27 Haziran 2011 Pazartesi

"Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim..." - 3


Ulrike, 1967 Ekim başlarında eşi Klaus Rainer Röhl’ün onu başka bir kadınla aldatmasına artık tahammül edemeyip evi terk eder. Çocuklarını da alarak Berlin’e gider. Burada, sonraki yaşamında çok önemli değişikliklere neden olacak Andreas Baader ile tanışırlar. Baader annesinin anlattığına göre ; “akıllı fakat çok tembel, hiç birşeyden korkmayan; ilgisini çekmeyen şeyleri tamamen yok sayan, aklına koyduklarını zor kullanarak da olsa elde eden” biriydi. Disiplinsiz davranışları nedeniyle sık sık okul değiştirmek zorunda kalmış, sonunda da okul hayatını erkenden bitirmek zorunda kalmıştı.

2 nisan 1968 yılında Frankfurt’ta bir alış veriş merkezi zaman ayarlı bir bomba ile kundaklandı.Andreas Baader ve sevgilisi Gudrun Enslin’inde içinde bulunduğu dört kişiyi polis ertesi gün gözaltına aldı. Muhtemelen polisin olayın faillerine bu kadar çabuk ulaşmasının arkasında , grubun aktif üyelerinden biri olan ve gruba patlayıcı, silah, molotof kokteyli gibi mühimatlar sağlayan Peter Urbach vardı. Peter Urbach aslında devlet adına çalışan ve grubu provoke eden biriydi.

Ulrike kundaklama olayıyla ilgili bir yazı kaleme aldı, eylemin suç olmasını yasanın ihlaline bağlıyordu. Oysa ihlal edilen yasa insanları değil, kapitalist toplumda insanı, monoton çalışma, reklam ve fazla üretimle kendi kendisine yabancılaştıran mülkiyeti koruyordu.. Gerçekte korunması gereken insanlar, insanlık dışı durumlarının farkına varmamaları için bu mallarla avutuluyorlardı. Yazı Fritz Teufel’in şu sözleri ile sona eriyordu : “Bir alışveriş merkezini kundaklamak, onu işletmekten her zaman daha iyidir”

Yazıp çizdiklerinin aslında hiç bir şeyi değiştirmediğini, havanda su dövmekten başka bir işe yaramadığını düşünmeye başlar. Bir makalesinde şöyle der : “Şunun veya bunun bana uymadığını söylersem, bunu protesto etmiş olurum. Direniş ise, bana uymayan şeylerin olmasına meydan vermemem demektir.” Bir toplantıda da; “Eğer bir kişi bir taş atarsa, bu ceza gerektiren bir eylem olur, eğer binlerce taş atılıyorsa bu politik bir aksiyondur. Bir araba yakılıyorsa suç olur, yüzlerce araba yakıldığında ise politik aksiyon.” Bütün bu ifadelerden Ulrike’nin artık söylemden çok eyleme önem vermeye başladığını görebiliriz.

Uzun süren mahkeme sürecinden sonra, temyiz aşamasında serbest bırakılan Baader ve sevgilisi Enslin’in cezaları 1969 yılında onandı ve cezalarını çekmek üzere teslim olmaya çağrıldılar. Fakat onların teslim olmaya niyetleri yoktu. Almanya’da henüz aranmıyor olmalarına rağmen gösterişli bir kaçış örgütleyerek Paris’e yerleştiler. Buradan telefonla sık sık Almanya’daki arkadaşları ile telefonlaşıyorlardı. Bunlardan biri de Ulrike Meinhof’du. Kaçakların her hareketi Ulrike üzerinde baskı oluşturmaya başlamış, kendisinden kuşku duymasına neden olmuştu.


1970 yılının Şubat ayında Andreas ve Gudrun Berlin’e gizli olarak geri dönmüşler ve Ulrike’nin evine yerleşmişlerdi. Diğer sol gruplar ile de işbirliği yaparak ses getiren bir eylem planlıyorlardı. Gerekli olan silahları bulması için daha önce onlara yardım eden Peter Urbach’ a gitmişler ve o da hemen resmi makamları haberdar etmişti bu görüşmeden. Polislerin bir mezarlığıa gömdüğü eski ve paslanmış silahları Baader ve diğer örgüt üyeleri ile iki gece peşpeşe gelip aramalarına rağmen Peter Urbach bir türlü bulamamıştı. Dolayısıyla muhtemel bir suçüstü baskın şansı ortadan kalkmıştı. Fakat çok geçmeden polis içinde Baader’in olduğu bir Mercedes otomobili durdurmuş ve aracın bir gece önce aşırı hızdan dolayı kayıt edildiğini söylemişti. Başkasının pasaportu ile yakalanan Baader, bazı sorulara çelişkili cevap verdiği için yakayı ele vermişti diye söylenir. Ancak bu bir aldatmaca olabilir. Devlet zaten Peter Urbach vasıtasıyla Baader ve ekibini takip edebiliyordu.

Devam edecek...

25 Haziran 2011 Cumartesi

İbo

Fotoğraf: Ara Nubaryan
Evet o bir keldi ve o bir kördü ama öldüğü için sırma saçlı, badem gözlü olmadı. O zaten dünyanın en sırma saçlısı ve en badem gözlüsüydü. Gördüklerine aslında dayanamadığı ama gördüklerine ses de çıkaramadığı için kördü ama o yine de bizim badem gözlümüzdü. Güzel bakar, çok da güzel gülerdi. Abilerine hiç sesini yükselt(e)medi. Sessiz sedasız çekip gitmeyi bildi her seferinde. Onun yerine sesimizi biz yükselttik ve kötü çocuklar hep biz olduk ama dert etmedik, onu da anlamaya çalıştık. Anladık da. Gazetede işler kötüye giderken -ki hiç iyiye gitmedi ya- onu çağırırdık odaya. "İbrahim Abi bize güzel şeyler söyle" derdik. O her seferinde çok güzel şeyler söylerdi. Dibe vurduğumuz zamanlarda bile güzel şeyler söyledi. Ona hiç inanmadık ama ona çok inandık. O da kendine hiç inanmadığı halde kendine ve bize çok inandığı için inandık biraz da. Ona çok inandığımız için adımız "İbocu"ya çıktı, hiç de itiraz etmedik ve açık açık söyledik "Evet biz İbocuyuz kardeşim" İbo doğruydu çünkü. Yalandı ama en doğru da oydu. Murat Çelikkancılar sonra Murat Örenci oldu. Sonra Ahmet Tulgarcı, sonra İbrahim Aydıncı... Aynı isimler 'rüzgâr nereden eserse'ci olup her daim erk'e tapmayı görev bilirken hep kaybeden(!) olduğu için kimsenin gözü yemedi "İbocu" olmaya. İbo hep kaybetti ya da kaybetmiş sayıldı. Tabii İbo kaybedince biz de kaybetmiş sayıldık. Çelikkan'a karşı, Tulgar'a karşı hatta Kader'e karşı bile hep kaybetti İbo. Ama yine de hep İbo kazandı. Şimdi ne Çelikkan var ne Kader var ne Tulgar ne Aydın ne de diğerleri var ama İbo hâlâ var. Toprağın altına da girse, çürüyüp gitse de iki ay içinde, kemikleri de kalsa böceklerin yiyemediği, İbo hep olacak. 2006'nın haziranında kapıdan girip de "ben gazeteci olmak istiyorum" dediğimde "hadi ol" diyen de İbo'ydu. Beni gazeteci yaparak bütün bu dertlere salan da... Şimdi parasızlıktan, işsizlikten sektör değiştirdiğim için ama iyi kötü evimi de geçindirdiğim halde hâlâ vicdan azabı çekiyorsam ve vicdan azabı çektiğim için "ulan bizden hâlâ insan olur" deyip çektiğim azaptan zevk alıyorsam bu da İbo'nun sayesindedir biraz da. Hey gidi İbo Abi, Sen çok yaşa!

