Gündelik hayat yaşanmışlığın ve düşünmenin henüz birbirinden ayrılmadığı bir düzeydir" (Henri Lefebvre).
Kerem Gibi
Hava kurşun gibi ağır
Bağır, bağır, bağırıyorum
Koşun kurşun eritmeye çağırıyorum
O diyor ki bana
Sen kendi sesinle kül olursun
Kerem gibi yana yana
Deeert çok, hemdeert yok
Yüreklerin, kulakları sağır
Hava kurşun gibi ağır
Ben diyorum ki ona
Kül olayım kerem gibi yana yana
Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa
Hava toprak gibi gebe
Hava kurşun gibi ağır
Bağır, bağır, bağır, bağırıyorum
Koşun kurşun eritmeye çağırıyorum
Nazım Hikmet
Yaşarken ve içindeyken büyük resmi görebilir mi insan? Onu ancak bir başka alana taşımak gerek ki, olup biteni isimlendirebilip, bundan sonraki yaşama karşı duruşumuzu biçimlendirebilelim. Yoksa, her yaşanmışlık kendi menkul değerinde süregen değildir. Bir amaç, onu o yapan bir zihniyet ve oluş taşır. Bu noktada es geçilen yer işte amaç ve zihniyettir genelde. "Oluş"u referans alırız genelde ve bir çırpıda "oluş"un oluş biçimi, anlamlandırma kıstası haline dönüşür.
Bu noktadan sonra diyaloglar (ki monologun da bir diyalog olduğuna daha önce değinmiştik) karşı iki kutup gibi görünen bir tartışma halini alıyorsa genelde kutbun bir tarafı amaç ve zihniyete diğer taraf ise oluş biçimine bakıyor demektir çoğu kez. Oluş biçimi elbet önemsiz değildir. Gerekmese de, mükemmellik bu üç argümanın sekronu ile sağlanır. Ancak oluş biçimi, bir örtü işlevi de görür. Ne olduğuna değil, nasıl olduğuna dair tek yönlü tavır, "ben" merkezli bir haz alma güdüsünü tepe noktaya koyar.
Bu noktada, bunları biliyor olarak bir yerde yer alınıyorsa mesele yoktur. Ama gündelik hayatı bir düşünme süzgecinden geçirmediyseniz, öyle yaşar gidersiniz. Yarına bıraktığınız güzel bir dünya, sizin için ancak bir ütopyadır bu noktada. Yalnız değilsiniz. Ancak bu yalnız olmama durumunuz salt şimdi yanınızda yer alan insanlardan kaynaklanıyor değil. Çocuklarınız, onların çocukları ve onların çocukları... yalnız olmamanız, zamansal bir anlam içermez. Onlara ne bırakacaksınız. "Global adaletsizliğe isyanı en iyi becerebildiği mükemmel bir araç olan müzikle ifade eden üstadları, bu dünyadaki adaletsizliklerin olmasında son derece büyük paya sahip emperyalist güçlerin sponsorluğunda izledim" mi diyeceksiniz. Diyorsunuz aslında, sadece farkındalık gerek size.
Gündelik hayatı, yaşama ve düşünme olarak dönüştürebilir, yarınki aydınlıklar için yanabilirsiniz.Düşünmek sadece düşünmek, yeter çünkü...
29 Eylül 2010 Çarşamba
Kazanın ama...

Türkiye'deki futbol takımlarının Avrupa maceralarında, o takımın taraftarı olmayan insanların tepkileri çok tartışılır.
Malumunuz, önemli bir kesim bu işin bir "milli dava" olduğu görüşünde hemfikir. Bunun altında da aslında nasıl milliyetçi gazlamaların olduğunda da biz hemfikiriz sanırım. Aslında o takımın kazanmasını isteyen ama olayı kesinlikle milliyetçi olgulara bağlamayan bir kesim de var. Her zaman için olmasa da bazen ben de desteklerim. Örneğin bu sene başında Trabzonspor'un Liverpool'u elemesini çok istedim. Hatta Galatasaray'ın da gruplara kalabilmesini çok istemiştim. Bu isteğimi ben şöyle açıklıyorum: "Tanıdık futbolcu izleme isteği".
Futbolunu ve karakterini sevmesem de Sabri'nin Bayern Münih maçındaki orta denemelerini Messi'nin çalımlarına tercih ederim. Tamam, Messi örneği biraz abartı oldu ama derdim sadece tanıdık isimler görebilmek. Bu da milliyetçi ya da en azından lokal bir refleks olarak algılanabilir. Elendiler diye de üzülmedim açıkçası ama FB maçını ayrı tutarsak zil takıp oynamadım da.
Ben Sakarya Üniversitesi'nde okurken Tuncay daha Fenerbahçe'ye transfer olmamış ama söylentileri çıkmaya başlamıştı. Kanal 54 bir gün FB'ye bir gün GS'ye transfer ediyordu aldığı duyumlarla. Tuncay'ı o sıralar Çark Caddesi'nin apaçileriyle sigara içip üniversiteli kızlara laf atarken görürdüm sık sık. Şimdi bu adamın oynadığı bir milli takımı, futbolun beşiği ama turnuva özürlüsü İngiltere'ye tercih ediyorum açıkçası. Yanlış anlaşılmasın, onları Avrupa'da görüp gurur duyanlardan değilim ama televizyonda bir arkadaşını görüp heyecanla başka bir arkadaşına "NTV'yi açın lan hemen" diye dakikalarca telefon etme çabası gibi geliyor bana. Ya da; CNBC-e'de staj yaptığım dönemlerde canlı yayında kameranın önünden geçeceğim diye birçok evde akşama kadar CNBC-e açık olurdu, onun gibi...
Bir de işin "fanatizm" olarak adlandırılan boyutu var. Ben kesinlikle fanatizm lafına katılmıyorum bu olay için.
Galatasaray'ın Avrupa'daki başarısından Fenerbahçe taraftarına ne ki? Onlar oynayıp onlar kazanıyor. Haa biri de çıkıp "o ülke puanlarıyla siz de..." diye başlar mı? Başlayan çıkıyor evet. Ama çıkmasın, ben istemedim ki o ülke puanlarını, kural bu ne yapayım. Yıllarca milli dava diyene şunu söylemiştim hep: GS, Şampiyonlar Ligi'nden kazandığı paralarla futbolcu transfer edecek, sonra o futbolcu gelip Beşiktaş'a gol atacak, yok yeaa. Karşı yanıt da hep şu olmuştu: Sen de çok fanatiksin. Ha tabii GS o parayı Beşiktaş'la paylaşacak diye destekleyeceğim düşünülmesin. O, Galatasaray'ın Ayntrah Frankfurt maçıdır, bu da Beşiktaş'ın Fortuna Düseldorf maçı, elmayla armutu karıştırmayalım. (GS galibiyeti BJK'yi en iyi ikinciler arasında dördüncü yapıp dünya kupasına direkt yarı finalden sokacaksa, takımımın menfaatleri için iş değişebilir mi? Bilemedim şimdi)
Aslında bu konuyu 15 gün önce yaşadığım bir olay sonrası yazacaktım olmadı. 15 gün önceki Bursaspor - Valencia maçından önce İddaa bayiinde, tanıdığım iki MHP'li arasında şöyle bir diyalog geçti. Şu diyalogu yazmak için de 4 bin vuruşluk bir giriş yazısı yazmam gerekti, neyse. Diyalogdaki cinsel içerik için de sansür için de kusura bakmayın.
A: Bi maç söle lan!
B: Abi Bursa'ya oyna.
A: Ne Bursa'sı a.... k...... 5 yicekler bu akşam.
B: Abi maç istedin söyledim.
A: Olum benim derdim para, sen bana Bursa diyon.
B: Abi gönlümden geçeni söyledim, milli dava sonuçta.
A: Yaa s..... milli davasını. Kazanınca g..... kalkıyo soora.
Grup Yorum'un bir şarkısında der ki; Övünsek de güvensek de çalışsak da olmuyor ki / Türklük deyip övünüyon / Açlık Türk'ü bilmiyor ki. Yukarıdaki diyalogdan sonra bu şarkı kesinlikle gelmedi aklıma. Milyon kere konuştuğumuz şeyler bunlar, hiç girmiyorum. Yalnız sen ilk kez katıldığın Şampiyonlar Ligi'nde, dünya devi Valencia'yı yen ama g... kalkmasın. Kalkmayacaksa yen yani. Yoksa beter olun.
Ben de sokak çocuğuyum, seviyorum bu muhabbetleri işte.
Fotoğraf: mackolik.com
Minare ve Deniz Feneri

Minare; gerçeğe ve kurtuluşa çağrıda bulunur. "Gel" der, "kurtuluşun bende, gerçeği ben biliyorum, boşuna arama". Size, kendisine gelmenizi öğütleyen bir tavır sergiler. Ne yapmanız gerektiğini bilir ve size yönünüzü gösterir. Mekan olarak olduğu kadar ideolojisi ile de merkezdedir.
Fener ise; kıyıda yer alır öncelikle. Onun çağrısı tam tersine "bana gelme" biçimindedir. Çünkü "bana gelirsen yok olursun" demektedir. Ne yapman gerektiğini öğütlemez hiç bir zaman, nitekim ışığı tek bir yönü işaret etmez. Bu nedenle hazır yaşama kalıpları sunmaz. Tehlikeli ve tekinsizdir.
Felsefi tavır, minarenin değil, fenerin çağrısına kulak vermektir. Nitekim felsefe yapıyor olmak, bir anlamda kendi ruhuna işkence yapıyor olmaktır. Bir yandan eksikliğini tamamlamak diğer yandan başka eksiklikler kazanmak için yolda olmaktır felsefe. Bir arayıştır yani ve size, kendinizi bulacağınızın sözünü vermez. Zaten her kim ki, "yapman gereken budur" diyorsa orada felsefe bitmiş demektir. Yolda olmanın amacı hedefi teorik bilgiler yığını edinmek değil, "yaşama ustalığı" kazanmaktır. Yolculuğa çıkılırken insanlar yanlarına çok sayıda şey alırlar ama her şeyi de alamazlar. Yaşama ustalığı için yola çıkanın yanına alamadığı, geride bıraktığı şey verili yaşam kalıplarıdır, sorgulanmamış, hesaplaşılmamış fikirlerdir. Bunlar insanı elbette rahatlığa taşıyan şeylerdir üstelik. Ancak felsefe yapıyor olmak bir rahatsızlıktan çıkar. Kendi konumundan memnun bir yerde ve insanda felsefe olmaz.
Yaşama ustalığının temeli insan olmaktır; yaşamın dertlerine rağmen yaşamak, mutluluğu insanlık değerlerinden öte bir yerde aramadan ustalaşmak. Değiştirilebilecek ne varsa değiştirmek, değiştirilemeyenleri kabul etmek. Yaşamanın ilk ayağı, olup biteni görebilmek, gereksiz olan ne kadar tutku ve düşünce varsa bir kenara atabilme ustalığıdır. Bilginin dostu olmak, onun peşindeyken dönüşmek, dönüştürmek demektir. Yaşama ustalığı budur.
Kendini tanımak cesaretiyle yolcu olmaya karar verdiyseniz ki, kendini tanımak isteği aslında ne olduğunu bilmek değil, ne olmadığına dair bir tutamak noktası edinmektir, deniz fenerlerine dikkat etmeniz ve kendi kendinize gurbet olmaya hazırlıklı olmanız gerekir. Ama yolcu olamayacaksanız doğruyu apaçık ve sorgusuz biçimde bilen minare zaten hemen yanıbaşınızdadır. İyi namazlar.
