi ibadet anlayışlarını, göreneklerini, kültürel kimliklerini korumaya çalışırken yıprandılar, yıpratıldılar, acı çektiler, ölü verdiler. Et acısının, can acısının olduğu yerlerde alınan söz'e dikkat etmek gerekiyor. Bütün bunların hepsini birden bilmiyor, ya da unutmuş olabilir mi Güner Ümit ya da herhangi bir televizyoncu?
Anımsayamadım
5-4-3-2-1-0.
Ne yazık ki süreniz doldu.
Bilmediğine, bilmiyorum, demeyip, Anımsayamadım, diyen bir görsel medya, bunun yanıtını da mutlaka böyle verecektir: Anımsayamadım.
Özel televizyon kanalları kurulduğundan beri ilk kez bir kuruluş, böylesi bir kitle itirazı ve protestosuyla karşı karşıya kalıyordu. Bu kanalın, özellikle de ilk özel televizyon kanalı olması, talihin garip bir cilvesi olsa gerekti. Orta mektep sıralarında akılda kalanlarla, böyle bir sosyolojiye sahip bir Türkiye karşısına çıkmak her zaman aynı rahatlık ve kolaylıkta olmuyor tabii. İşine geldiğinde bir övünme konusu yaptığın bu "mozaik doku"nun da böyle sorunları var işte. Hassas teraziler kullanmak, dikkatler geliştirmek, duyarlıklar edinmek, kapısından ölü çıkmış evlere özen göstermek gerekiyor. Yoksa bu ülkede hiçbir konudaki kan davası bitmez! Türkiye gibi bir ülkede, milyonlara seslenen bir televizyon kanalında bir iş yapıyorsanız, artık "aklınızda kalanlarla" idare edemezsiniz. Bugün "Kızılbaşlar" yürür üzerinize, yarın başkaları.
Şimdi anımsadınız mı?
(Express dergisinin 30 Eylül 1995 tarihli 89. sayısında yayımlanmıştır.)
7 Ekim 2010 Perşembe
Saklı Hayatlar

Çocuk için sıcak ve sıkıcı yaz günlerinden biriydi. Zuladaki Tommiks-Teksasları bitirmiş, vakit geçirecek bir şey arıyordu. Dışarı çıkıp sokakta oynamak için hava epey sıcaktı. Zaten bu sıcakta da sokaklar bomboştu. Mutfaktan annesinin sesini işitince sevindi. "Hazırlan ciciannelere gidiyoruz." Bu iyiydi, hem orada Mehmetle oyun oynar, hem de onun Tommikslerini okurdu. Onda çok vardı resimli roman. Yığın, yığın.
Üstünü değiştirdikten sonra annesinin yanına gitti. "Hadi gidelim anne." Anne şöyle bir baktı ve "acele etme, ninen de geliyor." dedi. Çocuk sabırsızca kapıyı açıp koşarak merdivenlerden aşağı indi. Dışarı çıktığında keskin güneş gözlerini kamaştırdı. Bir gölgeye çekilip anne ve babaannesini beklemeye başladı. 10 dakika sonra anne ve kayınvalidesi de aşağı indiler. Evde hiç başını örtmeyen yaşlı kadın her zaman olduğu gibi dışarı çıkarken siyah bir baş örtüsü takmıştı. Genç annenin başı açıktı. Yavaş yavaş yürüyüp sokak boyunca ilerlediler. Çocuk sabırsızca yanlarından gidiyordu.
- Anne, neden Lütfiye teyzelere cicianne diyoruz?
Kadın cevap vermedi. Kayınvalidesinin koluna girmiş dalgın dalgın yürüyordu.
- Ya anne cevap versene ya...
- Oğlum ablanla sen doğduğunuzda sizi ilk o gördü de ondan.
- Nasıl yani?
- Yanisi yok işte, çocuk doğarken onu ilk gören cicianne olur.
- Anne senin bir yığın akraban var, babamların neden yok?
- Babanın da var oğlum.
- Senin ki kadar yok ama, babamın sadece iki kuzeni var. Onlar da birbirleriyle konuşmuyor.
- Şşşşş sen karışma aklın ermez.
Mehmetlerin evinin olduğu sokağa gelmişlerdi. Burada sokağın iki yanında yüksek çam ağaçları vardı. 3 katlı bir evin bahçe kapısını ittirip içeri girdiler. Çok seviyordu bu evi. Bu ev kitap doluydu. Merdivenleri tırmandılar ve Mehmetlerin kapısının önüne geldiklerinde zili çalmayıp bir üst kata çıktılar. Çocuk hayal kırıklığıyla annesine seslendi.