23 Haziran 2011 Perşembe

Kim attı kral attı

NTV'deki Haydi Gel Bizimle Ol adlı programın dört kadınından biri de Aysun Kayacı'ydı. Bilgi birikim olarak diğer üç kadından çok gerilerde olduğu için "bile" lafını kullanacağım istemeye istemeye de olsa, yanlış anlaşılmasın. Beğeniriz beğenmeyiz, o Aysun Kayacı bile, programa gelen konuklara göre dersini çalışırdı önceden. Haa çok çiğ dururdu, iki kitabı ya da google'ı hızlı hızlı karıştırdığı belli olurdu ama yine de muhabbetten geri kalmamak için, belki geri kalıp da ezilmemek için, hatta belki de kanal onu buna zorladığı için program öncesi dersini çalışırdı. Günahını almayalım. Biz onu magazinel yönüyle bildik, tanıdık hep. Belki gerçekten merak ediyor, okuyor, araştıyordu, bilemem.

Gelelim asıl mevzuya. Halkının oylarıyla milletvekili olan Hakan Şükür'e Hatip Dicle meselesi konusunda görüşleri soruluyor. Kral Hakan ne dese beğenirsiniz? "Gündemi takip edemedim. Bunun değerlendirmesini tecrübeli büyüklerimiz, bakanlarımız yapıyordur."

Bu yanıtı veren, bu ülkenin bir milletvekilidir, dikkatinizi çekerim. Kendisini Beşiktaşlılığımdan dolayı da sevmezdim, önemli değil, okyanus ötesi kafası nedeniyle de sevmem. Onu da geçelim. Kendisine oy vermişliğim de yoktur. Ama ben bile onun adına utandım. İnsan çıkar hiç olmazsa demokrasi der, halk iradesi der, televizyondan duyduğu iki lafı geveler, hadi "beter olsun" de, ona da razıyım.

Hakan Şükür'ün mecliste olduğu bu ülkede Hatip Dicle içerde. Alın size demokrasi, seçme seçilme hakkı.

İsmail Abi ile Dede


- Sanki... Böyle... Buram acıyo gibi haa. Buram sanki... Sanki buram çok acıyo gibi oldu şimdi... Bu acı geçiyo mu?

- Evlat... Bak, hayat zaten acılarla dolu. Yani, tatlı tarafları da var ama yani... Hayat genelde acı. Ama bu acıları yaşamak gerekiyo. Aslında bu acıları yaşadığın zaman sen güçlü oluyosun.

- Ama ben güçlü olmak istemiyom ki. Ben Şekerpare'yi istiyom...

Garip Bir Düşünce Biçimi




Anadolu-Türk sentezi tıpkı Türk-İslam sentezi gibi bir tür dünyayı yanlış algılama biçimiydi. Zaten geçmişe yönelik sentezlerde hep bir yanlış algılama söz konusu değil midir? Öyledir elbette. Sonuçta yaşanmamış bir algıyı tahmin etmek ya da yorumlamak, ya da "bu böyle olmalıydı başka açıklaması yok" türünden yeniden üretmektir geçmişe dair kurmacalar. Peki neydi bu Anadolu-Türk sentezi?

Türk-İslam sentezi nasıl muğlak bir Türk milliyetçiliği ile İslamiyeti birbirine eklemleme çabasıysa Anadolu-Türk sentezi de özünde hümanizm sosuyla yoğrulmuş coğrafya temelli olduğunu iddia eden fakat çok küçük püf noktalarıyla Türk milliyetçiliğinin ya da inkarcılığının bir yansımasıydı. Türk-İslam sentezinin vulgar görüntüsüyle karşılaştırıldığında yanıltıcı olarak akla daha uygun gelmesi ve bir takım Kemalist aydınlar tarafından cilalanması sonucunda elbette daha insani bir doktrin olarak göze çarpıyordu. Sonuçta Kemalizm İslamiyeti bir şekilde terbiye etme amacını taşıdığından coğrafya temelli hümanist bir ideolojiyi kitlelere şırınga etmek için sol ya da hümanist aydınların desteği şarttı.

Klasik arkeolojiye yakınlık duyan Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı, Vedat Günyol ve Sabahattin Eyüpoğlu gibi aydınların 1940'larda ortaya attığı bu teze göre insanlar hümanizmin ışığında Anadolu coğrafyasının tüm uygarlıklarını kucaklamalıydı. Homeros, Heraklitos, Thales, Herodot gibi antik düşünürler, tarihçiler madem ki Anadolu topraklarından çıkmışlardı o zaman bizim (Türklerin) geçmişimizi de temsil edebilirlerdi. Yani Hititler, Lidyalılar, Likyalılar, Romalılar tıpkı Selçuklu ve Osmanlı gibi bizi şekillendiren unsurlardı. Kulağa ne hoş geliyor değil mi? Sünni İslamın boğuculuğuna ve taşralılığına artı muğlak bir Orta-Asya uydurukçuluğuna nazaran pek tercih edilesiydi. (hak veriyorum) Üstelik kanıtları da ortalık yerde duruyordu. Anadolu antik harabelerle doluydu. Ve bu antik geçmiş bizi üyesi olmak istediğimiz Avrupa uygarlığına rahatça götürebilirdi. Tıpkı 1800'lerin kıta Yunanistan'ı gibi. Onların Platon'u, Aristo'su varsa bizim de Heraklitos'umuz, Thales'imiz vardı. Onların Achileus'u varsa bizim de Hektor'umuz vardı. Ancak...

Ancak evet ancak, bu ideoloji Kemalizm'in bir ürünü olduğu için baştan ölü doğmuştu. Kemalizm diyordu ki, "Achileus işgalciydi, Hektor vatanını savunuyordu. Ey köylü Memet sen Hektor'un torunusun, Ey İzmir'i ve Batı Anadolu'yu işgal etmiş Yorgo sen de Achileus'un torunu" Ancak unutulan ya da kasten göz ardı edilen bir şey vardı. Sonuçta kıta Yunanistan'ı ile Batı Anadolu'dakiler (en azından sahil kesimindekiler) aynı dili Grekçeyi konuşuyordu. Ve bu ideolojinin savunucuları bundan hiç bahsetmiyordu. Heraklitos ve Anaksimenes sanki Yunanca konuşmuyorlardı. Antik çağlardan beri ana kara Yunanitan'ı ile Batı Anadolu'daki Yunanlılar arasında bir çelişki varmış gibi gösteriliyordu. Sonuçta Anadolu'da yaşayan Türkmen ile Orta-Asyadaki Moğollar arasında akrabalık kurmaya çalışan Turancıların bütünleştirici tarafı bu ideolojinin savunucularında yok idi. Elbette böyle bir zayıf temele sahip bir tür coğrafya milliyetçiliği olan bu garip ideolojinin ömrü de uzun olmadı. Ancak yan etkileri de etnik tartışmalarda yansımalarını buldu. Sümerlerin dil bakımından Hint-Avrupa kökenli olmadığı neticesinden bunların Ural-Altay dil grubuna mensup Proto-Türk olabileceği üzerine uzun uzun makaleler yazıldı. 2000'li yıllarda yükselen Kürt milliyetçiliği bunu apartıp Sümerler ve Hititler aslında Kürttür demeye getirdi. Bir bakıma milliyetçi tarih bakışının üvey evladı olan coğrafyacı milliyetçilik de bir tür geçmiş inşa etme çabalarına dahildi ama mecrasını bulamamıştı.