1- Gia yazılarımdan derlenmiştir.
2- Bu "iyi namazlar"ın aşağıdaki yazıyla doğrudan ilgisi yoktur.
Bu Cuma Namazı Nerede Kılalım?

Ben artık ellili yaşlara iyice yaklaşmış, ihtiyarlığın kıyısında bir adamım. Fakat bu durum annemi hiç bağlamıyor olsa gerek, her fırsatta bana öğüt vermeye bayılır. "Çok sigara içiyorsun" ya da "bu soğuk havada zibidi gibi çıkmışsın dışarı" türünden uyarılarını oldukça eğlenceli ve normal bulurum. Sonuçta çocuk anne için yaşı ne olursa olsun her zaman çocuktur. Annemin eğlenceli başlayan fakat nedense daha sonra konuştuğumuz ortamı geren diğer bir nasihat silsilesi de dinle ilgili olanıdır. Artık o konuya nereden geldiysek annem, "Muhtar sevgili oğlum, cami hemen dibimizde, bir kere olsun cumaya gitmedin, hiç mi düşünmüyorsun öbür dünyayı, bu dünya geçici" dediğinde anlarım ki peşpeşe salvolar gelecektir. "Ya bırak anne" diye geçiştirmeye çalışsam da o yine makine gibi takır takır her zaman söylediklerini tekrar edecektir. Ablamla ortamı yumuşatmak için yaptığımız mizah da işe yaramayacak, kimi zaman bu annemi daha da sinirlendirecek ve o son darbeyi indirecektir. "Hiç bana çekmediniz, hep onlara benzediniz"
Annemin ne demek istediğini iyi biliyordum. Onlar demekle babam, dedem ve ninemi kastediyordu. Laf buraya gelince ablam hep susmayı tercih eder. Annem onunla birlikte yaşadığı için ablam annemin bu tür çıkışlarını kanıksamıştı. Ben ise geçmişe dair başka ne öğrenebilirim umuduyla annemi daha da kızdırmak pahasına ona "Sahi anne, babamlar neden namaz kılmaz, oruç tutmazlardı" türünden çeşitli sorular sorardım. Annem onca öfkesine rağmen niyetimi anlar ve sonunda sinirlerine hakim olup kestirir atardı. "Boşver, geçmiş geçmişte kaldı, fazla kurcalama" derdi. Ara sıra belli periyodlarla tekrarlanır bu gösteri. Annemi kızdırmak kimi zaman eğlenceli olsa da çok derinlerde bir yerde eskiye ait bir sızının varlığını ve hala dinmediğini hissederim.
Hatırlıyorum, biz küçükken annem çok çabalamıştı. Ablamla bana Arapça dualar öğretmiş, yaşımız biraz kemale erip ortaokul dönemine geldiğimizde bütün bir ay oruç tutmamız için bizi zorlamış, öteki dünya menkıbeleriyle korkutmuş, namaz kılmayı öğretmeye çalışmıştı. Babam annemin bu çabalarına hiç ses çıkarmamış, ancak annemin biraz abarttığı durumlarda müdahale etmişti. Çok çabalamıştı annem. Fakat olmamıştı işte. Önce ben, daha sonra da ablam üstümüze uymayan bir elbiseyi giymekten vazgeçer gibi uzaklaşmıştık annemin inancından. Babamın hayattayken ancak bayramdan bayrama ziyarete gittiği ve onlardan uzak durmak için türlü bahaneler ileri sürdüğü annemin akrabaları, dindar ve kimseye zararı olmayan kendi halinde insanlardı. Yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan ayrı bir inanç grubuna dahil oldukları için uzaklaşmış ya da uzaklaştırılmış mazlum ve sakin yaratılışlı, belki de bu ülkede dindarlıklarıyla kabul görmeyi hedefleyen insanlardı.
Aile işlerinden ülke gündemine gelirsek eğer, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli 1 Ekim'de Cuma namazını Ani'de kılmayı kararlaştırmış. "Bayram değil seyran değil, eniştem beni neden öptü" türünden garip bir çıkış olarak algılanan bu hareketin sebebi, Rumların Sümela'da, Ermenilerin Akhtamar'daki ayinlerine bir cevap niteliği taşımasıymış. Öyle buyurmuş partinin kurmayları. Alevi köylerine çifter çifter cami inşa eden, bir mahallede zaten az cemaati bulunan bir caminin 200 metre ilerisine daha da büyük bir cami konduran zihniyet, cinlikte sınır tanımıyor anlaşılan. Tanrıya ibadet etmekten ziyade bir tür sidik yarıştırma gayreti. Evinde bir sürü oyuncak bulunan şımarık bir zengin çocuğunun, mahalle arasında fakir bir çocuğun elindeki bilyelere göz koymasını andırıyor.
Kararlıyım bugün annemi ziyaret edeceğim ve "Anne biliyor musun, cuma günü Kars'a gidip namaz kılacağım" diyeceğim. Annem bu beklenmedik çıkışımın sebebini sorduğunda da bu olayı anlatacağım. Adım gibi biliyorum annem bu adamların hamurundan değil. O Allah için, inancı için ibadet eder. Ya gülüp geçecek ya da "Allah akıl fikir versin bunlara" diyecek. O iyi bir Müslüman. Her cuma akşamı ölmüş akrabalarının ruhları için Kuran okur. "Kimler için okudun anne, hadi saysana" derim. O da akrabalarının hatta Makedonya'da kalanların bile adlarını bir çırpıda sayar, sonra hafif utangaç bir edayla ekler. "Hatta baban ve ninen için de okudum" der. Annem iyi kalplidir, o bunlar gibi değil.
28 Eylül 2010 Salı
Çocuk Sahibi Olmak

“Bir insan ya da bir çift insan neden çocuk sahibi olmak ister?” sorusu aklıma ilk kez Aile Sosyolojisi dersinde düşmüştü. Ömrümde hiç düşünmediğim bu sorunun bir ilk cevabını yine dersi veren kitabi bilgi ve derlemeler üstadı değerli bölüm başkanı profesör tarafından almıştım. Buna göre kırsalın çocuğa atfettiği anlamın maddi bir gerekçesi vardı. Ne kadar çok çocuk sahibiyseniz ailece o kadar çok ekonomik girdiye sahipsiniz demekti. Gerçi Kırsal Alan Sosyolojisi bize bölüşülecek toprak giderek küçüleceği için çok çocuk sahibi olmanın yatay mobilizasyonu artıracağını da söylenmişti. Bu ilk önerme üzerinden kırsalda “neden erkek çocuk daha kıymetlidir?”in bir cevabı da rahatlıkla devşirilebiliyordu. “Kız çocuk maddi getiri bakımından süregiden bir değer taşımaz”, evlenip gidecek nitekim. Süregiden’in altını çizmek gerek, başlık parası denen olgu halen var çünkü. Yine dersin hocasına göre kent yaşamında ise çocuğa atfedilen değer maddi olmaktan çok maneviydi. Ondan bir maddi beklenti söz konusu değildi. Çocuk sahibi olmak üzere ve çocuk sahibi olmanın manevi değeri üzerine çocuk sahibi olunuyordu. Bu önermelerden de kent yaşamında ailelerin daha az çocuk sahibi olması ve kız veya erkek çocuk sahibi olunmasının görece bir anlam taşımadığı çıkarımı dillendiriliyordu. Maddi olanın biriktirilmesi olanaklı iken birden fazla çocuk sahibi olmanın manevi tatmini biriken bir özellikte değildi.
Elbette hocanın bu türde iki yönlü açıklamalarının analizinde; cevaplanmamış sorular olmasının yanı sıra yeni sorular türetmesini de görmek ve kendisine sormak gerekti. Cevaplan(a)mayacağı bilindiği için sorulmadı.
Öncelikle kır yaşamındaki çocuk sahibi olmanın açıklamasının dinsel, sosyal ve geleneksel (ezcümle kültürel) yönleri bakımından eksikliğinden bahsetmek olanaklı. Yukarıdaki ekonomik indirgemeci yaklaşım bir taraftan konuya anlamlı bir açıklama getirirken, diğer yönleri es geçerek tek yönlü bir meşrulaştırmaya da çanak tutuyor görünüyor. Nitekim bu açıklama kırdaki çocuk sahibine “ne yapalım, çok ve erkek çocuk istiyoruz, başka türlü yaşama olanağımız yok” açıklamasını yapma hakkını fazlasıyla veriyor görünüyor. Yani bir üst çıkarım olarak toplumsal olanı bireysel olanın önüne alan bir açıklama alanı yaratıyor. O zaman toplumsal olandan devam edersek dinsel öğretilerin erkek olmayı önde tutan, geleneksel bakımdan kız çocuğunun çocuk olarak bile sayılmaması olguları bir kenara itilebilir oluyor. Hadi bunu iyi niyetle konunun Aile Sosyolojisi gibi bir derste olması sebebiyle araştırma evreninin çerçevelendirilmesi ve sınırlandırılması gerekçesine bağlayalım. Peki kent yaşamındaki kentli insanın çocuğa atfettiği manevi değerin açıklamasının kırda olmayan üzerinden açıklanmasına nasıl bakmak gerek? Yani bu manevi değerin ne olduğunu değil de kırdakine göre ne olmadığını ifade ediyor olmak bir açıklama mıdır? Üstelik kırda olanı da tam olarak açıklayamamışken...
İşte bu açıklama eksiklikleri asıl konumuzu ve sorunsalımızı sorma fırsatı veriyor bize. Bu kentli insanın çocuk sahibi olmaya ve dahi çocuğa atfettiği manevi anlam ne olsa gerek? Ontolojik bakımdan kendini varetme ve onda kendi eksikliğini tamamlama felsefesi mi manevi olan? Aşk’ın felsefesine göre bir ve tek olmak istenen (ya da metafizik olarak salık verilen) karşı bedende bu arzu karşılık bulamayacağı için yine o bedenden bir ve tek bir şey yaratmak mı? Dünyayı değiştirmek isteyen siyasetin bir neferi yetiştirmek mi? “Herkes en az bir çocuk sahibi olmalı” sosyal ön kabulü mü? Yaşlanıldığında el öpecek bir ziyaretçinin olması düşüncesi mi? “Ben anneyim” ya da “baba oldum” dedirten ve kendini böyle olgunlaşmış sayan psikolojik bir durum mu? Ne zaman çocuk sahibi olacaksınız diyen yakın çevre mi? Biraz alkolün dozunun kaçtığı bir ateşli gecenin cilvesi mi? Gelenek mi, görenek mi? Nedir bu manevi anlam? Hepsi mi?