- Hani Mehmetlere gidiyorduk, neden yukarı çıkıyoruz?
- Mehmetler evde yok biz babaannesine gidiyoruz.
- Sıkılırım ama ben, ne yapçam orada.
- Üfff dur be oğlum, iki dakika sus.
Kapıyı çaldılar. Bir süre sonra kapı açıldı ve Mehmet'in babaannesi göründü. "Kimler gelmiş kimler gelmiş, hoşgeldiniz" deyip onları içeri aldı. Burası ufak bir çatı katıydı. Çocuk daha önce hiç buraya gelmemişti. Lütfiye teyzenin elini öptükten sonra gidip kanepeye oturdu. Ne yapacaktı şimdi burada boş boş oturup. Onlar sohbet ederken çocuk etrafı inceliyordu. Birden Lütfiye teyze dönüp, "sen sıkılırsın şimdi, dur aşağıya inip sana kitap getireyim" dedi. Yaşlı kadın kapının yanından bir anahtar demeti alıp merdivenlerden bir alt kata indi. Çocuk sevinçliydi. Mehmet'in kitaplarını okuyacaktı doya doya.
Lütfiye teyze geri döndüğünde elinde birkaç cilt Tommiks-Teksas vardı. Çocuk sevinçle onları alıp büyük bir hevesle okumaya başladı. Arada çaylar içildi, kekler yendi. Bir süre sonra kitaplar bitti. Tekrar etrafı incelemeye başlayıp konuşulanlara kulak kabartmaya başladı. Lütfiye teyze neşeli bir sesle dünürlerinden bahsediyordu. Ninesi her zaman olduğu gibi fazla konuşmuyor, konuşunca da hastalıklarından ve bitmez tükenmez ağrılarından bahsediyordu. Bir ara canı sıkıldı çocuğun ve balkona çıktı.
Çatı katı olduğundan balkon evin tüm çevresini dolaşıyordu. Oyun olsun diye koşturarak balkonda tur atmaya başladı. Birkaç kumru vardı, onları korkutup kanat çırpmalarını izledi. Yorulunca şöyle bir durup çevresine baktı. Birden garip bir duygu geçti içinden. Bu çatı katına ilk kez geliyordu fakat sanki o çam ağaçlarının altındaki gölgeliği daha önce başka bir yerde görmüştü. Bir an düşündü sonra işin içinden çıkamadı. Balkon demirinin altında beton bir set vardı. Çam ağaçlarının dalları korkuluklara uzanmıştı ve öğleden sonrasının güneşi çam yapraklarının arasından bir görünüp bir kayboluyordu. Bu görüntüyü büyülenmişcesine seyretti ve içeri girdi. "Ben sanki burayı daha önce görmüştüm."
Ufak salona girince Lütfiye teyzeyi göremedi. Annesine sordu:
- Nereye gitti?
- İçeri namaz kılmaya.
- Hadi gidelim artık sıkıldım.
- Dur oğlum gideriz, acelen ne.
- Ya bana ne, bana ne.
- Sus diyorum misafirlikteyiz.
Ninesi dalgın dalgın şöyle bir baktı çocuğa. Birkaç dakika sonra ev sahibi tekrar göründü. Ninesi hafif alaycı bir şekilde annesine dönerek, "İstersen sen de namazını kıl" dedi. Kadın, "Evde kaza ederim acelesi yok, çaylarınızı tazeleyeyim ben" dedi. Boş bardakları tepsiye alıp mutfağa doğru yöneldi. Kapıdan girerken dirseğini pervaza çarptı. Ninesi duyulur duyulmaz bir sesle fısıldadı. "Çolpa." Lütfiye teyze, "Kızım canın acıdı mı" diye sordu. Genç kadın, "Yok yok önemli değil" dedi mutfaktan seslenip. Nine bu kez annesinin duymacağından emin yüksek bir sesle homurdandı, "sersem dacik". Lütfiye teyze sitemkar bir sesle yaşlı kadına dönüp, "yapma böyle ayıp, kızcağız sana bakıyor bir dediğini iki etmiyor, yapma Necmiye hanım, böyle bir gelini nereden bulacaksın, her nazını çekiyor" dedi. Çocuk konuşulanlara şöyle bir bakıp okuduğu bir kitabı tekrar eline alıp göz gezdirmeye başladı. Alışıktı ninesi ve annesinin arasındaki bu çekişmeye. Ninesi fazla oralı olmadı ahretliğinin söylediklerine. Dalgın dalgın önüne bakıyordu. Lütfiye hanım "Hayyyyganuşşşşşşşş" diye neşeli bir sesle haykırdığında irkilip yarım bir tebessümle yetindi. Lütfiye teyze her zaman cıvıl cıvıl ve neşeliydi.