Zaman zaman Batı Anadolu'dakilerin kıta Yunanistan'ında yaşayanlardan farklı olduğunu iddia eden bu görüşün savunucuları, kimi zaman komik bir biçimde Yunanca isimlerin ardındaki es, os gibi takıları kaldırma ihtiyacı duydular. Homeros oldu Homer, Herodotus oldu Herodot. (Hatta ansiklopedilerde Roma İmparatoru Marcus Aurelius, Marc Orel gibi avrupai şekilde yazıldı.) 1930'larda soyadı kanunu çıktığında yasaklanan ve bir tür aidiyet ifade eden “yan, of, ef, viç, iç, is, dil, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin” gibi eklerin yasaklanması gibi insanları kendi geçmişlerinden ya da sahip oldukları etnik, dini değerlerden soyutlayıp bir tür kurgusallığı dayatmanın nazikçe üslubuydu yapılanlar.

Bir ulus inşa ederken ne gibi gariplikler yaşanıyor değil mi? Duyduklarımız ve Nacaras gibi yazarların kitaplarından öğrendiğimize göre geçmiş yüzyılda Yunan ana karasında Attika bölgesinde, Çamurya'da Arnavutlara ve kuzeyde Makedonyalılara, "Siz aslında Helensiniz, zamanla köklerinizden uzaklaşmışsınız size tekrar Helen olduğunuzu hatırlatacağız, dış güçlerin kışkırtmasına gelmeyin) diyenleri de umarım başka bir arkadaşımız ayrıntıyla anlatabilir.

Dün, bugün, yarın...







22 Haziran 2011 Çarşamba

Mektup iyidir

Ahmet Şık ve Nedim Şener'in mektup adresi: Silivri 2 No'lu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu B-9 Üst Koğuş Silivri-İstanbul.

Sincik

Adıyaman'ın 20 yıl önceki köyü ve o zamandan bu yana ilçesi Sincik. Hastanesi yok, adliyesi yok, herhangi bir banka şubesi yok, içme suyu yetersiz. Adli işler ve memur maaşları için diğer ilçe olan Kahta'ya gidiliyor. Hastalık durumunda ise daha yakın olan Malatya'ya. Ama Malatya'ya giden yolda da asfalt yok.

12 Haziran 2011 Sincik seçim sonucu: AKP: %91,5. Bu sonuç son seçimin rekor oranını ifade ediyor. Yani aynı sudan içemedikleri gibi aynı yoldan da geçemiyorlar ama farketmiyor ve çıkan sonuç böyle.

Şakaydı... gerçek oldu!

21 Haziran 2011 Salı

"Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim..." - 2

1950 yılına gelindiğinde, kanser teşhisi nedeniyle ameliyat olan annesini de kaybeder Ulrike. Tam da burada insanın aklına Emile Cioran’ın şu sözü geliyor : “İnsanın başına gelebilecek en kötü şey ‘doğmuş olmaktır’, çünkü insan doğduğu andan itibaren her şeyini yitirmiştir.” Henüz 16 yaşında olan Ulrike bir bakıma her şeyini yitirmiştir. Artık ona ve ablasına kol kanat gerecek kişi Renate Riemeck’tir. Ulrike, manevi annesini bir çok bakımdan kendine örnek alacaktır.
1950 li yıllarda Almanya’nın NATO’ya alınması tartışmaları, geniş halk kesimleri arasında protestolara neden olmaktaydı. Dünya savaşının yol açtığı felaketten, Almanya’nın bir daha asla savaş çıkarmasına meydan verilmemesi gerektiği dersini çıkaranlar, “biz yokuz” hareketi gibi topluklar oluşturarak protesto gösterileri düzenlemeye başlamışlardı. Mayıs 1952’de göstericilerden demiryolu işçisi Philip Müller, polis tarafından öldürüldü. “Nefsi müdafaa” yaptıklarını söyleyen polisler ceza almadılar. Bir bakıma olayların başlamasında önemli bir yere sahiptir, Philip Müller ’in öldürülmesi.


1950’li yılların sonuna doğru Ulrike, sol bir dergi olan Konkret’te yazmaya başlar. Derginin yöneticisi Klaus Rainer Röhl ile yakınlaşmaya başlamıştır artık ve daha önce gizlice nişanlandığı Röhl ile 1961 yılında evlenirler. Dergide yoğun şekilde yazmaya devam eden Ulrike, dönemin bazı siyasileri ile de yazdıkları nedeniyle mahkemelik olacak ve onlara tazminat ödemek zorunda kalacaktır. Ancak bu davalar onun artık tüm Almanya’da tanınmasına vesile olmuştur. Artık derginin şef redaktörü olmuştur. Bir süre sonra Ulrike hamile kalır. Başlangıçta normal bir hamilelik geçirirken ilerleyen zamanda şiddetli baş ağrıları ve görme bozuklukları ortaya çıkar. Yapılan tetkiklerde beyninde bir ur olduğu ve büyümeye devam ettiği anlaşılır. Hamilelik sırasında bir operasyon mümkün olamadığından, bebeklerini doğuruncaya kadar acılara ve ağrılara razı olur. Ağrıları giderek şiddetlenmesine rağmen, bebek nedeniyle çok hafif ilaçlarla geçiştirilmeye çalışılır. 1962 yılında sezeryanla iki kız çocuğu dünyaya getirir. Doğumdan bir ay sonra ameliyat edilen Ulrike’nin beynindeki yumru gümüş kıskaçlar içine alınarak büyümesi engellenebilmişti.
Çok sonraları polis tarafından yakalandığında, onun Ulrike olup olmadığını anlayabilmek için kafa röntgeni çekilecek ve bu gümüş kıskaçlar sayesinde emin olacaklardır. Ulrike yeraltına geçtikten ve kaçak yaşamaya başladıktan sonra çok zayıflamış, çökmüş bir haldeydi.

Çok bilinen, çok tanınan bir yazar olmasına ve iyi paralar da kazanmasına rağmen, Ulrike yaşamından memnun değildir. Partilerde, toplantılarda elinde şampanya kadehi ile Amerikan ve Alman güçlerine karşı çıkan, şık giysiler içindeki Ulrike’den başka bir Ulrike daha vardı. Unutulmuş ve kenara itilmiş insanların haberini yapmak istiyordu. Bunun için Yunanlı yabancı işçilerin barakalarına ve ağzına kadar dolu kimsesiz çocuk yurtlarına gidiyor, bu adaletsizlikleri hiç bir şekilde kabul edemiyordu. Sık sık “bir şey yapmalı!” diyordu ve ardından da “peki biz ne yapıyoruz” diye soruyordu. Sadece kendi ülkesindeki ezilmiş, en alttaki insanlarla ilgilenmiyor, Vietnam’da Amerikan bombaları altında can veren binlerce insanı, İran’da Şah yönetimi altında perişan olan İranların haklarını da savunmaya çalışıyordu.