Söz konusu çocuk olduğunda yanına “sahiplik” gibi bir kavramın konmasının dilsel bir anlatım sıkıntısı olduğu kadar, çocuklarla kurulan dayatmacı, yetkeci tutumlara bakıldığında masum bir kavram olmadığına ilişkin düşüncelerim var.* Yani çocuk yaparak onun sahibi olunabiliyor mu öncelikle? Hadi biraz daha yumuşatalım, sahip çıkılabiliyor mu? Bu yumuşatılmış halinden hareketle, hayatının ilk sosyalizasyonunu ebeveyninden alacak olan çocuğa kent yaşamında nasıl bir algılayış dünyası kuruluyor acaba, hiç düşünülmüş mü? Siyasal anlamda atomize olmuş, kültürel olarak değer yitiminin dibinde olan kent insanı için çocuğu nasıl bir model bekliyor acaba? Digiturk’ten aralıksız maç yayını izlemek, plazada çalışırken atılan iş arkadaşlarına destek çıkamayıp kanunen hak olarak verildiği halde sendikal sürece duyarsız kalmak (IBM örneğini Asim Tot alıntılamıştı), AVM’lerden alış veriş yapıp, yemek yemekle mi sahip çıkılacak çocuğa? Çocuğu alıp bir kez bile bir müzeye bir parka bahçeye götürmeden, mahalledeki şen bakkal Ahmet amcadan gazete alırken yapılan ayak üstü sohbete, akşam yemeklerini birlikte yiyip güne ilişkin ya da aile sorunlarına ilişkin eşli dostlu sohbetlere tanık etmeden, birlikte top oynayıp özgüvenini pekiştirmek üzere yalandan yenilmeden, oyuncak bile olsa bir bebeği birlikte sevmeden, kediye süt, çiçeğe su vermeden nasıl bir çocuğa sahip olunabilir? Bir daha soralım: Bir insan ya da çifti neden çocuk sahibi olmak ister? Ve soruyu genişletelim: Çocuk sahibi olunca ne olur? Sahibine ve kendisine...
*: Bu anlatım sıkıntısı kavramı da bir kenarda dursun sonra konuşalım. Dilbilgisi derslerinde anlatım bozukluğu konusu olduğu gibi mesela Felsefe derslerinde de dilsel yetersizlikten ya da bilinçli olarak kurulmuş olan anlatımların anlatım sıkıntısı diye de bir konu olmalı bence.
Elbette hocanın bu türde iki yönlü açıklamalarının analizinde; cevaplanmamış sorular olmasının yanı sıra yeni sorular türetmesini de görmek ve kendisine sormak gerekti. Cevaplan(a)mayacağı bilindiği için sorulmadı.
Öncelikle kır yaşamındaki çocuk sahibi olmanın açıklamasının dinsel, sosyal ve geleneksel (ezcümle kültürel) yönleri bakımından eksikliğinden bahsetmek olanaklı. Yukarıdaki ekonomik indirgemeci yaklaşım bir taraftan konuya anlamlı bir açıklama getirirken, diğer yönleri es geçerek tek yönlü bir meşrulaştırmaya da çanak tutuyor görünüyor. Nitekim bu açıklama kırdaki çocuk sahibine “ne yapalım, çok ve erkek çocuk istiyoruz, başka türlü yaşama olanağımız yok” açıklamasını yapma hakkını fazlasıyla veriyor görünüyor. Yani bir üst çıkarım olarak toplumsal olanı bireysel olanın önüne alan bir açıklama alanı yaratıyor. O zaman toplumsal olandan devam edersek dinsel öğretilerin erkek olmayı önde tutan, geleneksel bakımdan kız çocuğunun çocuk olarak bile sayılmaması olguları bir kenara itilebilir oluyor. Hadi bunu iyi niyetle konunun Aile Sosyolojisi gibi bir derste olması sebebiyle araştırma evreninin çerçevelendirilmesi ve sınırlandırılması gerekçesine bağlayalım. Peki kent yaşamındaki kentli insanın çocuğa atfettiği manevi değerin açıklamasının kırda olmayan üzerinden açıklanmasına nasıl bakmak gerek? Yani bu manevi değerin ne olduğunu değil de kırdakine göre ne olmadığını ifade ediyor olmak bir açıklama mıdır? Üstelik kırda olanı da tam olarak açıklayamamışken...
İşte bu açıklama eksiklikleri asıl konumuzu ve sorunsalımızı sorma fırsatı veriyor bize. Bu kentli insanın çocuk sahibi olmaya ve dahi çocuğa atfettiği manevi anlam ne olsa gerek? Ontolojik bakımdan kendini varetme ve onda kendi eksikliğini tamamlama felsefesi mi manevi olan? Aşk’ın felsefesine göre bir ve tek olmak istenen (ya da metafizik olarak salık verilen) karşı bedende bu arzu karşılık bulamayacağı için yine o bedenden bir ve tek bir şey yaratmak mı? Dünyayı değiştirmek isteyen siyasetin bir neferi yetiştirmek mi? “Herkes en az bir çocuk sahibi olmalı” sosyal ön kabulü mü? Yaşlanıldığında el öpecek bir ziyaretçinin olması düşüncesi mi? “Ben anneyim” ya da “baba oldum” dedirten ve kendini böyle olgunlaşmış sayan psikolojik bir durum mu? Ne zaman çocuk sahibi olacaksınız diyen yakın çevre mi? Biraz alkolün dozunun kaçtığı bir ateşli gecenin cilvesi mi? Gelenek mi, görenek mi? Nedir bu manevi anlam? Hepsi mi?
Söz konusu çocuk olduğunda yanına “sahiplik” gibi bir kavramın konmasının dilsel bir anlatım sıkıntısı olduğu kadar, çocuklarla kurulan dayatmacı, yetkeci tutumlara bakıldığında masum bir kavram olmadığına ilişkin düşüncelerim var.* Yani çocuk yaparak onun sahibi olunabiliyor mu öncelikle? Hadi biraz daha yumuşatalım, sahip çıkılabiliyor mu? Bu yumuşatılmış halinden hareketle, hayatının ilk sosyalizasyonunu ebeveyninden alacak olan çocuğa kent yaşamında nasıl bir algılayış dünyası kuruluyor acaba, hiç düşünülmüş mü? Siyasal anlamda atomize olmuş, kültürel olarak değer yitiminin dibinde olan kent insanı için çocuğu nasıl bir model bekliyor acaba? Digiturk’ten aralıksız maç yayını izlemek, plazada çalışırken atılan iş arkadaşlarına destek çıkamayıp kanunen hak olarak verildiği halde sendikal sürece duyarsız kalmak (IBM örneğini Asim Tot alıntılamıştı), AVM’lerden alış veriş yapıp, yemek yemekle mi sahip çıkılacak çocuğa? Çocuğu alıp bir kez bile bir müzeye bir parka bahçeye götürmeden, mahalledeki şen bakkal Ahmet amcadan gazete alırken yapılan ayak üstü sohbete, akşam yemeklerini birlikte yiyip güne ilişkin ya da aile sorunlarına ilişkin eşli dostlu sohbetlere tanık etmeden, birlikte top oynayıp özgüvenini pekiştirmek üzere yalandan yenilmeden, oyuncak bile olsa bir bebeği birlikte sevmeden, kediye süt, çiçeğe su vermeden nasıl bir çocuğa sahip olunabilir? Bir daha soralım: Bir insan ya da çifti neden çocuk sahibi olmak ister? Ve soruyu genişletelim: Çocuk sahibi olunca ne olur? Sahibine ve kendisine...
*: Bu anlatım sıkıntısı kavramı da bir kenarda dursun sonra konuşalım. Dilbilgisi derslerinde anlatım bozukluğu konusu olduğu gibi mesela Felsefe derslerinde de dilsel yetersizlikten ya da bilinçli olarak kurulmuş olan anlatımların anlatım sıkıntısı diye de bir konu olmalı bence.
Engels'i Kıçından Anlamak

Anti-Duhring'i ilk kez 22 yaşında okumuştum. Muzaffer İlhan Erdost'un sahibi olduğu Sol Yayınları'nın 1977 baskısıydı ve petrol yeşili bir kapağa sahipti. İtiraf ediyorum, bazı yerlerini hızlı hızlı geçip kimi paragrafları hatta sayfaları atladığım da olmuştu. Fakat ilerki yıllarda fark ettim ki bu kitap öyle okunup kenara atılacak bir broşür değil tam tersine zaman zaman başvurulup "pozitif düşünce nasıl olmalı" sorunsalına cevap taşıyan bir rehberdi. Tabii gündelik hayatın hır gürü içinde her derde deva olamazdı. Örneğin Anti-Duhring okuyup Bakkal Mahmut'un beni kazıklamasını önleyemezdim ama yine de insanın tereddüte düştüğü zamanlarda bazı sorularına cevap bulduğu vazgeçilmez bir kaynak kitaptı.
Referandumla yatıp-kalktığımız geçtiğimiz aylarda da bol bol bu kitap sayesinde fikir jimnastiği yaptım. Ne diyordu Engels baba mealen? "Geçmiş zamanda herhangi bir vakada ahlaklı olanı ya da doğru görüneni ayırt edemeyiz sadece o vakayı doğuran şartları görebiliriz" Güzel. O zaman sadede gelelim. Pek solcu hayırcı kesim, neden hayır oyu vereceklerini izah ederken şu meşhur 3Y (yargı-yürütme-yasama) teslisinin (baba-oğul-kutsal ruh) zarar göreceğini bunun da cumhuriyetin temel ilkelerini dinamitleyeceğini söylüyorlardı. Onlara göre yürütme ile yargı arasında her zaman bir çelişki vardı ve olmalıydı. Çelişkiyi sınıfsal karşıtlıkta değil de Kemalizm'in bitmez-tükenmez eklektik yorumlarında arayanlara göre, yargı her zaman için yürütmeye nazaran daha ahlaklıydı. Ve yürütme her zaman karşı devrimci bir ruha sahipti. Türkiye'nin o kendine özgü dört tarafı düşmanlarla çevrili coğrafyasında iç düşman kimi zaman yürütme kılığına bürünüyordu. Bu görüşe göre Menderes-Özal-AKP dönemleri sıkıca denetlenemediği sürece Türkiye karşı devrim tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bunun için de tehlikenin farkına varıp "hayır" oyu vermeliydik.
Evetçi solcular ise (yetmez ama evet) "şartların gerektirmesi" yüzünden -burada Engels'e atıf pek bariz- Türkiye'nin artık tam bir batı demokrasisine geçmesi gerektiğini ve yeni taslağın yetersiz olduğu halde desteklenmesi gerektiğini söylüyordu. Bir anlamda onlar da hayırcılar gibi "ahlaklı olmak ve doğru tarafta durma"nın erdemini öne sürüyorlardı. Yine onlara göre AKP'nin bu yetmeyen ama evet denmesi gereken tasarısı kaçırılmaz bir fırsattı. Onlara göre tüm günah keçisi yürütmeyi denetleyen yargıydı. Neredeyse üretim güçlerinin gelişmesini engelleyenin de yargı olduğunu söyleyecek kadar ileri gideceklerdi de Tanrı razı olmadı buna. Bu kadar da vulgarize olmadılar.
Yazıyı buraya kadar okuyanlar normalde şunu soracaklardır. Haklı olan kim? Şahsi fikrim bu konumda bir haklının olamayacağıdır. Neticede 12 Eylül'den 30 yıl sonra hala yeni bir anayasa yapılmamışsa "yetmez ama ehven-i şer daha iyidir" türünden bir çıkarıma girişmek tümden saçmalıktır. Hala anlaşılmadı mı? Peki benden günah gitti o zaman. Bir sonraki paragraf teoriye değil de tamamen pratiğe yönelik.