Gitme vakti geldiğinde vedalaştılar ve aşağı indiler. Dönüş yolunda bu kez çocuk önden acele acele kendi evlerinin olduğu sokağa doğru koşturdu. Kapıda bir müddet onları bekledi. Annesi kapıyı anahtarla açtı içeri girdiler. Akşam yemeğine daha çok vardı, babası da kahveye uğramadan eve gelmezdi. Annesi mutfağa girmişti babaannesi de salonda gazetelere bakıyordu. Duvardaki saate baktı, altıya geliyordu. En iyisi televizyonu açmak. Salona gitti siyah-beyaz televizyonun düğmesine dokunup beklemeye başladı. Bir dakika sonra televizyondan bir hışırtı işitildi. Ekranda karlı bir görüntü vardı. Daha televizyon açılmamış diye düşündü. Bir iki düğmeye bastı, televizyondan gelen anlayamadığı bir dilden sesler salonu doldurdu. "Atina televizyonu çoktan açılmış, bizim ki neden akşamları başlıyor" diye düşündü çocuk. "Nine neyce konuşuyordu bunlar?" Ninesi gazetenin sayfalarından gözünü ayırmadan "elenika" dedi. Yapacak başka bir şey olmadığından bir süre televizyona baktı. Konuşulanları anlamadığı ve çizgi film de olmadığından kapatıp odasına yöneldi. Bir süre pencereden karşı evin çatılarına baktıktan sonra ninesinin dolabına yöneldi. Ara sıra burayı karıştırır albümdeki eski fotoğraflara bakardı.
Dolabın üstündeki raftan albümü aldı ve resimlere bakmaya başladı. Dede ve ninesinin gençlikleri, anne ve babasının nikah fotoğrafları, bebeklik resimleri, ablasının okula ilk başladığı gün çekilen önlüklü fotoğrafı. Sayfaları hızlı hızlı çevirirken birden durdu. İşte işte, Lütfiye teyzenin balkonu. Geniş balkon, alttaki beton set ve çam ağaçlarından tanımıştı. Fotoğrafta tek başına duran kadın da babaannesinin gençliği olmalıydı. Hayır, fotoğrafa dikkatle bakınca bu esmer kadının ninesi olmadığını anladı. Kim ki, Lütfiye teyze de değil. Yerinden çıkarıp arkasındaki yazıya bir göz gezdirdi. Annik Ç......., Kumkapı İstanbul. Mutfağa annesinin yanına gitti, fotoğrafı ona uzatıp sordu. "Anne, bu teyzeyi tanıyor musun?" Annesi uzatılan resme şöyle bir baktı.
- Nereden buldun bunu?
- Hiççç, ninemin dolabından.
- Çabuk onu yerine koy, geçenlerde baban kızmıştı sana etrafı karıştırdığın için.
- Üfff peki be anne.
- Kurcalama öyle her tarafı. Ha sana ne diycem dinle.
- Söyle anne.
- Evin içinde olan evin içinde kalır.
- Nasıl yani anlamadım.
- Yani evde olup biten bir şeyi arkadaşlarına falan anlatma.
- Anne ne alakası var, bir şey anlamadım.
- Ben söyleyeyim de.
Aradan birkaç zaman geçti. Çocuk yine birgün yapacak bir şey bulamadığından orayı, burayı karıştırırken aklına eski fotoğraflara bakmak geldi. Dolabı açıp albümü üst raftan aldı. Tembel tembel sayfaları çevirirken birkaç fotoğrafının yerinin boş olduğunu gördü. Bir anlam veremedi. Ya da anlam denilen şey bilinç durumuna göre değişen bir şeydi. Kimbilir...