2 Haziran 1967’de İran Şahı’nın Almanya’yı ziyaretinden önce, Şah’ın eşi Farah’a hitaben şöyle bir mektup yayınlamıştı Konkret’te:

“İyi günler Bayan Pehlevi, size yazma fikri, Neue Revüe’nün 7 ve 14 Mayıs tarihli sayılarında yayınlanan hayatınızı anlattığınız yazılar nedeniyle ortaya çıktı. Bu yazıları okurken, sizin İran hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığınız izlenimini edindik... Şöyle diyorsunuz ‘İran’da yazın çok sıcak olduğu için İranlıların çoğunluğu gibi ben de ailemle İran’ın Rivierası olan Hazar Denizi’ne giderim’. ‘İranlıların çoğu gibi’ - biraz abartılı değil mi? Örneğin Belucistan ve Mehran’da İranlıların çoğu, -%80’i- kalıtsal frengi hastalığından mustarip. İranlıların çoğunluğunu, yıllık geliri 100 dolardan az olan köylüler oluşturuyor. İranlı kadınların çoğunun iki çocuğundan biri ölüyor. 14 saat boyunca halı dokuyan çocuklar - onlar da mı yazın Hazar Denizi’ne gidiyorlar, çoğunluğu yani?”

2 Haziran’da Berlin’e gelen İran Şahı’nı protesto eden öğrencilerin üzerine, şahın özel korumaları saldırır ve polis de protesto eden öğrencilere çok sert davranır. Hatta göstericilerden Benno Ohnesorg, kendisinden geçinceye kadar polisler tarafından dövülür ve polis memurlarının birinin silahından çıkan kurşunla başından vurularak öldürülür.
(devam edecek)

18 Haziran 2011 Cumartesi

We want sex-equality

Daha önce hakkında birkaç kelam etmeye çalıştığımız film 24 Haziran'da gösterime giriyormuş. Filmin gişe yapması için orijinal adından Türkçeye bazen fazla komik kaçan çeviriler yapıldığına daha önce defalarca şahit olduk ama filmin orijinal adının da değiştirildiğini ben ilk kez

görüyorum. Neyse, "yaz günü sinemaya mı gidilir?" demeyenler için alternatiften öte, hele hele bu yoklukta kaçırılmaması gereken bir film.

Filmin fragmanı

5'te 5





17 Haziran 2011 Cuma

16 Haziran 2011 Perşembe

Ooooohh yandannn...


Dünyanın her yerinde konserler veriyorlar biliyorum da; bu adamın -ve grubunun elbette- müziğine; ilk trompet notalarıyla birlikte tempo tutup, gerdan kırmaya başlayarak tepki veren başka izleyici var mıdır, onu merak ediyorum.

Sırpça türkü çığırıp, saksafonla klarnet nağmeleri attırdılar iki gün önce, Açıkhava'daki bilmem kaç bin kişi çoook çok yorgun döndü evine o gece.

"Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim..."

Sözcükler yaşamın üzerine titrediğimiz anlarının gizemini korur mu? Böyle şiirsel bir düzen oluşturulabilir mi? İnsan kibir ve küstahlığından vazgeçer mi? Sömürü, talan biter mi? Bilmiyorum. Ancak mücadelenin sürüp gideceğini umuyorum. Yaşamın zenginliği ve şeylerin yazgısı bizim izleyeceğimiz yola bağlıdır. Şeylerin ne olduğu, kendilerini ne yolla açacakları, kısacası yazgıları bizim yaşam savaşımızda açığa çıkacaktır. Derindeki savaşı bizim yaşama sevincimiz ve tutkumuz yönlendirecektir. Yeryüzünde soluk bir ışığın ve buna eşlik edecek umutsuzluğun sürmemesi için, aptal ve şaşkın, güdülenen doğamızı terkedip derindeki savaş için kolları sıvamalıyız. (E.R.Turan. Doğubatı. Sayı 48)

Ara Nubaryan’ın “Sizi kastetmemiştik” yazısından cesaret alarak Alois Prinz’in “Ulrike Meinhof” (Versus Yayınları 2008) kitabının geniiiiş bir özeti niteliğinde bir Ulrike Meinhof biyografisi ve kitap tanıtımı yapmayı deneyeceğim.... Umarım başarabilirim :)

7 ekim 1934 yılında doğmuş Ulrike Meinhof, Hitler Almanyasında. İkinci dünya savaşının en civcivli zamanlarında çocuk olmak elbet zor olmalı. Bir de daha beşbuçuk yaşında iken babasının pankreas kanserinden dolayı ölmesi eklenince, onun hayatındaki zorlukların ne kadar erken başladığını görebilmek mümkün. Dul kalan annesi lise eğitiminden sonra, üniversiteye devam etmediğinden, doğru dürüst bir iş bulamaz. Kocası her ne kadar Jena Belediye Müzesi’nde çalışmış olsa da, devlet memuru olarak değil de, sözleşmeli personel olarak çalışıtırıldığından, devlet memurlarına bağlanan maaştan faydalanamaz annesi. (ne kadar da benziyor bizim memlekete)

1940 yılında annesi, bir takım yardımlarla birlikte üniversiteye devam eder. O günlerde, Ulrike’nin hayatına bir genç kız girer, Renate Riemeck. Annesi ile aynı üniversiteye devam eden Renate’nin çok etkisi olacaktır, Ulrike’nin yaşamında.

Mahalledeki çocuklar arasında herkesin “bubi” dediği, itilip kakılan, alay konusu olan biri vardır, onu sadece Ulrike korur. Günün birinde Renate Riemeck’e şöyle der : ”Sanırım ben Bubi’yle evlenmek zorunda kalacağım, çünkü bana çok ihtiyacı var”

Duyarlı insanlar başkalarından daha önce mi haksızlıkların farkına varıyordu? Onlar başkalarından daha çok mu acı çekiyordu? Başkaldıranlar daha çok yumuşak kalpli insanlar arasından mı çıkıyordu? Ulrike’nin bir arkadaşının şiir defterine yazdığı şu sözler sanki onun yaşam felsefesini özetler : “Eğer çok üzgünsen, insanlar için iyi bir şey yap, kendini çok daha iyi hissedeceksin.” İnsanlar için iyi bir şey yapabilmenin olanakları gittikçe azaldığında ise şöyle diyecekti : “Üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim”

Okul dönemlerinde hatırı sayılır miktarda dini eğitim görmüş, bir süre katolik kız okulunda rahibelerden de dersler almıştı. Dini bakımdan muhafazakar denilecek düzeyde inançlarına bağlı biriydi ve inancı her türlü şiddeti yasaklıyordu. Çok ileride, 1962 yılında şu satırları yazacaktı; “Kurşun atarak dünyayı değiştirmek olanaksız, bu yolla onu sadece yok edebilirsiniz”

(devam edecek...)