Her mevsim değişikliğinde beni yatağa düşüren bel ve siyatik ağrılarım geçen hafta da bana hayatı zindan etti. Hafta sonu tatilinde birilerinin yapması gereken iki adet iğne mevcuttu. Birkaç sene öncesi olsaydı bir devlet hastanesinin acil servisine gider, saatlerce sıra bekler, hafta sonunu nöbette geçirdiği için sinir küpü halinde ortalığa dehşet saçan sağlık personelinin tafralarına ve çemkirmelerine katlanırdım. Fakat aradan geçen yıllarda kalkınmış ve üretim güçleri gelişmiş Türkiye'de artık her mahallede özel bir poliklinik açılmıştı. Sağlık hizmeti ayağımıza gelmişti. Ben de en yakındakine gittim. İçeri girdiğimde yaşlı bir amca "kan tahlili 55 lira olur mu, soyguncu musunuz" diye söyleniyor, görevlilerden birisi de ona bunun özel bir tahlil olduğunu ve zaten devletin verdiği tarifenin dışına çıkamayacaklarını söylüyordu. Masaya yaklaştım "iğne olmak istiyorum" dedim. Güleryüzlü özel sağlık görevlisi "10 lira verin ve bekleyin" dedi. Bir 15 dakika sonra dudaklarına marmelat sürmüş bir kadın geldi ve beni ancak iki kişinin burun buruna durabileceği, içinde sadece leş gibi bir yarım kanepe mevcut küçük bir odaya aldı. "Para makbuzunu verin, şuraya uzanın ve sıyırın" dedi. Kaldırımı matkapla delen bir belediye işçisi ne kadar özenliyse o da aynı özenle enjeksiyonumu yaptı. Referandum sonrası bir hafta sızlayacak popomla yeni Türkiye'ye adım atmıştım.
Yeni Transfer
Bir süredir sakatlığım nedeniyle takım bulamıyor, herkesten uzak düz koşu yapıyordum. Bu arada birgunsonra'nin yeni kurulan güçlü kadrosu da dikkatimi çekiyordu. Ara Nubaryan arayıp da "abi bir sambacıya ihtiyacımız var, gelsene" deyince hiç düşünmeden transfer teklifini kabul ettim. Kadro iyi, taraftar da başarı istiyor. Eeee neden olmasın ki. Bundan sonra ben de buradayım.
24 Eylül 2010 Cuma
slm cnm :p

Bir süredir facebook üzerinden çalışıyorum. Sosyal medya diyorlar yaptığım işin geneline. Çakma hesabım var bol miktarda ve hepsi de dişi hesaplar. Gördüm ki herkes lise arkadaşını bulup en önemli sorununu halletmiş. Dalga geçme niyetinde değilim, sadece insanların lise arkadaşlarını bulması beni çok sevindirdi.
Aşağıda farklı hesaplarıma gelen mesajlardan bir demet:
>> eklediğin için teşekkür ederim seni çok beğendiğim için istek gönderdim:))inşallah sahte hesab deilsindir:))
>> koca bjk sayfasndan bi seni ekledm kıymetmi bil :p =)
>> Mrb isteğimi kabul ettiğin için çok memnun oldum aslında şey dicektim eeeeeeee :) çok tatlısınız ayrıca neyse yaa daha çok şey söylenebilir fazla uzun msj oldu:)
>> merhaba senı yakından tanımak arkadas olmak ıstıyorum eklersn sevnrm
>> seni tanımak isterdim ama meşgulsün sanrım neyse artık kısmett kendienn iii bakk görüşürüz ben de etilerdeyimm buralara gelirsen kahve içmeye beklerim neyse ben kaçtımm
>> kırmızı papuçlu kız seni eklemek istedim ama face izin vermiyo :)
>> selammm çok hoşsun ya tanışalımmı
>> kocamı nerden tanıyosun???
>> slm prenses arkadaş olabilirmiyi
>> seni tanımak istiyorum
>> Tanıştığımıza sevindim. Hafta sonu müsaitsen bişeyler ısmarlamak isterim.
>> Sana ıltıfat edersem benı face e sıkayet edermısın :) Senı bana face nıe onerdı anlamadım :) sanırım lıstemde guzel kız olmadıgı ıcın onerıldın
>> selam çok teşekkür ederim umarım dewamı gelir,Allah neler yaratıyor...! maşallah demekten başka...
>> çok hoş ve güzel bir bayansınız faceyi karıştırırken tesaduf gördun seni ben tanımadıgım bayanı eklemem ama senden bi elektirik aldım dolayı size msj yolluyorum eger mumkunse size bi sorun yoksa tanışabilirmiyiz
>> yeter cnm bu kadar iş güç, azcık kendine vakit ayır, yani bana:)
>> Cok semptik guzelsin..
>> slm tatlı seyyy
>> Sizinle Tanışmak isterim msn kullanıyorsan adresini rica etsem
>> merhaba, oğuz atay'ın sayfasında rastladım profiline, resminin ilgi çekici olduğunu söylememe gerek yok heralde :) ben istanbul'da yaşıyorum ve elektronik mezunuyum.senin sanat,kültüre meraklı olman çok güzel ve belki politika ile de ilgileniyorsun muhtemelen; resimlerinden birinde yanlış algılamadımsa nato karşıtı bir afiş gördüm.bu tür faaliyetlere bulaşan kızlar genelde dişiliğini arka planda bırakır ve önem vermez, sen bunu aşabilmişsin.ben boş zamanlarımda spor ve almanca ile ilgilenmeye çalışıyorum, dönemsel olarakda şiirle ilgilendiğim, birşeyler üretmeye çalıştığım olur ama çok yoğun değil.umarım mesajım ilgini çeker ve güzel bir iletişimin başlangıcı olur :)
bu arada ben de beşiktaş taraftarıyım, ilgilisin heralde futbola :) takım bu sene küçük sıkıntıların dışında çok iyi, özellikle ofansta...
>> arkadas olarak eklİCem sizi,de nerden tanışıyoruz diye sorucakmısınız:)? tatlı bir kızsın,essek gözlüsün,harıkasın,muhtesemsin.ya sana ne tür cambazlık ediyim ben sımdı sen zaten kendını tanıyorsun degılmı:)onun ıucın eklıcem senı
>> calısıyorum ve okuyorum meslegım elektırık ve elektoronık sas 27 boy 1.75 kılom 75 sız kedinizi tanıtın ve tarsusluyum
>> zaytunda ki yorumdan buldum seni.ne güzelsin sen yahu.resimde içine düşesi geli insanın tanışmamıs gerekio
Orası burası

Bak evlat, edebi eksikliğin nedeniyle birbirine bağlayamadığın paragrafların arasına "***" koyarak okuru kandırdığını sanma, yemezler.
Ramiz Dayı
Kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan kavgalarla demokrasiyi ve başkasının aslında bizden başkası olmadığını öğreneceğiz ama o zamana kadar çok kan akar, ben diyeyim.
Gagavuz Atasözü
* Orda yaşayan birçok insanın burayla bir bağı var. Bazılarının evi, yazlığı, akrabası vs... Bazıları orayı bırakıp temelli buraya taşınmış hatta yıllar önce.
* Orası İstanbul'da yeraltı kumarının ve uyuşturucunun merkezi olarak bilinir. Buraya da uyuşturucunun girmesi ve evlerde kumar oynatılması oradan gelen insanlarla başladı.
* Orda çok hızlı bir dönüşüm var. Hem varlıklı 'modern' kesimin gözdesi, hem de çember sakallı beyinlerin. Buraya da son yıllarda bir varlıklı entel akımı başladı; ev fiyatları, kiralar uçtu ve İslami kesim nüfusu da hızla yükselişte.
* Orası olayından çok önce bir konsere saldırı düzenlenmişti burda da. Gerekçe, Kürtçe bir aşk şarkısıydı.
* Orası halkının başına ölüsüyle bile çorap ören Galataport'un bir benzeri de burası için geçerli. Kartal-Maltepe-Pendik hattında hızla yükselen binalar, birbiri ardına açılan beş yıldızlı oteller ve Pendik'te oturmak yerine buradan bir ev alıp özel yatıyla beş dakikada karşı kıyıya varmayı tercih eden sanayiciler... (Bu konuya dair teori üreten ve 30 yıla kadar adada bizden eser kalmayacağını düşünenlerin sayısı hiç de az değil)
* Tahammülsüzlük konusunda buranın da oradan aşağı kalır yanı yok. Laikler, İslamcılar, Kürtler ve az sayıdaki aydın kesim birbirinin gözünü oymak için yer arıyor. Galeri baskınından evvel zaman önce yazdığım bir yazı sonrası gece 12 civarı 3 MHP'linin yolumu kesip ülkücü camiadan özür dilememi istemeleri dün gibi (dilemedim).
Tabii ki orası ve burası birbirinin pilot bölgesi ya da kardeş mahallesi değil. Sadece orası olayı sonrası yaşadığım burasıyla orasının benzerliklerini yazmak istedim ben.
***
Orası olayı ile ilgili ortaya atılan teoriler hep biraz eksik kalıyor, bilmiyorum farkında mısınız? Olayı salt 58-42'nin malum sonuçlarından biri olarak görmek de bir o kadar eksik ve sosyal bilimlere küfür eder gibi. Ne demişti Elev Theron: "Sosyal bilimleri açın" (gülüyor).
***
Orası olayının bence hiç yazılmayan bir boyutu var. Extramücadele'nin işleri laik kesimi kızdıracak cinsten. Yani o camlara, kimin buzlukta taşlaştırılmış portakal atmasını beklerdin diye sorsalar, laiklerin derdim. Saldırganlar daha çok çember sakallı kesimden gibi duruyor. Saldırganları eleştiren ve olayı 58-42'ye indirgeyen bir kesim de saldırıya uğrayan galerideki sanat eserleriyle eleştirilen kesim. Ne garip ülke be, başlı başına performansız yeminle.
23 Eylül 2010 Perşembe
Dağ başı
Dağ başındasın
Derdin günün hasretlik
Akşam olmuş, güneş batmış
İçmeyip de ne halt edeceksin
Orhan Veli
21 Eylül 2010 Salı
Bir ilave..
Ara’nın alıntıladığı “Osman Sınav acilen özür dilemelidir!” bildirisini okuyunca, aklıma Murathan Mungan’ın ilkin 17 Mayıs 1992 de Öküz dergisinde, sonra da “Meskalin 60 Draje” kitabında yayınladığı yazısı geldi. Kısaltarak alıntılayıp, paylaşmak istedim...
“...İkinci örneğim gene aynı televizyon kanalında gösterilen adını hatırlamadığım bir Jean-Paul Belmondo filmiyle ilgili. Gece geç bir saatte yayınlanan bu filmde, işin içine cinayetlerin de karıştığı karmaşık bir olayı çözmek için sürekli etrafı araştıran Belmondo'nun yolu, "leader"ların devam ettiği bir "Gay" Klübe düşüyor. Yalnızca deri giyen, madeni aksesuarlar, zincirler, kelepçeler takan, vücut çalışmış, iri kıyım, maço görünüşlü gösterişli gay'lerin devam ettiği bu tür "leader" klüpler, dünyanın birçok yerinde vardır. Ve ben bile itiraf etmeliyim ki, birbirleriyle sıkıcı denebilecek ölçüde benzerlik gösterirler. Egemen davranış biçimi erkeksiliktir. Etrafı görmezden gelen gözlerle, özsever, kendine dönük bir tutum sergilemek buraların genel üslubudur.