6 Ekim 2010 Çarşamba
Öteki beriki meselesine dair

Nefret söyleminin oluşturduğu ‘söylemsel ayrımcılık’ ile, postmodern bir kavram olan ‘ötekileştirme’nin günümüzde bir tutulduğu gözlemlenmekte ve moda haline gelmiş olan bu kelimenin ayrımcılık kavramı yerine kullanıldığı görülmektedir. ‘Biz’ ve ‘onlar’ ayrımından hareket ettiğini söyleyen bu kavramlaştırma zihinsel olana hatta bilinç altına sirayet eden durumuyla dikkat edilmesi gereken bir noktada durmaktadır. Nitekim öteki kelimesi ile ‘ötekileştirme’ kavramının akıl yürütmelerde birbirine karışabildiği gözlemlenebilmektedir. Ayrımcılık; farklılıklar üzerine kurulan bir düşmanlığı ifade eder, aşağılayıcıdır ve elbette zorunlu olarak yapılması gereken bir durum değildir. Fakat ötekileştirme sosyal nedenlerle bir sosyal farklılığı vurgulamak üzere zorunlu olarak kullanılıyor olabilir. Örneğin sosyal antropoloji disiplini açısından, Afrika kıtasındaki bir kabilenin modern batılı kültürden farklı kültürünü anlatmak üzere bir ötekileştirme yapılması yani ‘onlar’ denilmesi zorunludur. Yine örneğin egzotik bir topluluk yabancıdır, ötekidir fakat aynı zamanda çok da güzeldir (egzotizm). Ya da "Türkiye'de Çingene Nüfusunun Dağılımı" ismini taşıyabilecek bir istatistik, zorunlu olarak bir ötekileştirme içindedir. Hatta ötekileştirme ‘biz’den olmayanı işaret ederken yüceltip üstün de kılabilir. Edebi, mitolojik veya fantasik kahramanlar hep ötekilerdir. Dolayısıyla ayrımcı söylem, bir ‘öteki’den yola çıkar ama farklılık vurgusunun yarattığı algının yani ötekileştirmenin, öteki için sosyal ya da fiziki bir tehlike oluşturması durumunda ayrımcı söylemden bahsedilebilir.
“Bir topluluk bir isimle ya da isim benzeri bir sıfatla nitelendiğinde ötekileştirme başlar. Bu da konunun dilde kurulduğunu gösterir. Kişi veya topluluğun dilde kurulmuş olan nitelendirilmesi ne kadar toplumun genel niteliklerinden uzaklaşmış bir ifade taşıyorsa, genele dahil edilecek alanını o kadar daraltır ve örter. Ayrımcılık bu noktada dilde başlar” (*)
(*) Kristina Boréus, Discursive Discrimination and Its Expressions, Nordicom Review 19.11.2009. http://www.nordicom.gu.se/common/publ_pdf/34_Boreus.pdf. Söylemsel Ayrımcılık ve Dışavurumları, İngilizceden çeviren: Emre Can Dağlıoğlu.
http://www.nefretsoylemi.org/detay.asp?id=50&bolum=makale
Bu vesileyle tezi tekrar okuduğumda ayrımcılık yerine negatif ayrımcılık kullanılsa daha mı iyi olurdu diye düşünmedim de değil.
(Fotoğraf google'a ötekileştirme yazınca çıkan ilk kare. derindusunce.org)
Kozalağa çıkmak 2
Kozalağa çıkmak postumda eser(!) ve fotoğrafını kullandığım Türker Miletli, bir e-posta ile eksiklerimi tamamlamış. Onun cümleleriyle kozalağa çıkmak:
Heybeliye doğalgaz geldi doğal yaşam bitti... Eskilerde tüm aile fertlerinin toplanarak yaptığı aktivitelerden biriydi kozalak toplamak. Kozalak toplama sırasında tüm aile problemleri hararetle ortaya dökülür kozalaklarla toplanır ve yine kozalaklarla yakılırdı, birçok problem bu sekilde çözülürdü. Kozalak toplama komşuluk ilişkilerini geliştiren insanların birbirlerinden haberdar olmasını sağlayan adalar nezninde bir sosyalleşme olgusuydu. Tüm mahalleliyle birlikte yapılan en çok kozalağı toplayan cocuğun ödüllendirildiği bir yarışmaydı aynı zamanda. Kozalak toplanırken bunun yanında karayemiş dalından yenir, mantar toplanırdı. Kozalakların ısıttığı sobalarda mantarlar demir tabaklarda kavrulur bol ekmekle yenirdi. Kozalak ada çocuklarının en önemli oyun silahı da olmuştu. Ormanda parsel parsel ayrılarak oluşturulan çocuk orduları kendilerine çamlardan yere düşen pürlerden karargâhlar yapıp bölgelerini korurmak ve genişletmek için savaşırdı. Bu savaşın en önemli silahı kozalaklardı. Elinde en çok kozalak olan genelde galip gelirdi... Yaşı 29 ve üstü olan, adada yasayan kişilerin kafalarında elinizi gezdirirseniz birçoğunda bu savaşın izlerine rastlayabilirsiniz. Onlar bu savaşların madalyasız gazileridirler. Önümüzdeki 10 yıl içinde yeni nesiller için hiçbir şey ifade etmeyen bir olgu 'kozalağa çıkma'. Kimbilir belki de şimdi facebook'ta topluyorlardır...