"Bloguma dokunma" derken sizi kastetmemiştik


Sevgili blog yazarları ve okurları,
İlk önce okurları,
Blogumuza, yazarlarımız tarafından her gün en az üç tane girilmesi gereken bilimsel makaleler, tezler ve bilimum dünyanın en önemli yazıları, ölümsüzlüğün sırları ve her canlının aslında ölümü nasıl tatmayacağına dair gerekli bilgiler bir süredir girilmediği için ekip adına özür dilerim.
Şimdi yazarlar,
“Ben geyik yapmam arkadaş, ille de çok önemli şeyler yazarım, yazdığım şeyin edebi değer taşımasına önem veririm, kimseyi ilgilendirmeyen bakkalım Halil Amca ile ilgili bir detaydan kime ne, ben ki sosyoloji psikoloji mimarık fizik edebiyat işletme okumuş adamım, yazdım mı en az lisans tezi tadında yazmayacaksam hiç yazmam kardeşim” düşüncesi sonucu bloga iki satır kelam etmeyip de blogu sahipsiz bırakma tavrınız nedeniyle hepinizin bu tavrını yürekten kutlar, hepinizi tebrik ederim. Keşke basının köşe taşlarını tutmuş isimler de sizin gibi olsa, ne güzel, hiç köşe yazısı olmazdı gazetelerde.

Merak

Irak ve Afganistan işgalinden eve dönen askerler için de "askerlik asıl şimdi başlıyor" mudur? Eğer öyleyse vay o ABD halkının haline.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Puşta Bel Bağlama

Erzurum bucağında
Şal kara şalvar kara
Od yanar ocağında

Şal yüzün dönmüş
Vurgun vurmuş
Civan ölmüş
Puşta bel bağlama

Ocak yandı kül oldu
En yaman çağımızda

Şal yüzün dönmüş
Vurgun vurmuş
Civan ölmüş
Puşta bel bağlama

Evleri karşımızda
Sevda var başımızda

Şal yüzün dönmüş
Vurgun vurmuş
Civan ölmüş
Puşta bel bağlama

Bu nasıl zalim dünya
Gencecik yaşımızda

Şal yüzün dönmüş
Vurgun vurmuş
Civan ölmüş
Puşta bel bağlama

Erzurum'da bağ olmaz
Kara üzüm ağ olmaz

Şal yüzün dönmüş
Vurgun vurmuş
Civan ölmüş
Puşta bel bağlama

Muhanneti sevenin
Yüreğinde yağ olmaz

Şal yüzün dönmüş
Vurgun vurmuş
Civan ölmüş
Puşta bel bağlama

Bu dağda aslan yatar
Zalıma mermi atar

Şal yüzün dönmüş
Vurgun vurmuş
Civan ölmüş
Puşta bel bağlama

Öldü diyen halt etmiş
Dağlarda martin tutar

Şal yüzün dönmüş
Vurgun vurmuş
Civan ölmüş
Puşta bel bağlama

Derleyen: Turhan Alıcı
Söz: Anonim 
Yöre: Erzurum
Kaynak: Ömer Polat

10 Haziran 2011 Cuma

Mahsun İbo İzzet Alişan Özcan, lafım sana

Kürt
Rum
Ermeni
LGBT
Solcu
Sosyalist
Liberal
Dinci
Dindar
Türbanlı
Mini etekli
Kadın
Vicdani Redci
Gassaraylı
Çarşıcı
Genç Fenerbahçeli
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Tahammül edilemeyen yurttaşların, kendilerine tahammül etmeyenlere aynı tahammülsüzlükle karşılık vermelerini kabul etmiyorum ve yaptıklarını meşrulaştırma çabalarını yemiyorum. Bir yandan "barış, empati, tahammül" deyip diğer taraftan "bana dokunmayan savaş bin yaşasın" kafası hâkim bu ülkede. Hani barış herkese lazımdı? "Savaşa karşı savaş" diyenlere lafım yok, o yolu doğru ya da yanlış buluruz, tartışılır. En azından tutarlıdır kendi içinde; ama barış için savaşanlar değil de barış deyip savaşanları acilen savaş ya da ateşkes cephesinden birine çağrıyorum. Diğer türlüsü için 'kaypaklık'tan başlayıp söylenebilecek yüzlerce sözcük var, seç beğen al.

***

Tahammül etmek: dayanmak, katlanmak, kaldırmak (TDK)

Bir de bu tahammül lafının çağrışımları arasında bir kendini zorlama, aslında içine sindirememe durumu var ya; bu lafı kullanmak -yukarıdaki konuyla ilgili- pek de doğru gelmiyor bana. Özümsemek, özümlemek, içselleştirmek daha doğru değil mi? Tahammül ettiğimiz şeye karşı her zaman bir patlama olasılığımız vardır ama özümsenince durum farklıdır ya hani. Yoksa biz özümsemekten çoktan ümidi kestik de "bari tahammül edelim" noktasına mı geldik?

***

NOT: lafım; namaz kılıp maçta adam bıçaklayan kardeşi türbanlı çevreciye,
mini etekli kadına orospu diyen liberal Ermeni'ye,
"sensin lan ibne" diyen vicdani redci eşcinsele,
sana bana hepimize.

9 Haziran 2011 Perşembe

Büyük Anadolu Yürüyüşü ve Sudaki Suretler


5 Haziran 2011, Gölbaşı (Fotoğraf: Cemal Mutlu)

Geçen haftasonu Gölbaşı'nda bir avuçtuk. İlk geldiklerinde yürüyüşçüleri ordan oraya güderken polis çok kalabakmış. Haftasonu onlar da çok azdı. Polis bile umursamadı yani, ne geleni ne gideni. Artık durumu siz düşünün. Sabahtan gelmişlerin sayısı belliydi ya, bir umut işte. Öğlen için iki dev kazanda nohutlu bulgur pişirmişlerdi. "Biz" geleceğiz diye. Bir tencerenin çeyreğini bile yiyecek adam yoktu ortada. Ziyan oldu.

İlkin "Kervan" adıyla kimisi bir kişi kimisi üç beş kişi 40 gün boyunca Ankara'ya yürüyen o insanlar anlattılar. İşin garip tarafı her sözü alan öncelikle ve öncelikle hepimize çok dargın olduğunu söyledi. Toroslardan, Rize'den, Kastamonu'dan, Foça'dan, İzmir'den gelen ve tek tek konuşan herkes... Onları ne kadar desteksiz ve bir başına bıraktıklarımızı söyledi. Pervin Ana, o gün Açık Radyo'ya "Gelenler de kendilerini mutlu etmek için geldiler. Destek verecekler olsalardı başından beri bizim yanımızda yürürlerdi" dedi. Yürüyüşçülerin hepsi gelen bir avuç destekçiye yine de teşekkür etti de biri "Teşekkür etmek isterdim size burada ama..." dedi ve yere baktı, daha da konuşamadı.


"İnsanlar suya sabuna dokunmadan doğa korunsun istiyor. Böyle korunmaz doğa."
"Ben hazır tüketime alışık değilim. O paketli gıdalar, hazır ekmekler beni çok bunalttı. Ruhumu sıktı."
"Ateşi yakıp başında düşünmek lazım. O alev alev yanan çıngıların sesini dinlemek duymak lazım. O nerden geldiği belli olmayan o gazın başına oturup da içilen çayı bile tadı yok."


Yürüyüşçülerin üzüntüsünü ve kırgınlıklarını oraya gelenlerin azlığına vurup anladığımı sanıyordum, ama bana garip gelen kendi vadilerinde ve dağlarında verdikleri mücadeleyi anlatmadan, bize sadece ve sadece sitemlerini iletmeleriydi. Açıkcası, onların dedikleri ve demediklerine dair jeton bende dün "Sudaki Suretler" belgesel filmini izledikten sonra düştü.