Nitekim bu filmde de, Belmondo klübe girdikten sonra, bu "cinsel kültüre" yabancı seyirciler için birkaç planla buranın niteliği hakkında daha açık fikir verebilecek görüntüler sunuluyor: Tıpkı hayatta olduğu gibi, filmde de yarı ilahlar halinde ortalıklarda dolaşan, deri yelekler ya da deri üniformalar giymiş, birbirleriyle öpüşen, sevişen sert erkekler görüyoruz. Buranın nasıl bir yer olduğu hakkında kimsede en ufak bir kuşku bırakmayacak sahneler bunlar.
Belmondo, klüp görevlilerinden biriyle dalaşmaya başlayınca, filmin bu yazıya konuk olmasına neden olan Türk dehasıyla karşı karşıya kalıyoruz: Bizim Türkçe seslendirmeciler, bu deri üniformalar içindeki, sıkı vücut çalışmış, tuttuğunu koparır iri kıyım gay'i "Ay tatlım," diye söze başlayan bizim ayalı-boyalı kırık lübunyalar gibi konuşturmuşlar. Görüntüde sert hareketlerle Belmondo ile kapışan derili gay'imiz, nedense görüntüsüyle ve davranışlarıyla bağdaşmayacak bir biçimde nağmeli nağmeli konuşuyor... Bizimkiler, aslında Türkçe'ye değil, "kendi bildikleri dile" çevirmişler. Öteki'ni kodladıklan dile. Kendilerini içine hapsettikten sonra rahat ettikleri dile. Şimdi burada biraz soluklanmak gerekiyor. Çünkü basit görünen bu örnekte, birkaç katmanla karşı karşıyayız. İdeolojinin zarlanm kat kat açmak gerekiyor.
Hatırlayacaksınız: Daha geçtiğimiz günlerde, Batı klasiklerini, Müslüman çocuklan için okunabilir kılmak adına bazı kuruluşlarca, kitaplara nasıl müdahale edildiğine dair haberler yer aldı basında. Hiçbir şeyin "orijinal" haline tahammül edemiyoruz. Çünkü bizim istediklerimize benzemiyorlar. Bu yüzden de, kendi yargılarımızı doğrulayacak biçimde onlara müdahale etme hakkını kendimizde görüyoruz. Keserek, biçerek, tahrif ederek, çarpıtarak.
Bizim seslendirmeciler, belli ki, ürkmüşler filmdeki bu "gay atmosferden". Kendilerinden daha uzun boylu, daha yakışıklı, daha yapılı, daha bakımlı, daha erkeksi ve büyük olasılıkla daha büyük sikli bu erkeklerin eşcinsel olmalarını hazmedememişler; erkekliğin bütün kodlarını taşıyan, erkekliğe ilişkin temel imgeleri, sonuna kadar hatta biraz da abartarak kullanan, hatta bu yüzden kendi içindeki bazı çevrelerce de "maşist olmakla" suçlanan bu "gay dünya", onları çaresiz bırakmış, bütün silahlarını ellerinden almış, ellerindeki müdahale edebildikleri tek malzemeyi, yani "seslendirmeyi", ancak bildikleri bir dile, kadınsılaştırılmış bir ibneliğe dönüştürerek birkaç film sahnesiyle bile pek çabuk bozulan kendi hassas dengelerini yeniden kurmaya çalışmışlar. Yani batıdaki eşcinsel hareketin, erkekliğin bütün sert imgelerini kuşanmak ve gündelik ritüellerini kullanmak üzerine kurulu, yıllardır uygulayageldikleri, erkeklik imparatorluğunu kalesinin içinde vurmayı hedef alan genel eğrisinin ideolojik macerasını birkaç karelik bir film sekansında da olsa yeniden yenmek istemisler. Ne hazin bir çaba!”
20 Eylül 2010 Pazartesi
Osman Sınav acilen özür dilemelidir!
Basına ve kamuoyuna;
20 eylül 2010 pazartesi günü, Kılıç Günü adlı televizyon dizisinin yapımcısı Osman Sınav, htmagazin’den Mustafa Büyüksipahi’ye kılıç günü dizisindeki iki erkeğin yarı çıplak aynı yatakta bulunduğu sahne ile ilgili verdiği demeçte, "Bu sahneleri provoke amaçlı kullanmadık. Böyle bir amacımız olsaydı daha önceden görselleri basına verirdik. Hikâyemizde Firavun’un sarayından bahsediyoruz. Firavun’un sarayında böyle şeyler vardır. Bunlar gerçektir. Karakter tanımlaması yapıyoruz. İyiliği, bütün güzelliğiyle gösterebilmek için karanlığı da bütün çıplaklığıyla göstermek lazım. yoksa ‘iyi’ hissedilemez. Sığ kalır. Biz kimsenin cesaret edemediği şeyleri göstermeye çalışıyoruz. Ahlaksızlık propagandası yapmıyor, aksine o tip insanların profilini sergiliyoruz. Bu kişiler ve ahlâksızlıklarını gösterebilmek için ahlak sınırları dışına çıkmadan bir şeyler yapmak zorundayız,” beyanında bulunmuştur.
Türkiye toplumunun belli bir kesimini oluşturan eşcinseller, “genel ahlak” kodları üzerinden işleyen heteroseksist toplumsal düzen tarafından sistematik bir şekilde dışlanırken, nefret cinayetleri sonucu öldürülürlerken, istihdam ve eğitim alanlarında ayrımcılık ile karşılaşırken, Osman Sınav gibi bir ismin eşcinseller aleyhinde “ahlaksız” ve “karanlık” tanımlaması yapması en basit ifadeyle, toplumun diğer kesimlerini eşcinseller aleyhine kışkırtmakta ve düşmanlık yönünde tahrik etmektedir.
Sokak ortasında cinsel yönelimleri sebebiyle nefret suçlarına maruz kalan eşcinsellere yönelik bu sözler, basit bir fikir beyanı olarak kabul edilemez. Osman Sınav, nefret söylemi üretmiştir ve homofobisini açıkça sergilemiştir. Halihazırda homofobik ayrımcılık ve şiddet pratiklerinin yaygın şekilde eşcinselleri hedef aldığı bir toplumsal düzen içerisinde Osman Sınav’ın bu sözlerinin, bundan sonra eşcinsellere yönelik gerçekleşecek nefreti körükleyeceği açıktır.
Türkiye’deki lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüel dernekleri ve oluşumları olarak aşağıda imzası bulunan bizler, Osman Sınav’ı, Türkiye toplumunun belli bir sosyal kesimini oluşturan eşcinsellere yönelik bu sözleri sebebiyle acilen özür dilemeye çağırıyoruz.
Basına ve kamuoyuna saygıyla duyurulur.
17 Eylül 2010 Cuma
"Refere" andum ...
Referandum propaganda sürecinde “yandaş medya” olarak adlandırılan taraf, bazı sanatçıların da referandumda “evet” dediklerini haber konusu yaptı. Bunların içinde Nihat Doğan, İbrahim Tatlıses, Teoman’ın da olduğu yazıldı. Görece “daha aklı başında” olduğunu sandığımız “diğer medya” da aynı tuzağa düşerek İbrahim Tatlıses’in 1982 anayasasına da evet dediğini ve hatta Kenan Evren’in elini öptüğünü yazdı, bununla ilgili arşivlerdeki fotoğrafları kullandı. Anlaşılan referandumda birbirlerini “refere” almayı tercih etmişler.
Arkadaş kafanız yandaş olanlarınki kadar mı çalışıyor demek geldi içimden… Söylemeden edemedim…
16 Eylül 2010 Perşembe
Meselet-ül dil

TDK'nin 2008 yılında yaptığı en yeni güncellemeden bir tutam var aşağıda. Oldukça ilginç bir güncelleme. Gerçekten bu kadar da olmaz dedirten şeyler var bana göre. Listeyi oluştururken birkaç kriter baz aldım.
1) TDK'ye kesinlikle katılmadıklarım.
2) Zamanında sırf TDK böyle demiş diye -pek de içime sinmeden- savunduğum ama şimdi sanki TDK ile aynı zeminde buluştuklarım.
3) Aynı ya da benzer sözcüklerle oluşturulan birleşik sözcükler bazen bitişik yazılıyor bazen de benzer başka bir örnekte ayrı.
4) Daha önce de neden bitişik/ayrı yazıldığını anlayamadığım sözcüklerin şimdi hangi gerekçeyle bitişikken ayrı, ayrıyken bitişik yazılmaya başlandığı.
***
5) Dilde yapılan genel hatalar (rehber olur diye).
6) Yabancı sözcük kaynaklı yanlış bildiklerim.
7) Farklı anlamlarının olduğunu öğrendiklerim.
Dil meselesi bizde hep çok sorunlu bir mesele oldu ve gidişatın gösterdiği de bu konunun halledilemeyeceği yönünde. TDK'nin özerk olmaması ve her hükumet değişikliğinde kadrosunun değişmesi ve de yeni kadrolar oluşturulurken bilimsel kafalardan önce siyasi kafaların kriter alınması en büyük sorun tabii. Ama TDK yobazların elinde diye ya da Kenan Evren kurdurttu diye "bana ne ben onların dediği gibi yazmıyorum" demek de ne kadar doğru? Tamam TDK'yi Allah belleyelim demiyorum ama bizim, yazımı üzerinde hemfikir olmadığımız sözcüklerimizin sayısı hep bu kadar fazla olmak zorunda mı? Çok basit temellere dayanan sözcüklerin yazımında bile bazen ikiden fazla görüşün çıkması ya da "Sen Türk Dili okudun, bilirsin" lafları hiç bitmeyecek mi? İnsanın anadilini bilmesi için, basit bir sözcüğü bile doğru yazması için o konuda yüksek lisans yapması mı gerekecek illa?
Neyse, bu konu nasıl hallolur ya da kargaşa nasıl en aza iner, kendi görüşlerim şimdilik bende kalsın. Belki daha sonra tartışırız.
Amcaların son buyurgaçlarından ortaya karışık seçmece, buyrun:
12.00’de
19 Nisanda
1919 Ağustosunu
ada çayı
aklı sıra
alaca karanlık
alt yazı
ana vatan
anaokulu
anapara
ayırt et-
Ayşe teyze (akraba)
Ayşe Teyze (unvan)
Bakanlar Kurulunun
başörtü
baş örtüsü
başüstüne
bilim adamı
bilinçaltı
bilinç dışı
bir takım (sayı)
birtakım (belgisiz)
bire bir (ölçü)
birebir (etkili)
büyük anne
büyük baba
büyükbaş
büyükelçi
Canım Annem (hitap)
cır cır (geveze)
cırcır(fermuar-böcek)
çalı kuşu
çıt çıt (ses)
çıtçıt (kopça)
çok sesli
çok uluslu
defet-
deve kuşu
dil bilgisi
diz üstü
doğaüstü
düz yazı
eli böğründe (deyim)
eliböğründe (motif)
eli koynunda
eli kulağında
floresan
gerçeküstü
gerçek dışı
göz altı (somut)
gözaltı (soyut)
günbegün
hakim (hikmet sahibi)
hâkim (yargıç)
hayhay
hava yolu
havaalanı
her halde(mutlaka)
herhalde (belki)
ıstırap
iç işleri
içişleri (kanunda)
inisiyatif
kitapevi
konservatuar
Köksal Toptan Lisesine
kuru yemiş
Kuvayımilliye
Milliyet gazetesi
mütevazı (gösterişsiz)
mütevazi (paralel)
olağanüstü
oldubitti
orijinal
Orta Çağ
orta oyunu
öz eleştiri
öz geçmiş
özdeyiş
rast gel-
rastgele
Sayın Bakan
Sayın Rektör
tabi ki
toplum bilimi
toz şeker
Türk Dili dergisi
Türk Dili Dergisi dergisi
Uzak Doğu
üst geçit
var ol-
varsay-
varsayım
vatansever
vazgeç-
vejetaryen
yarıyıl
yer fıstığı
yer kabuğu
yeryüzü
yıl dönümü
yılbaşı
YKr’un
15 Eylül 2010 Çarşamba
IBM’DE İŞVEREN “GREV” DEDİ!