Türker Miletli - Bodrum
5 Ekim 2010 Salı
Sessizlerin Kuzuluğu
“…hayatının ilk sosyalizasyonunu ebeveyninden alacak olan çocuğa kent yaşamında nasıl bir algılayış dünyası kuruluyor acaba, hiç düşünülmüş mü? Siyasal anlamda atomize olmuş, kültürel olarak değer yitiminin dibinde olan kent insanı için çocuğu nasıl bir model bekliyor acaba? Digiturk’ten aralıksız maç yayını izlemek, plazada çalışırken atılan iş arkadaşlarına destek çıkamayıp kanunen hak olarak verildiği halde sendikal sürece duyarsız kalmak, AVM’lerden alış veriş yapıp, yemek yemekle mi sahip çıkılacak çocuğa?..”
Bir süredir kısmen yakından takip ettiğim IBM’deki sendikalaşma süreci ile ilgili aklıma gelip de dilime ulaşamayan bazı düşünceler, Elev Theron’un bir yazısındaki yukarıdaki kimi ifadeler ile karşılık buldu.
Hepsi iyi eğitimli, kimisi yüksek lisanslar yapmış, yurtdışında okumuş ve “esnek çalışma saatleri”ne uyumlu bireyler olan bu arkadaşlar, iş kendi haklarını aramaya geldiğinde, X firmasının web sitesinden şikâyet mektubu yazmak gibi bir cesareti bile gösteremediler. Böylece, bu süreç boyunca ondan fazla çalışanın sendikal faaliyetlerde bulunması nedeniyle işten çıkarıldığıyla kaldı olay.
En son 27 Eylül 2010’da greve çıkmayı planlayan sendika ve IBM çalışanları, grev günü yeterli çoğunluğu sağlayamadılar. Bunun böyle olması için çok çabalayan IBM yönetimi ilk duyulduğunda şaşırtan bir şekilde kurduğu baskıların tersine grevi desteklediğini dile getiriyordu. Çünkü yarattıkları baskı nedeniyle az sayıda insanın greve geleceğini bildiklerinden böylelikle çok canlar yanarak, uzun bir mahkeme süreci sonrasında kazanılmış olan sendikal temsil hakkını gasp etmek, sendikanın “temsil kabiliyeti” olmadığını göstermek istiyordular. Greve katılacağını duyuran ancak son anda vazgeçenleri düşündüğümüzde, sonuna kadar greve destek veren ve katılmak konusunda irade gösterenleri cesaretlerinden dolayı kutlamak gerekiyor.
Onlarca kişisel gelişim, birlikte başaralım, takım ruhu şeysi vb eğitimleri aldırılan bu insanlar, ne arkadaşları işten atılırken seslerini çıkartabildiler, ne de haklarını ararken.
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın
Ben öyle şeylere pek karışmam
Talebe olayları bunlar, sağ- sol..
Yıldırım Türker bir yazısında “Sivrilmek, ortaya çıkmak, görünür olmak, farklı olmak, bu topraklarda köklü birer küfürdür. Bu küfrün altında ezilenler, çoğunluktur. Dolayısıyla, sivrilmek için mücadele etmeyi, farklılığı uğruna savaşmayı, kendi olmakta ayak diremeyi için için yakışıksız bulup aşağılayan bir halklar bütünü olarak özgüvenin nasıl hipnotik bir gücü olduğunu tartabiliriz” der. Bu kültürel tahlilin yanına 12 eylülcü apolitize edilmiş ve liberal söylemle kendi kabuğuna çekilmesi sağlanmış birey algısı konulunca ne güzel bir kimya ile birleşmişler değil mi? Tam da bu dünyanın egemenlerinin istediği gibi... Sessizce... Kuzu gibi...