"Şantiye kurduk. Onlardan evvel buraya yerleştik... Burası direniş yeri. Nöbet tutuluyor. Herkes sevdiği saydığı arkadaşlarıyla beraber. İyaşe kaynıyor. Sabah çayımızı, kahvaltımızı ederiz. Burada öyle bir tatlı sohbet oldu ki. İnsanlar birbirleriyle kaynaştı. Bunun nöbet şeyinin amacı aşağıya bildirmek. Aşağıda da işaret olarak davul çaldığı zaman herkes arabasına biner buraya toplanır. Bir gecede 2 bin kişi 3 bin kişi olduğu çok oldu."

Büyük Anadolu Yürüyüşü'nün haftasonu Gölbaşı toplanması tam bir moral bozukluğu ve yitip giden, böyle devam ederse de toptan gitmesi garanti, doğa ve derelere üzülmekle geçti. Belgesel film ise o gün gölbaşında gördüğümüz insanların (evet, filmdekilerden bir kaçı aynı zamanda Gölbaşı'na bizim de desteğimizi almak için yürümüş gelmiş yürüyüşçülerdi) kendi bölgelerinde nasıl bir "Kurtuluş Savaşı" verdiklerinin, kesinlikle abartmıyorum destansı bir anlatımıydı. Gece ve gündüz vardiyalarla ormanlarında, derelerinde ve vadilerinde devlet ve şirket "eşkıya"sına karşı nöbet tutan köylüler vardı. Onlar ki mahkeme kararlarına rağmen laf dinlemeyen müteahhitilere ve mühendislere en münasip dille karşılık verdiler. İşte o zaman bize o gün orada tam anlatamadıklarını (veya bizim kavrayamadığımızı) hem kendi dillerinden, yüreklerinden dinlemiş olduk; hem de taşlarla sopalarla direnişlerine kayıtlardan birebir şahit olduk.

"Çalışma yok bizde. Doğamız olduğu gibi duruyor. Bölgemiz olduğu gibi kaldı. Sahip çıktık, evimize suyumuza... 600 haneli 2 bin nüfuslu Sülekler köyü (Korkuteli-Antalya) tek yumruk oldu. 'Canımızı veririz, suyumuzu vermeyiz', dediler. Birliktelikle bu işi buraya getirdik..."

"Mutahit sanki burasıni bi harptan almış gibi, o gözle gördu. Yoldan geçerken selam bile vermedi. Çayumuzi eşti, kireç dökmüştü. Devamlı mahkemeyle, jandarmayla uğraştık... Zopa kullandık yani anlayacağan. Türkçesi..."

Hukukî açıdan anladık ki değiştirilen kanunlar, inşaaya zaman kazandırmak için binası ordan oraya taşınan adli birimler, her şey ama her şey daha büyük bir kıyımın ve doğa katlinin habercisi olacak. Bugün adına "hukuk" dediğimiz şey evrensel ve bir arada insani bir şekilde yaşamamız için konulmuş genel-geçer kurallar değil. Tamamen hükümetin mevcut konjonktürüne ve kendisine yakın-uzak şirketlerin işlerine devam etmesi için yazılıp bozulan bir yamalı bohça. Hukukun yakın vakitteki haliyle, gönüllü avukatların günde 4 saat uyuyarak "uygulanmayan" durdurma kararları aldırmışlardı. İşlerin hukuki süreci için zamanını veren 18 avukattan bir tanesi artık önümüzdeki bir sene içerisinde böyle kararların alınmasının bile mümkün olamayacağını ayan beyan anlattı. Bütün detaylarıyla, tam bir saat boyunca.

"Şirket sahibi açıklama yapmak istedi ama, 'Ben cebimi düşünürüm. Menfaatimi düşünürüm. Kimseyi düşünmem. Sizin suyunuz bitiyomuş mitiyomuş beni ırgalamaz. Ben cebimi düşünürüm.' dedi. Elini böyle cebine vura vura anlattı meydanda. Halk da dert etti. Kesinlikle olmaz dediler. Hatta dövceklerdi, ellerinden zor aldık. Gönderdik."

Bunun yanında,
1. Enerji konusunda donanımlı bir insan, köşeyazarı, araştırmacı Özgür Gürbüz
  • Avrupa'nın nasıl nükleer işinden adım adım çekilmeye başladığını;
  • Güneş, rüzgar ve jeotermal kaynaklar açısından Avrupa ülkelerinden kat-be-kat zengin olan Türkiye'nin, hükümetin yerli ve yabancı işletmecilere HES'ler, nükleer ve termik santral işletme/ kurma sözü ve teminatları yüzünden bunlara asla yanaşmadığını;
  • Söylemde bile güneş, rüzgar ve jeotermali dilimize "alternatif" olarak sokup nükleere alternatif demeyenlere, "Sensin Alternatif!" dediğini anlattı.
Özetle oradaki herkese bunu çok iyi aktarabildi. Kendisinin medyada yayımlattığı o güzel ve bilgilendirici yazılarını topluca incelemek için: http://ozgurgurbuz.blogspot.com/

"Aha yirmi tene, otuz tene böyle sopa yonttik. Sakliyruk. Hepisine... Gelene bi sopa. Bu suyi, hangi anasini avraduni satturmayun bana... Kimseye vermeyiz! Suyumuz na burdan akacak ha boyle. Anladunuz mi?!"

2. Eski Ziraat Mühendisleri Odası başkanı ve CHP Ankara Milletvekili adayı Gökhan Günaydın tarım ve hayvancılığın geldiği, etrafmızdaki gıdanın pahalılığı ve lezzetsizliğinden anlayabileceğimiz, inanılmaz noktayı rakamlarla ve örneklerle anlattı. Gölbaşı'ndan değil ama ertesi gün bir kanalda anlattığı Kalecikli ve Karacabeyli iki köylüyle yaşadığı hadiseleri detaylarını hatırayabildiğim kadarıyla aktarayım:
  • Kalecik'e bağlı bir köye gitmiş. Köy kahvesinde muhabbet edilirken kahvedekilerden biri mağrur bir şekilde, "Beyim bunların hepsi bu sene tarlalarını tapanlarını satmak zorunda kaldı. Ben ise hiç bir şeyimi kaybetmedim", demiş. O niye, diye sormuş bizimki cevabını da almış: "Tüm köyde bu sene tarlasına hiç bir şey ekmeyen bir ben varım. Boş bıraktım. Benim haricimde sulama, mazot, tohum masrafından ve verilen düşük fiyattan dolayı herkes zarar etti. Sonra hpsi kendi tarlalarını satmak zorunda kaldı."
  • Karacabey'e bağlı bir köye gitmiş. Hayvancılık yapan bir köylü, "Ne zaman ahıra girsem hayvan bana ben hayvana, hasımmışız gibi ters ters bakışıyoruz. Düşük süt fiyatlarından maliyeti azaltmak için yemi ya çok az ya da en kötü olanından verebiliyorum. Bir mezbahaya götürüp versem ben ortada kalacağım için gönderemiyorum da. Birbirimizden nefret ederek yaşamak zorunda kalıyoruz."

"O nası geçer burdan. Geçemez asla. Valla da billahi de yakarım arabalarını!"