IBM çalışanlarının Toplu İş Sözleşmesi imzalamak amacıyla yaklaşık 3 yıl önce başlattıkları süreç geçtiğimiz Nisan ayında, hukuki mücadelenin çalışanlar lehine sonuçlanması ile birlikte görüşmelere başlama aşamasına gelmişti. Ancak, süreç hiç alışılmadık gelişmelerin ardından GREV aşamasına gelmiş bulunuyor.
Konuyu ilginç kılan ise GREV sürecinin Sendikamızın Grev kararı alması dışında, IBM yönetiminin “de GREV isteği ve tercihi doğrultusunda devam ediyor olmasıdır.
IBM tüm görüşmeler boyunca uzlaşmazlığın gerekçesi olarak sözleşmenin getireceği mali yükü ileri sürmüş, buna rağmen hiç bir istek üzerinde pazarlığa yanaşmamış ve alternatif öneri sunmamıştır. Son olarak da grev oylamasında “HAYIR” oyu verilmesine engel olmak amacıyla baskı yapması asıl amacın “IBM içerisinde çalışanların bir tüzel kişi olarak söz sahibi olmasının engellenmesi ve aynı zamanda bölgedeki diğer ülkeler için kötü(!) örnek olmasının önlenmesi” olduğunu göstermektedir.
IBM Türk, toplu sözleşme görüşmelerinin her aşamasında hiçbir madde üzerinde tartışmayan, süreci tıkayan, arabulucuya gidilmesini sağlayan tutanağı tek başına hazırlayan ve Çalışma Bakanlığına ileten taraf olmuştur. Bu süreçte Şirket temsilcisi olarak yetkilendirilenler, “yetkili” olduğunu ifade etmelerine karşın, hiç bir öneri getirmemişlerdir.
Arabulucu süreci de anlaşma sağlanamadan bitmiş fakat IBM işvereni bu süreçte sendikaya ve çalışanlarına sunmadığı karşı teklifi ve sürece dair görüşlerini arabulucuya hitaben sunmuş, ve bu teklifin “pazarlığa açık olmadığını” ifade etmiştir. IBM Türk’ün hazırlamış olduğu bu alternatif sözleşmenin bir maddesi IBM Türk’ün Sendikalaşma sürecine ilişkin tavrının net bir ifadesidir.
IBM Türk, verdiği teklifin 55. Maddesinde “Taraflar, değişen iş koşullarına ve piyasa uygulamasına istinaden işverenin mevcut herhangi bir işyeri uygulamasını/kurallarını herhangi bir zamanda tek taraflı olarak değiştirme hakkı olduğunu beyan ve kabul ederler” diyerek imzalanacak toplu iş sözleşmesi maddelerini hükümsüz kılmaya çalışmıştır.
Sendikamız öncelikli olarak sözleşmenin masada anlaşma sağlanarak sonuçlanması için çaba sarf etmiştir. Fakat IBM işvereninin uzlaşmaz tutumu nedeniyle süreç tıkanmış ve sendikamız yasal süreç gereği GREV kararı alarak 21 Temmuz'da işyerine asarak ilan etmiştir.
IBM çalışanları greve çıkmadan önce “TİS imzalamanın bir yolunu daha deneyelim, Yüksek Hakemden gelen toplu sözleşmeye razı olalım” diyerek topladıkları imzalarla Valiliğe müracaat etmişler ve işyerinde Grev oylaması istemişlerdir. Bölge çalışma Müdürlüklerinin kontrolünde İstanbul, Ankara ve İzmir İşyerlerinde 28 Temmuz'da grev oylaması yapılmıştır Buraya kadar belkide kulaklara yabancı gelmeyen bu gelişmelerin bundan sonrası akıl almaz bir şekilde gelişmiştir.
IBM Türk, oylamada hayır sonucunun çıkacağını ve bu durumda yüksek hakem kurulunun en azından çalışanları enflasyon karşısında koruyacak bir kararın çıkabilme olasılığına bile tahammül edememiştir.
IBM Türk Genel Müdürü izinde olanlar dahil olmak üzere tüm müdürleri şirkete geri çağırarak elemanları ile birebir toplantı yaparak oylamada “greve hayır” oyu vermelerini engellemelerini istemiştir.
IBM Türk Genel Müdürü çalışanlarla yaptığı toplantıda Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerinde anlaşmaya yanaşmayan tarafın Tez Koop-İş Sendikası olduğunu, IBM Türk’ün bir “charity organization” (hayır kurumu) olmadığını ve çalışanların kendilerini dünyadaki diğer ülkelerdeki IBM kuruluşları ile kıyaslamaması gerektiği söyleyerek IBM Türk çalışanlarını aslında hiç önemsemediklerini böylelikle ifade etmiştir.
Yapılan toplantılarda Genel Müdür çalışanlara oylamaya katılmayarak oy kullanmamaları yönünde tercih yapmaları temelinde konuşmalar yaparak çalışanları bizzat kendisi engellemeye çalışmıştır. IBM yönetimi diğer yandan çalışan listesini kabartarak bakanlığa sunmuş ve olası hayır oyunda %50 oranını yüksek tutmaya çalışmıştır.
Yıllardır yurtdışında çalışanlar ve fiilen oylamaya gelemeyecek olanlar oylamaya katılacak işçiler listesinde gösterilmiştir. 1-2 yıl gibi uzun süredir ücretsiz izinde olanlarda listede gösterilmiştir. İşveren Vekilleri TİS görüşmelerinde işvereni temsil edenler oylama listesinde gösterilmişlerdir. Öğrencilerde grev oylamasına katılacaklar listesine alınarak Çalışma Bakanlığı Bölge Çalışma Müdürlüğüne sunulmuştur.
Oylama esnasında da katılımı düşürmek ve fiilen oylamayı engellemek için oylama sandığı Genel Müdür ve İnsan Kaynaklarının bulunduğu 19. Kata kurulmuştur. Genel Müdür ve Genel Müdür Yardımcılarının da oylama yerinde bulunması çalışanlar üzerinde psikolojik bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Genel Müdür ve İnsan Kaynakları Müdürü tüm oylama süresince oylamaya yoğun katılımı olan bölümlerin müdürlerine baskılarını sürdürmüş ve elemanlarının oy kullanmalarını engellemelerini istemişlerdir.
O gün dünya devi IBM’de işçiler greve hayır demesinler diye işveren oy kullanmak üzere 19. kata gelen ve gelmeyen işçiler üzerinde adeta “mobbing” uyguladı. Hatta o gün oy kullanmaya son dakikada cesaret eden ve oy kullanmaya gelen bazı çalışanların yetkililer binadan ayrılana kadar, “konuşma” bahanesiyle müdür odalarında tutulduğu IBM çalışanları arasında hayret ve şaşkınlıkla karşılanmıştır.
IBM çalışanları, IBM işvereninin tüm engellemelerine ve baskısına rağmen yine de önemli bir oranda oylamaya katılım sağlamışlardır. 138 kişi oylamaya katılmış ve 137 çalışan greve Hayır demiştir. Fakat yasadaki yeterli çoğunluk sağlanamamıştır.
IBM şirketinin bazı Türk yöneticileri yurt dışından gelen talimatları harfiyen uygulamışlar, yıllardır birlikte çalıştıkları mesai arkadaşlarının anayasal haklarını kullanma taleplerini suç gibi göstererek grev oylamasına katılımı engellemiş ve işverenin gözüne girmişlerdir. Hatta bir kısmının terfi işlemleri hemen başlatılmıştır. Aslında oylama için itiraz edilecek pek çok konu olsa da IBM çalışanları bu kulvarda oyalanmak yerine Grev hazırlıklarına derhal başlamayı tercih ettiler bu nedenle de oylama sürecindeki şaibeli konulara ve oylamanın sonuçlarına itiraz etmediler.
IBM, sendikalı çalışanlarının Greve çıkmayacağını-çıkamayacağını düşünüyor ve bundan sonraki yapacaklarını bu senaryolar üzerine inşa ediyor. Baskı ve tehditle GREVE EVET çıkartmasının nedeni de budur.
138 IBM çalışanı her türlü baskı, tehdit veya rüşvete rağmen, işsiz kalmayı bile göze alarak, cesaretle sandık başına giderek toplu sözleşme elde etmek için tercihte bulundular.
İçerik itibariyle bir garip oylama olsa da IBM çalışanları işverenin tehditleri karşısında ciddi bir sınav verdiler ve IBM’e öyle ya da böyle toplu sözleşme istediklerini, sendikalı çalışmak istediklerini ve bunda ısrar ettiklerini oylama günü gösterdiler.
Toplu sözleşme süreci grev oylamasıyla kesintiye uğramış olsa da devam ediyor. 30 Temmuz itibariyle grev kararını uygulamak üzere 60 günlük süre başlamış bulunmaktadır.
IBM çalışanları bu kez IBM yönetiminin tercihi ve ısrarlı isteği üzerine GREV’e çıkacaktır. Grev uygulama tarihi sendikamız tarafından kamuoyuna ilan edilecektir.
TEZ-KOOP-İŞ SENDİKASI
İSTANBUL 5 NOLU ŞUBE
Konuyu ilginç kılan ise GREV sürecinin Sendikamızın Grev kararı alması dışında, IBM yönetiminin “de GREV isteği ve tercihi doğrultusunda devam ediyor olmasıdır.
IBM tüm görüşmeler boyunca uzlaşmazlığın gerekçesi olarak sözleşmenin getireceği mali yükü ileri sürmüş, buna rağmen hiç bir istek üzerinde pazarlığa yanaşmamış ve alternatif öneri sunmamıştır. Son olarak da grev oylamasında “HAYIR” oyu verilmesine engel olmak amacıyla baskı yapması asıl amacın “IBM içerisinde çalışanların bir tüzel kişi olarak söz sahibi olmasının engellenmesi ve aynı zamanda bölgedeki diğer ülkeler için kötü(!) örnek olmasının önlenmesi” olduğunu göstermektedir.
IBM Türk, toplu sözleşme görüşmelerinin her aşamasında hiçbir madde üzerinde tartışmayan, süreci tıkayan, arabulucuya gidilmesini sağlayan tutanağı tek başına hazırlayan ve Çalışma Bakanlığına ileten taraf olmuştur. Bu süreçte Şirket temsilcisi olarak yetkilendirilenler, “yetkili” olduğunu ifade etmelerine karşın, hiç bir öneri getirmemişlerdir.
Arabulucu süreci de anlaşma sağlanamadan bitmiş fakat IBM işvereni bu süreçte sendikaya ve çalışanlarına sunmadığı karşı teklifi ve sürece dair görüşlerini arabulucuya hitaben sunmuş, ve bu teklifin “pazarlığa açık olmadığını” ifade etmiştir. IBM Türk’ün hazırlamış olduğu bu alternatif sözleşmenin bir maddesi IBM Türk’ün Sendikalaşma sürecine ilişkin tavrının net bir ifadesidir.