4 Ekim 2010 Pazartesi
Kozalağa çıkmak
Doğalgazın yaşamımıza iyice müdahil olduğu şu yıllarla birlikte nesli tükenmeye başlayan bir eylemdir kozalağa çıkmak. Tabii ki asıl adı 'kozalak toplamak'tır bu eylemin.
Günün birinde odun kömür yakan ev kalmayınca ya da çam ağaçlarının nesli tükenince kim bilir yeni nesiller ne sanacak kozalağa çıkmayı (Bkz. Balığın kavağa çıkması).
Odun ya da kömür yakılan evlerin olmazsa olmazıdır kozalak. Tutuşturma aracı olarak en az çıra kadar etkilidir. Bu etkisi nedeniyle birçok yangının büyümesine de neden olur. Yangınlarda ısınan kozalakların yanmaya başlamadan önce patlayarak havada 40-50 metre yer değiştirdiğine ve yangının hiç hesapta olmayan bir yere (rüzgârın da etkisiyle) sıçramasına defalarca şahin olundu.
Neyse konumuz kozalağa çıkmak. Kozalağa çıkmak için yanınızda olması gereken en önemli şey çuvaldır. Plastik poşet de olur ama büyük ve dayanıklı olmalı. Her ne kadar büyük ve dayanıklı olsa da çuvalın yerini tutmaz efendim poşet. Onlarca poşetin taşıyacağı kozalağı iki çuvalda toplayabilirsiniz. Taşıması da daha kolaydır.
Kozalağı ağaçtan meyve toplar gibi toplamak tercih edilmez. Genelde ormanın içinde, yere düşmüş dallar üzerindeki kozalaklar toplanır. Kurumuş, çürümüş ama henüz kopmamış dalları da koparıp üzerindeki kozalakları ayıklayabilirsiniz ama çam ağacı her zaman doğruyu söylemez. Kurumuş sanılıp kırılmaya çalışılan bir dal, bazen kurumamış olabilir. Böyle bir dalı koparmak her şeyden önce ağaca zarar verir sonra da borularınıza. Çünkü çam ağacındaki çam sakızları boruların sıklıkla kurumla dolmasına neden olur. Bu da kışın en çetrefilli gününde sobayı söküp temizlik yapmak demek olur ki; berbat bir şeydir.
Kozalağa çıkmak, soğuk kış ayları için yararlı bir eylem olduğu kadar da insan vücudu için de bir o kadar öenmlidir. Aile ya da arkadaş grubuyla çıkılan zamanlarda farkında olmadan dağ bayır saatlerce yürünür. Uzun süre yürümek başlı başına bir spor olduğu gibi kozalak buldukça eğilip kalkmak da bir nevi kültür fizik hareketidir, farkında olmazsınız ama iyi gelir.
Kozalak sözcüğü yarı Rumca yarı Türkçedir. Koz, Yunanca 'tarak', alak ise 'oğlak' sözcüğünün Orhun Yazıtları'ndaki ilk halidir. Oğlaklar, sırtları kaşındıkça yere düşmüş kozalakların üzerine sırt üstü yatıp kaşınırlarmış. Koz oğlak zaman içinde kozalak olmuş.
Not: Üstteki paragraf tamamen benim uydurmam, yok öyle bir şey.
Eser(!) ve fotoğraf: Türker Miletli
1 Ekim 2010 Cuma
Dünya Olguların Toplamıdır
Anlam ile örnekler karıştırılır genelde. Konuşmalarda "mesela", "örneğin", "şöyleki" diye başlayan cümlelere özel bir ihtimam göstermek lazım. Bir şeyin anlamı soyut düzlemde, onun ne olduğuna ilişkin çerçeveyi çizmek, ne olmadığını açıklamaktır. Örnek ise bu çizilen çerçeveye uygunluk gösteren, daha çok pratik düzleme referans veren, yaşanmışlıkları, somut olanı ifade eder. Yani olgu tümevarımcı bir üst okumadır.