3. Bartın Platformu'nun eşbaşkanı destek ve motivasyon adına Bartın'da kurulmaya çalışılan Termik Santrala yıllardır nasıl direndiklerini anlattı. Bunları anlatırken, memleketinin güzelliğini savunabilmiş ve onu üç-beş rantçıya kurban vermemiş bir adamın huzuru ve mutluluğu vardı yüzünde.

"Biz derelerumuzi verduk mi, burda daha hiç bi yeşulluk görmezuk. Bi ihtiyacumuzi göremezuk. Biz bu dereden geçiniyik. Odunumuzi, hayvanumuzi... Çayumuz var. Onunlan geçiniyik. Derede baluk tutayiriz, onu yiyeyiriz. Ne belieyim, okkadar bize lazum bir deremuz var ki... Belki de bombarduman ederdum onlar gelseler bi şeyler kursalar."

Günün sonunda, ülkenin kırsalında ve doğasında yaşanan katliamı anlamak için "şehirli" olmanın yettiğini anladım. Şehirlinin ne kadar bîhaberse köylü de o kadar bîçare aklıyor, bunu da anladım. Gölbaşında bize olan dargınlıklarına hak veriyorduk ama neden bu kadar üzgün ve umutsuz olduklarını tam kavrayamamıştım.

"Tek yolu var buranın. Girişi var çıkışı yok. Hem gatmayız, hem girdi mi çıkarmayız. Kadın olarak, köylü olarak. Hepimiz. Hücum."

Herkese dargınlar. En başta yürümeyenlere, aynı davada olup da onları hükümetin bir aracı gibi gösterenlere, Pervin Ana'nın deyişiyle mürekkep yalamışlara, okumuşlara. Ben de o insanlardan biriyim. Ama bundan sonra, elimden gelenden daha fazlasını yapmaya da kararlıyım.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Bir Billy Elliot değil

Alışmışız, Yeşilçam'ından Hollywood'una kadar filmlerde tansiyonun bir yükselip bir düşmesine, tam her şey yoluna girmişken kötü adamın ortaya çıkıp her şeyi berbat etmesine...

Bu filmde de onu bekleyip durdum ama olmadı bir türlü.

Filme dair çok da konuşmak istemem ama ayrıntıya girmeden sıcağı sıcağına yazmak gerek. Sinemacılar 'V' ile mi adlandırıyordu bu durumu anımsayamadım şimdi. Okuduğum çok basit kaleme alınmış sinema / senaryo kitaplarında bile hep bu salık verilirdi: Ortamı bir anda gerin ki hikâyeye ilgi artsın.

Yine de baştan sona büyük ilgiyle seyretmeme karşın Made in Dagenham'ı, hep "ulan şimdi bir şey olacak" deyip durdum. Bu da bir yöntem olabilir tabii ya da biz mi çok alışığız en temel haklarımızı kazanmak için bir dünya bedel ödemeye, bilemiyorum. Filmi seyrettikten sonra ya da seyredenler "daha ne bedel ödensin ki" diyebilir filme dair ama çok üstünkörü işlenmiş gibi geldi bana bu mevzu, tartışmak gerek.

Her hak arama mücadelesi bu kadar çabuk halloluyorsa Tekel işçilerinin günahı neydi Ankara ayazında?

5 Haziran 2011 Pazar

Haftaya bugün


3 Haziran 2011 Cuma

Hafızam beni yanıltmıyorsa...

Gösterişli bir sorumsuzluk ifadesidir. Edebi sanatlardan "teşhis-i intak"a, filozofiden idealizme yaslanmadığı yer yok gibidir. Yani insanın kendi yanılmışlığını bu kadar kendinin dışına taşıyabileceği, sanki yanılmışlığının gerekçesi kendinde değil de, kişileştirilmiş ve "ben"den bağımsız bir başka alanda ve dolayısıyla kendinden soyutlayabileceği bir alan olan hafızada oluşmuş gibi sunulmasının daha iyi bir ifadesi olamaz sanki. Yani, "yanılmışsam bu benim değil, hafızamın bir sonucudur ve dolayısıyla sorumlusu ben değilim" demenin bu kadar güzel özetlenebileceği ve itiraz görmeyeceği bir başka cümle kurulamaz herhalde. Herhalde diyorum çünkü edebiyat erbabı bu konuda çok mahir... Buradan büyük ihtimal kabul görmeyecek ancak neden kabul görmediğine gelecek her itirazın yazının başlığına uygulandığında anlamsızlaşabileceği bir çok başka örnek oluşturmak mümkün. Örneğin, "ayaklarım beni yanıltmazsa 100 metreyi 8 sn. altında koşarım." Deneyelim o halde... "Eee, koşamadın baba 8 saniyede, 20 saniye oldu hala 50. metredesin" denilse cevap şu olabilir mi mesela: "yavv ayaklar ve matematiğim beni yanıltmış, yoksa bende bu potansiyel var, rica ederim..." Aşkolsun mu şimdi yani, bir insana bu kadar haksızlık edilir mi? Böyle bir cümle kurulabilir mi? Kendine ait bir yetersizliği bu kadar kendi dışına taşımanın daha edebisi ve güzeli olabilir mi? Teşhis ve intak..., güzel sanat vesselam.

Bunun psikoloji (daha doğrusu bana göre parapsikoloji) alanında bir üvey kardeşi var. "Kişisel Gelişim" deniliyor adına. Efendim neymiş: "ponçiyakını satan ermiş" veya "her şeyin anasını satayım sana bir şey olmasın" tarzı psikoedebi alanın; liberal, atomize ve dahi lümpen alanda yarattığı anlamlandırma çok koşut bu algıya. Neden? Çünkü, her şey sende bitiyor! Başarısız mısın? O zaman yılma çünkü yeterince çalışmadın demekki! Yenildin mi? O zaman bir şeyi yanlış yaptın, bir daha dene ve denemekten asla vazgeçme!! Çünkü seni başarısızlığa, yılgınlığa ve yıkıma uğratan sensin yoksa hayat güllük gülüstanlık aslında. Çünkü senin ananını ağlatmıyorlar, her şey çok güzel ama sen kocaman bir salaksın. Yani bütün şartlar insani değilse bile en azından sosyal devlet ilkesi gereği sana sağlandığı halde yine de mutlu değilsen kaz kafalı olan sensin. Kendine çeki düzen ver. Sen istersen, aslında tek parça olan kainatın enerjisi de sana gelir. Her şey sende biter, kendine inan, güven, tekrar tekrar dene. Şunu bil ki, yeterince denemeden başarısızlığına karar veremezsin. Hee, yeterince deneme yapmadan misal 65-70 yaşında öldün ve ödediğin tüm yasal kesintiler sana emekli maaşı olarak dönemeden teneşire mi geldin? Eee bu şimdi kimin suçu alllaan aşkına yaaa, dingil misin sen?! O yaşa, ölene kadar aklın nerdeydi?!!! Seni kaz kafalı mal!!! Ne demiştik, "hafızam beni yanıltmıyorsa" değil mi?

Neyse... Bunların bir kardeşi daha var ama bu sefer adı arapça değil frankafon. Hayvanları konuşturma sanatı olan fabl diyorlar adına. Buna örnek vermek anlamsız olur. Seçimlerin yaklaştığı bugünlerde, siyasi herhangi bir söyleme bakmak yeter sanırım.