IBM Türk, verdiği teklifin 55. Maddesinde “Taraflar, değişen iş koşullarına ve piyasa uygulamasına istinaden işverenin mevcut herhangi bir işyeri uygulamasını/kurallarını herhangi bir zamanda tek taraflı olarak değiştirme hakkı olduğunu beyan ve kabul ederler” diyerek imzalanacak toplu iş sözleşmesi maddelerini hükümsüz kılmaya çalışmıştır.
Sendikamız öncelikli olarak sözleşmenin masada anlaşma sağlanarak sonuçlanması için çaba sarf etmiştir. Fakat IBM işvereninin uzlaşmaz tutumu nedeniyle süreç tıkanmış ve sendikamız yasal süreç gereği GREV kararı alarak 21 Temmuz'da işyerine asarak ilan etmiştir.
IBM çalışanları greve çıkmadan önce “TİS imzalamanın bir yolunu daha deneyelim, Yüksek Hakemden gelen toplu sözleşmeye razı olalım” diyerek topladıkları imzalarla Valiliğe müracaat etmişler ve işyerinde Grev oylaması istemişlerdir. Bölge çalışma Müdürlüklerinin kontrolünde İstanbul, Ankara ve İzmir İşyerlerinde 28 Temmuz'da grev oylaması yapılmıştır Buraya kadar belkide kulaklara yabancı gelmeyen bu gelişmelerin bundan sonrası akıl almaz bir şekilde gelişmiştir.
IBM Türk, oylamada hayır sonucunun çıkacağını ve bu durumda yüksek hakem kurulunun en azından çalışanları enflasyon karşısında koruyacak bir kararın çıkabilme olasılığına bile tahammül edememiştir.
IBM Türk Genel Müdürü izinde olanlar dahil olmak üzere tüm müdürleri şirkete geri çağırarak elemanları ile birebir toplantı yaparak oylamada “greve hayır” oyu vermelerini engellemelerini istemiştir.
IBM Türk Genel Müdürü çalışanlarla yaptığı toplantıda Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerinde anlaşmaya yanaşmayan tarafın Tez Koop-İş Sendikası olduğunu, IBM Türk’ün bir “charity organization” (hayır kurumu) olmadığını ve çalışanların kendilerini dünyadaki diğer ülkelerdeki IBM kuruluşları ile kıyaslamaması gerektiği söyleyerek IBM Türk çalışanlarını aslında hiç önemsemediklerini böylelikle ifade etmiştir.
Yapılan toplantılarda Genel Müdür çalışanlara oylamaya katılmayarak oy kullanmamaları yönünde tercih yapmaları temelinde konuşmalar yaparak çalışanları bizzat kendisi engellemeye çalışmıştır. IBM yönetimi diğer yandan çalışan listesini kabartarak bakanlığa sunmuş ve olası hayır oyunda %50 oranını yüksek tutmaya çalışmıştır.
Yıllardır yurtdışında çalışanlar ve fiilen oylamaya gelemeyecek olanlar oylamaya katılacak işçiler listesinde gösterilmiştir. 1-2 yıl gibi uzun süredir ücretsiz izinde olanlarda listede gösterilmiştir. İşveren Vekilleri TİS görüşmelerinde işvereni temsil edenler oylama listesinde gösterilmişlerdir. Öğrencilerde grev oylamasına katılacaklar listesine alınarak Çalışma Bakanlığı Bölge Çalışma Müdürlüğüne sunulmuştur.
Oylama esnasında da katılımı düşürmek ve fiilen oylamayı engellemek için oylama sandığı Genel Müdür ve İnsan Kaynaklarının bulunduğu 19. Kata kurulmuştur. Genel Müdür ve Genel Müdür Yardımcılarının da oylama yerinde bulunması çalışanlar üzerinde psikolojik bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Genel Müdür ve İnsan Kaynakları Müdürü tüm oylama süresince oylamaya yoğun katılımı olan bölümlerin müdürlerine baskılarını sürdürmüş ve elemanlarının oy kullanmalarını engellemelerini istemişlerdir.
O gün dünya devi IBM’de işçiler greve hayır demesinler diye işveren oy kullanmak üzere 19. kata gelen ve gelmeyen işçiler üzerinde adeta “mobbing” uyguladı. Hatta o gün oy kullanmaya son dakikada cesaret eden ve oy kullanmaya gelen bazı çalışanların yetkililer binadan ayrılana kadar, “konuşma” bahanesiyle müdür odalarında tutulduğu IBM çalışanları arasında hayret ve şaşkınlıkla karşılanmıştır.
IBM çalışanları, IBM işvereninin tüm engellemelerine ve baskısına rağmen yine de önemli bir oranda oylamaya katılım sağlamışlardır. 138 kişi oylamaya katılmış ve 137 çalışan greve Hayır demiştir. Fakat yasadaki yeterli çoğunluk sağlanamamıştır.
IBM şirketinin bazı Türk yöneticileri yurt dışından gelen talimatları harfiyen uygulamışlar, yıllardır birlikte çalıştıkları mesai arkadaşlarının anayasal haklarını kullanma taleplerini suç gibi göstererek grev oylamasına katılımı engellemiş ve işverenin gözüne girmişlerdir. Hatta bir kısmının terfi işlemleri hemen başlatılmıştır. Aslında oylama için itiraz edilecek pek çok konu olsa da IBM çalışanları bu kulvarda oyalanmak yerine Grev hazırlıklarına derhal başlamayı tercih ettiler bu nedenle de oylama sürecindeki şaibeli konulara ve oylamanın sonuçlarına itiraz etmediler.
IBM, sendikalı çalışanlarının Greve çıkmayacağını-çıkamayacağını düşünüyor ve bundan sonraki yapacaklarını bu senaryolar üzerine inşa ediyor. Baskı ve tehditle GREVE EVET çıkartmasının nedeni de budur.
138 IBM çalışanı her türlü baskı, tehdit veya rüşvete rağmen, işsiz kalmayı bile göze alarak, cesaretle sandık başına giderek toplu sözleşme elde etmek için tercihte bulundular.
İçerik itibariyle bir garip oylama olsa da IBM çalışanları işverenin tehditleri karşısında ciddi bir sınav verdiler ve IBM’e öyle ya da böyle toplu sözleşme istediklerini, sendikalı çalışmak istediklerini ve bunda ısrar ettiklerini oylama günü gösterdiler.
Toplu sözleşme süreci grev oylamasıyla kesintiye uğramış olsa da devam ediyor. 30 Temmuz itibariyle grev kararını uygulamak üzere 60 günlük süre başlamış bulunmaktadır.
IBM çalışanları bu kez IBM yönetiminin tercihi ve ısrarlı isteği üzerine GREV’e çıkacaktır. Grev uygulama tarihi sendikamız tarafından kamuoyuna ilan edilecektir.
TEZ-KOOP-İŞ SENDİKASI
İSTANBUL 5 NOLU ŞUBE
13 Eylül 2010 Pazartesi
Turquie deux points
Neyse ki Umut Sarıkaya gibiler var da iki kelimeyi bir araya getiremediğim zamanlarda dayıyorum bir karikatürünü, bütün derdimi anlatıyor.
Şaka bir yana, bu karikatür her şeyi açıklıyor gerçekten. Tabii ki dün geceden bahsediyorum. Dokuzda bitmesi gereken seçim yasakları altı civarı tarih olunca saat sekize gelmeden bütün heyecanımız da bitti. Saat sekiz buçuk olmadan yüzde 58-42 oranını bile öğrendik. Bu işler en az gece 12'ye kadar sürmeli arkadaş, isyanım var.
Sandığa gitsin gitmesin, birçoğumuzun en büyük zevklerinden biridir televizyonda seçim sonucu seyretmek. Tıpkı Eurovision şarkı yarışması gibi. Her sene küfür edersin Bülend Özveren'in yorumlarına; ama final akşamı olduğu gün bütün randevularını iptal eder, çekirdeğini alır koşa koşa eve gelirsin (Ben hâlâ öyleyim de...). Televizyonda seçim sonucu seyretme zevki de kültürümüzün önemli bir parçasıydı bence. Şimdi gereksiz bir nostaljiye girip ayrıntılarda boğmayalım kimseyi, ayrıntının kralı için bkz. Ekşi Sözlük. Bu konuya dair son sözüm şudur ki; eski güzel günleri hatırlayıp/hatırlatıp da yeni neslin, aptal kutusunun esiri olduğunu söyleyenler, buyrun işte. O aptal kutusuna esaret yok artık ama o günleri bile özler olduk.
Bir diğer konu seçim yasakları. İlk seçim yasağı hangi seçimlerde ve neden uygulanmış bilmiyorum, merak da etmiyorum ama bana askerlikteki o ünlü bank nöbeti hikâyesinde olduğu gibi bir hikâyesi var izlenimi uyandırdı. Hani bankları boyatan komutan kimse oturmasın diye başına bir nöbetçi koymuş da tayini çıkıp gittikten yıllar sonra aynı yere döndüğünde hâlâ askerlerin bank nöbeti tuttuğunu görmüş, niye tuttuklarını bilmeden... Bugün çok düşündüm bu konu üzerine. Alkol yasağı dedim, acaba millet olarak içip içip siyaset konuşmayı sevdiğimiz ve seçim günleri propoganda yapmak yasak olduğu için mi? Bu düşüncemi paylaşınca kötü bir espri olarak algılandı çevremde. Sonra dedim, insanların içtikten sonra oy kullanılan yerlerde olay çıkarma olasılığı mı? Bu daha mantıklı geldi ama evinde alkol zulası yapanlar nasıl engellenebilir ki? Yani neden birilerinin içip içip olay çıkarmasıysa, alkol satışı yasağının seçimlerden bir ay önce başlaması gerekmez mi? Seçim günü alkol satılmıyor diye yasakların başlamasından bir saat önce evimize az zula yapmadık sonuçta. Hadi alkolü anlamasam da anladım diyelim? Ya kıraathanelerdeki çay kahve yasağı, oyun yasağı? Bir kişi şunun çıkıp makûl bir açıklamasını yapsın bana. Bundan 30 sene önce kıraathane ve çay bahçelerinde alkol satışı olduğunu biliyoruz. Acaba o zaman alkol satışını engelleyemediler de (bkz. levent kırca: enişte biraz daha koka kola koysana. adile naşit: bunlar da kolayla sarhoş oldu ayol)(*) çayı kahveyi kapsayan toptan bir yasak mı geldi?
Bilmiyorum, "seçim, referandumdan iyidir" yazmak için klavye başına oturmuştum. Konu nerelere gelmiş.
Haa bir de Türkiye-ABD basketbol maçına yetişelim diye yayın yasaklarını erken bitirdikleri de aklıma gelmedi değil hani.
12 Eylül 2010 Pazar
10 Eylül 2010 Cuma
Evet, bayram; hayır, baryam
Efendim, bayramın birinci günü itibariyle evimize akın eden eş dost, konu komşu, ahbap akraba trafiğinde bu bayram itibariyle ciddi bir tavır değişikliği sezmiş bulunuyorum. Bayram münasebetiyle epeyce rahatlamış olan İstanbul trafiğinin etkisi misafirlerimize olumlu tesir etmemiş, aksine yağmurlu bir cuma akşamı iş çıkışı saatinde Maslak istikametinden Beşiktaş’a doğru yol almak gafletinde bulunmuş gafillerin haksız öfkesiyle yunmuş idi misafirlerimiz.