Ama diğer yandan felsefi anlamda tüketici (tastamam) bir anlamlandırma yapılamaz. Nitekim bilgi, varlıktan edinilir ama varlığı mükemmel bir biçimde anlatma iddiasında olamaz. Varlığı tümüyle anlatan şey varlığın kendisidir. Ontoloji ile Epistemeloji arasındaki fark da budur. Biz sadece varlığın belirli yönlerini biliriz, kendisini değil. Ayrıca bildikçe de daha bilmediğimiz şeyler olduğuna da vakıf oluruz varlık hakkında. "Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir" (Sokrates). Yani ontoloji ile epistemeloji arasında bildikçe artan bir yarık bulunur. Felsefe de bir anlamıyla bu yarığın içinden çıkar ve onu daha da büyütme çabasındadır esasında.
Genelde yaptığımız şey (hata), örneklerin (olayların), olgularla (genel olanla, varlıkla) karıştırılmasıdır. Hiç bir örnek (özellikle de kötü örnek), olgunun kendisine yetkinlikli bir açıklama getirmez (suimisal emsal değildir). "Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil" (Wittgenstein).
Ama diğer yandan felsefi anlamda tüketici (tastamam) bir anlamlandırma yapılamaz. Nitekim bilgi, varlıktan edinilir ama varlığı mükemmel bir biçimde anlatma iddiasında olamaz. Varlığı tümüyle anlatan şey varlığın kendisidir. Ontoloji ile Epistemeloji arasındaki fark da budur. Biz sadece varlığın belirli yönlerini biliriz, kendisini değil. Ayrıca bildikçe de daha bilmediğimiz şeyler olduğuna da vakıf oluruz varlık hakkında. "Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir" (Sokrates). Yani ontoloji ile epistemeloji arasında bildikçe artan bir yarık bulunur. Felsefe de bir anlamıyla bu yarığın içinden çıkar ve onu daha da büyütme çabasındadır esasında.
Genelde yaptığımız şey (hata), örneklerin (olayların), olgularla (genel olanla, varlıkla) karıştırılmasıdır. Hiç bir örnek (özellikle de kötü örnek), olgunun kendisine yetkinlikli bir açıklama getirmez (suimisal emsal değildir). "Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil" (Wittgenstein).
Kendinle Barışık Olma
Kendiyle barışık bireyden düşünsel bir üretim çıkmaz. Düşünsel üretimi olmayan bir bireyden ise herhangi bir dönüşüm için adım atması beklenmez. Kendiyle barışık birey, bilinenin ve düşünülenin aksine iyi bir birey değildir. Birey, kendisiyle kavgasında yol alır ve kendini değiştirir. Değişmeden kalmak ise bağlayıcı rutinlerle beraber durağanlığın, sıradanlığın ve olanı olduğu gibi benimsemenin can dostlarıdırlar.
ana, baba, çocuk ve abdullah bey
sayın cumhurbaşkanımız geçenlerde gazetelere röportaj vermiş, 12 eylülde gözaltına alınışını anlatmış...
genç bir teğmen gelmiş kapısına, abdullah bey büyük bir vakarla içeri davet etmiş teğmeni ve hayrinüsa hanıma "misafirimize kahve yap bende hazırlanayım" demiş... teğmen de pek kibarmış sağolsun...
1979 yılında izmir hatay da bir eve polis tarafından operasyon düzenlendi.
evde 20 li yasşlarında 3 erkek, bir kadın ve birde kadının 8-9 yaşlarındaki oğlu bulunmaktaydı.
sorgusuz sualsiz, uyarısız, teslim ol çağrısız yapılan operasyonda evdeki gençlerden kadın olan da dahil olmak üzere 2 kişi öldürüldü bir ağır iki kişi yaralandı.
daha sonra evdeki kadını öldürmek suçundan idamla yargılanıp suçsuzluğunu kanıtlayacak genç, ifadesinde yaralı olarak taşındığı odada, polis eve girince kadının bulunduğu yerden tek el silah sesi geldiğini söyleyecekti.
kendisi yaralı halde yatarken de polislerden biri karnına şarjör boşaltmıştı. sonderece inatçı olan genç ölmediği için polis minübüsünde kan kaybından ölmesi için baya bir dolaştırılmış ve bir hastanenin morguna bırakılmış, şans eseri oradan geçen ve hala hipokrat yeminine sağdık olan doktor tarafından farkedilip kurtarılmıştı.
aynı doktor gencin kopmak üzere olan sağ el başparmağın da dikmişti...
o parmağı dikmesi genç için çok önemliydi zira tüm primatları diğer canlılardan , insanları primatlardan, zanaatkarları da normal inanlardan ayıran şey o baş parmaktı.