Sana verili ve yaşamını sürdürmen gerektiği salık verilen yaşam ve dünya muhteşem!!! Her şey sende bitiyor unutma sakın!!! Aptal olma...!!! Ama dikkat et de tercihlerin seni yanıltmasın, yoksa sen zaten yanılacak insan değilsinki.

Sen yan(ıl)masan, ben yan(ıl)masam, biz yan(ıl)masak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?

2 Haziran 2011 Perşembe

Radikal çevrecilik zamanı yaklaşıyor mu?

Bugün Dost Kitabevi'nin kara-kuru Çevre-Ekoloji reyonunu didik didik ettim. Herhalde bunda Dost'un suçu yoktur. Ülkede ekolojiye dair basılan ve satılan kitaplar, halihazırda sadece Hürrem ve entrikaları üzerine satılanları geçmiyor. Yakından takip edebildiğim ve kitapçılarda gördüğüm kadarıyla, bunların çoğu da hükümetin mevcut çevre politikasının yarattığı infialin de katkısıyla son bir kaç yılda yazılan ve çevirilen kitaplardan oluşuyor.


Git gide kötüleşen çay ve fındık fiyatlarını, HES'leri ve ÖDP'yi seçimden men eden YSK kararlarını en doğal demokratik haklar çerçevesinde protesto etmek isteyen bu barışçıl halka ve Metin Hoca'ya reva görülen ortada. "Anadolu'yu vermeyeceğiz" yürüyüşünü gerçekleştiren yürekli ve cefâkar insanlara tanınan haklar da ortada.

İstanbul altyapı çalışmalarından çıkan, şehrin tarihinde devrimsel bulgulara yön veren kalıntılara "çanak çömlek" diyen Türkiye Belediyesi Başbakanı, Allianoi'yi diri diri gömen ve HES'leri tamamlamakla görevlendirilen "Enerjiden Sorumlu" Çevre ve Orman Bakanı ve YouJizz, Porntube denilince gözleri dolan Seks ve Pornodan Sorumlu Bakan ve başbakan yardımcısı ise her Allah'ın günü karşımızda.

Yerel yönetimi belediyecilikle özdeşleştirenler yerel sakinlerin sesine kulak asılmıyor. AB-BM-İHM'ye dava açsan bunlar ne kararları sallar, ne cezaları öder. İş işten geçer üstüne iki de nükleer dikerler. Peki, biz elimizden geleni yaptık deyip allahlarından mı bulmalarını bekleyeğiz? Sevmeyip de yemyeşil olmaya karar veren Almanya'ya, İşviçre'ye mi göçeceğiz?
Bunlar makul cevaplar olmadığına göre geriye pek de bir şey kalmıyor. "Ne yapabiliriz?"e cevabı işin doğal sürecinde insan kendi kendine veriyor: evrensel doğrularda haklıysa insan; gözler kör, kulaklar sağır olduysa "radikal"leşmekten başka geriye çok da şans kalmıyor. HES'lere karşı protestolar Anadolu Yürüyüşü başlamadan evvel en kuvvetli dönemlerindeyken, kendi yargı organının durdurma kararını dinlemeyen devlet için aklımdan başka bir çözüm geçmemişti. Madem siz zor kullanıyorsunuz, o barajları bir tarafınızda patlatırlar. "Hızır burada olsaydı bir fiske ile yıkardı o barajı." diyerek Ziyaret başında ağlayan kadınların dediğini bir sabah kalktığınızda Hızır yeşiline kavuşmak için tuz ile buz etmiş olabilir. Büyüklerimiz, eğer çocuk aklımızla emek verilmiş bir şeyi kırıp dökersek "yapmak kolay, yıkmak zor" derlerdi biz küçükken. Eğer halkınıza rağmen, sakinlere rağmen bu işlere devam ederseniz, herhalde siz de zoru seçmiş olursunuz. Yıkmak kolay çünkü, Hızır'ın bir TNT'sine, pardon fiskesine bakar.

Ekolojik sabotaj (Ekotaj), dediğim dedik diyenlerin anlayabileceği son çare olabilir. Hoş, daha sopanın ucunu görünce "Hopa'ya eşkıya inmiş" diye zırlayan, kelimelerini çok çabuk harcamış bence. Böyle devam ederse, şantiyelerinin başına geleceklere ne diyecek acaba? Vandal. Yok yok, halkımız ve parti tabanı bundan bir şey anlamaz. Terörist. Yok bunu da kullandık. Eşkıya'yı da hem eskiden teröriste derdik, bi de şimdi protestoculara kullandık. Hah. Vatan haini diyelim. İlerlemenin önündeki vatan hainleri bunlar. 2023'te eremezsek hedeflere hep bunlar yüzünden.


Bugün rastladığım bir kitap (yandaki) sayesinde gördüm ki, "etik" sabotaj yapan şahane örgütler varmış. Hey güzel insanlar! Hem yakıp yıkıyor, hem de cana gelmesin mala gelsin diye sabotajların arka planlarını kuruyorlar. Aşağıdaki bu kitap çok güzel bir fikir ateşleyicisi, fakat çekici başlığına dair sadece üç önericik var ve bunlar yüz küsur sayfanın sadece beş altı sayfasını kaplıyor. Gerisi, işin arka planı ve hukuki sürecine dair.

İlki çok orijinal ve duyulmadık bir şeydi benim için. Amerika'da ırzına geçilmesi için dev ormanları özel şirketlere veren bir devlet var. Bir de deniyor ki Kyoto'yu Amerika ve biz imzalamıyoruz. Nedeni sadece bu örnekte görülebilir, zira aynı bokun soyu iki yönetim var. İşte buna dayanamayan ve gözlerinin önünde ormanları katledilen insanlar, ağaç çivileme (tree spiking) diye bir yöntem bulmuş. Ağaçların alttan kesilmesin diye altına, üstten aşırı budanmasın diye üst kısımları çiviler çakıyorlar. Böylece ağaçları devirmeye ve kesmeye yeltenen dozer ve hızarlara zarar veriyorlar. Belki bir ağaç canından oluyor ama giderken kendisiyle beraber o pahalı aletleri de çalışmaz hale getiriyor. Bildiğimiz veya tahmin edebileceğimiz gibi, gelişmiş ağaçlara çivi çakmak o ağaca neredeyse hiç zarar vermez.
Diğer ikisi ise sabotaj değil ama yürüyüş, protesto gibi eylemlerden başka şimdiye kadar denenmemişler arasında sayılabilir. Bunlardan biri sivil itiatsizlik (civil disobedience), diğeri ise abluka (blockade). İlkine alışığız, ikincisi de pek yakında aktif şekilde uygulanabilir gibi geliyor bana.

Aşağıdaki kitapta belirtilmemiş ama diğer popüler metodlar, "Kalkınacağız" türünden propagandaların aracı billboardları yakmak, ve içinde insan veya hayvan yokken çevreyi yok etmeye kasdetmiş muktedirlerin bürolarını, evlerini, şantiyelerini veya genel olarak taşınmazlarını kundaklamak... He, bildiğin çıtır çıtır yakmak yani

Bu tipte mücadele etmek zorunda bırakılan beynelmilel organizasyonlar var. En meşhuru da Earth First. Tatlı mı tatlı amblemleri bile bile her şeyi anlatıyor.

Zalimin zulmu varsa, mazlumun Hızır'ı var!

1 Haziran 2011 Çarşamba