son derece yetenekli olan genç yıllar sonra ameliyatlar ve ceza evi süreçlerinden kurtulup 26 yaşında hapisten hayata döndüğünde o parmak sayesinde kemik zinet kutularına minyaturler işleyerek ailesini gecindirecekti.
bahsi geçen gencin hamile eşi kocasının vurulduğu haberini alınca hastaneye koşmuş uzun suren ameliyattan sonra eşini bilinci açık olarak birkaç kelime konusabilmişti. genç daha sonra komaya girecek yıllar boyu süren ameliyatlar, hapishane ve yargılanma süreçlerinden sonra eşine kavuşabilecekti.
baskından bir sure sonra bir yandan hastanede polis gozetiminde eşini hayatta tutmaya calışan genç kadının bir oğlu olacaktı. çocuğa 12 eylül atmosferinde babasının neden evde olmadığını anlatmayacak, babasının " hastanede olduğunu ve söz dinleyip yemeklerini yer ve boyu kapıdaki o çentiğe ulaşacak kadar uzadığında tekrar eve döneceğini " söyleyeceklerdi...
genç kadın tek başına üniversiteyi bitirecek, iş bulacak, hapishane ve hastane ziyaretlerinde kucağında oğluyla eşiyle ilgilenecek, yakınlarının baskılarına, gardiyanların aşağılamalarına, parasızlığa, ve benzer sebeplerden hapiste olan erkek kardeşine de destek olarak cehennem gibi geçen 5,5 yıl yaşayacaktı.
oğlunun anaokulundan gelip "anne neden arkadaşlarım babamın öldüğünü söylüyor" gibi sorularını eşinin yavrusuna hapisaneden yolladığı çizgiroman şeklindeki mektupları gostererek cevap veriyordu.
çocuk zamanla büyüdü, boyu o kapıdaki çentiğe ulaştı ve baba geri döndü.
bir eli sürekli karnındaydı. aile ankaradan izmir karşıyaka ya baba memleketine döndü.
çocuğun zihninde çeşitli görüntüler kaldı.
bir düdükle birbirine ite kaka soğuk gri bir kapıya hucum eden mahkum yakınları, mahkemede elleri kelepçeli babasının tanıştırdığı ve tüfeğine dokunmasına izin veren asker abi, baban öldü diye dalga geçen arkadaşlar, kendine pansuman yapan, ve delikdeşik olan bağırsakları yüzünden yıllarca ekmek arası haşlanmış patates ve peynir ezmesiyle beslenen babası nın nefret ettiği bu yiyeceği kıskanması ve ona analık babalık yapan dedesi ve annanesi gibi...
aslında bu travmalardan ne kadar etkilendiğini yıllar sonra yaşadığı uyum sorunlarında görecekti.
ailesi onu korumak ve yasadıklarını yaşamaması için ellerinden geldiği kadar steril büyütmeye çalışmışlardı. ancak nekadar politik olarak onu steril tutmaya calışsalarda kendi dünya görüşlerinin yavrularında oluşmasını sağlayan ahlak ve hassasiyetleri ona da aktarmışlardı.
aynı hassasiyetlere sahip arkadaşları 70 lerde toplum tarafından destek ve takdir görürken, günümüzde insanların uzaylı muamelesi görmesine sebep oluyordu...
çocuk büyüdü ve azınlık olmayı öğrendi. tüm azınlıklar gibi, aleviler, ermeniler,yahudiler,rumlar, süryaniler ve eşcinseller gibi kendini ne şekilde gizleyeceğini, gülüp geçmesi gerektiğini, sessiz kalıp nabza göre şerbet vereceği yerleri öğrendi...
ancak artık riyakarlığa dayanamıyor.
abdullah beyin 12 eylülde "çektikleri" ni biz neler çektik havasıyla anlatmasına, hukumet partisinin imaj kampanyasını, anasının, babasının, dayısının, halasının cezaevleri ve cezaevleri önlerinde, işkence hanelerde, acılarıyla harcanan hayatlarıyla cilalamasına dayanamıyor.
bu kadarda riyakarlık olmaz be kardeşim, biraz insaf, anılarımıza dokunmayın acılarımızdan nemalanmayın !
hepinize bir parça samimiyet dolu günler dilerim
kardeşiniz necip
Rutin Bağlar

Kaydol:
Kayıtlar (Atom)