Hoşbeş mümkün mertebe aceleye getiriliyor, ilk çaylar hışımla içilip, çay kaşıkları bardağa şiddetle bırakılıyordu. Sanki herkes bir an önce toplantı gündemine geçilmesini istiyordu. Gündem belli tabii, evet mi hayır mı :) sokaktaki adam kendini sokaktaki adamdan sorumlu hissederek sokaktaki adamın nabzını tutuyordu sanki nabzına bakılmayan boştaki eliyle.
Hiç ama hiç ıskalanmadı mevzu fakiranemizde, herkes kendi haklılığını önce dilinin döndüğünce, ardından da gözlerini döndüre döndüre anlatıp durdu mührü yanlış yere vuracağını düşünene ve tabii hiç ama hiç esamesi okunmadı mührü vurmayacakların. Akla mantığa sığmayacak bu tavrı konuşmaya lüzum görmedi hiç kimse, herkeslerin pek bir acelesi var efendim.
Ne şekerlemeler, ne tatlılar, dolmalar, börekler ikramı ne de bendenizin güler yüzü bu karıncalı ense muhabbetini gevşetmeye ve sonlandırmaya yetti, bu günü sevmedim yarına allah kerim :)
7 Eylül 2010 Salı
Kalem Tutulması

Ne zamandır bilmiyorum, bir şeyler yazmaya ilişkin tutukluk duygusuyla mücadelemi okuyarak ve izleyerek aşmaya çalışıyorum. Sürekli yazma hali de kaçınılmaz bir kendini tekrara sürüklüyor insanı. Bir de bunların üstüne didaktik yazma ve konuşma üslubundan bir türlü vazgeçememe durumu eklenince, uzun zamandır beni yüreklendirmeye çalışan Ara'nın da Asim TOT'un da yanında olamadım. Blog'ların giderek bağlamından bütünlükten yoksun bir yazma endüstrisi haline gelmesi durumu da ayrıca sıkıntılı geliyor bana (Horkmeimer'a selam olsun).
Birgünsonra'nın doğuş hikayesi "iki"ye ek olarak, ismin çıkış amacı Birgün'deki olamayanı birgünsonra'da bir gün sonrasında oldurmak ve olanı da 'böyle oluyor' diye Birgün'e duyurmaktı. Olmadı, vazgeçtik. Bundan sonrasında birgünsonra'da neyin, ne anlamda ve hangi gün oldurulacağını yeni kadrosuyla şekillendireceğiz şimdi, ne mutlu. Kendi kendinize değil, yürekten hoş geldiniz. Her ikisinin de varlığı problemli bilogör, kimin değil ki?
Senin Orhan Pamuk'un varsa...

Türkiye'de adı en zor söylenen ünlülerden(*) olan Eyşan Özhim'i birçokları "seksi fotoğrafları için tıklayınız" gazeteciliğinden tanısa da kendisi dikkate değer birkaç işte yer almış bir isim. Evet, Kutsal Damacana gerçeğini görmezden gelemeyiz ama Başka Semtin Çocukları'nda oynamış olmasını, kendi adıma önemli bir tavır sayarım.
Özhim, bir süredir haberkonseyi.com adlı internet sitesinde yazıyor. Blogumuza misafir olma nedeni ise son yazısında hislerimize tercüman olmasından kaynaklı. Lokantalarına Orhan Pamuk geldi diye boy boş afiş yaptıranlar tabii ki bu yazıyı görmezden gelecek. Onların görmezden geldiğini de benim gözlerine sokmam gerek, bir 'Adalı' olarak.
Buyrun yazıdan bir bölüm:
...
En üzücü gözüken ise Heybeliada! Yeme-içme konusu ya çok pahalı ya da çok kalitesiz. Birtakım yılışık, kılıksız adamlar "hello, buyurun kebap var, boş masa var" diye, ellerindeki menülerle yolunuzu kesip, hepsi boş duran masaları gösteriyorlar. Bu benim başıma iki gün içinde otuz kere geldi mesela! Göz aşinalığı ya da müşteriyi tanıma çabaları yok. Bu da yetmezmiş gibi oturduğunuz mekândan; saat 23.15 civarı kaldırılıyorsunuz. Etrafta başka müşteri kalmamışsa (Ramazan dolayısıyla belki), patron eve gitmişse, garsonlar gözünüze bakmıyor bile, direkt gelip, "yarın erken kalkacağız, hesabınızı getirdim!" deyiveriyorlar.
...
Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Piyangodan bilogörün 'yazın' halleri
Geçen hafta "İki" başlıklı yazıyla bu güzel blogun bir derdi aşikar oldu. Bölüşelim de bu üzüntü azalsın dedim. Ondan kaynaklı bir 'yanlış anlama' sonucu yazmaya başlıyorum. Baykal'ın CHP başkanlığına tekrar tekrar dönüşlerinde iki ayrı seferde de dilediği gibi: "Allah utandırmasın". Utandırıyor demek ki, dilemekle olmuyor. Demek ki ya Baykal'da bi problem var ya Allah'ın varlığında. Neyse, dağılmayalım... Madem piyangodan geldik, ne idüğüm belli olsun diye bu ilk yazıda az bu yandan yazayım istedim.
Ana-babadan en az birinin devlete sırtını dayadığı orta sınıf bir ailenin yine o zaman da 'piyangodan' gelmiş bir ferdi imişim. Sınıfımın alışkanlıklarını da, yaşantılarını da omuzlamışım.
Fırat gibi bir çocukluk sürüp, akabinde Umut Sarıkaya'nın Mutsuzluk tanımlarını kademe kademe tecrübe ettim. Türk tedrisat-ı âliyesinin bir Mankırtı olmaktan sıyırdım, kendimi tedavi ettim. Eskişehir'den göçüp Ankara'ya saplanan ailemin daha fazla sözünü dinlemedim, üniversiteden sonra darlanıp kendimi İstanbul'a attım. İyiki de atmışım. Okula devam ederken bir yandan iyi-kötü müzikle uğraştım. BÜFK, BGST, Ruhi Su Dostlar Korosu, ve başka müzikal dersler ve gösteriler derken iki senede şehrin benden emdiği kan ve iliğe karşılık, elimden geldiğince ben de ondan kırıntılar koparmaya çalıştım.
Sadede gelirsek, okuyup durduğum işlerden dolayı vaktim yazmadan çok çözmeye gitti. Okumadaki açlığımı doyurmaya çalıştıkça yazmam geldi. Ama çok pis geldi. Tutmak zorlaşınca orada burada ufak ufak yazmaya başladım. Müzikle başlayan merakımda, kültür denen olgunun diğer öğeleri eksik gelmeye başladı. Dile, etimolojiye, yemeğe, etnolojiye, mikrotarihe, mimariye merakım kabardı. Heves oldu işte ne biliyim. Blogda malumatfüruşluk yapmaya niyetim yok. Anlayıp yorumlayabildiklerimi yazayım istiyorum, anlamadıklarımı size sorarım.
Selamlar...
Ana-babadan en az birinin devlete sırtını dayadığı orta sınıf bir ailenin yine o zaman da 'piyangodan' gelmiş bir ferdi imişim. Sınıfımın alışkanlıklarını da, yaşantılarını da omuzlamışım.
Fırat gibi bir çocukluk sürüp, akabinde Umut Sarıkaya'nın Mutsuzluk tanımlarını kademe kademe tecrübe ettim. Türk tedrisat-ı âliyesinin bir Mankırtı olmaktan sıyırdım, kendimi tedavi ettim. Eskişehir'den göçüp Ankara'ya saplanan ailemin daha fazla sözünü dinlemedim, üniversiteden sonra darlanıp kendimi İstanbul'a attım. İyiki de atmışım. Okula devam ederken bir yandan iyi-kötü müzikle uğraştım. BÜFK, BGST, Ruhi Su Dostlar Korosu, ve başka müzikal dersler ve gösteriler derken iki senede şehrin benden emdiği kan ve iliğe karşılık, elimden geldiğince ben de ondan kırıntılar koparmaya çalıştım.
Sadede gelirsek, okuyup durduğum işlerden dolayı vaktim yazmadan çok çözmeye gitti. Okumadaki açlığımı doyurmaya çalıştıkça yazmam geldi. Ama çok pis geldi. Tutmak zorlaşınca orada burada ufak ufak yazmaya başladım. Müzikle başlayan merakımda, kültür denen olgunun diğer öğeleri eksik gelmeye başladı. Dile, etimolojiye, yemeğe, etnolojiye, mikrotarihe, mimariye merakım kabardı. Heves oldu işte ne biliyim. Blogda malumatfüruşluk yapmaya niyetim yok. Anlayıp yorumlayabildiklerimi yazayım istiyorum, anlamadıklarımı size sorarım.
Selamlar...
2 Eylül 2010 Perşembe
Açıl usum açıl...
Başbakan şubat ayında Dolmabahçe Sarayı'nda sanatçılarla "Demokratik Açılım" konusunu görüşmüş ve
''Sanatçıların bir adım daha öne çıkmasını, bir adım daha öne çıkarak demokratik açılım ve Türkiye'nin her türlü sorunu konusunda destek" istemiş.

Tarkan da bu cümleyi çok ciddiye almış olsa ki gidip Allianoi'de fotoğraflar çektirmiş, (la havle) üstelik de rahat durmayıp bir de "ne yazık ki bugün Allianoi'nin kumla kaplanması ve baraj suları altında bırakılması için çalışmaların başlatıldığını öğrendim. Allianoi'nin korunması gerektiğine dair alınan hukuk kararının uygulanmıyor olmasına çok üzüldüm." (töbee töbee)
Sen misin bunları diyen? Aynı hükümetin Bakanı Veysel Eroğlu, (Prof.Dr. unvanı da mı vardı acaba?)
"Orası 'Allianoi' değil. 'Allianoi' diye bir yer o kişinin uydurduğu bir kelimedir, bunu ben ispat ettim. Sanatçı arkadaş sanatıyla ilgilensin, herkesin bir ihtisası vardır. Herkes bilmediği bir konuya burnunu sokarsa çok yanlış olur" demiş.
Sağıma baktım, soluma baktım. Bi yerlerde gizli kamera şakası mı yapıyorlar diye arandım ama bulamadım... Aklıma meşhur emniyet müdürü "Hortum Süleyman" geldi. Bir mülakatında diyordu ki; "döverim ama severimde"
''Sanatçıların bir adım daha öne çıkmasını, bir adım daha öne çıkarak demokratik açılım ve Türkiye'nin her türlü sorunu konusunda destek" istemiş.

Tarkan da bu cümleyi çok ciddiye almış olsa ki gidip Allianoi'de fotoğraflar çektirmiş, (la havle) üstelik de rahat durmayıp bir de "ne yazık ki bugün Allianoi'nin kumla kaplanması ve baraj suları altında bırakılması için çalışmaların başlatıldığını öğrendim. Allianoi'nin korunması gerektiğine dair alınan hukuk kararının uygulanmıyor olmasına çok üzüldüm." (töbee töbee)
Sen misin bunları diyen? Aynı hükümetin Bakanı Veysel Eroğlu, (Prof.Dr. unvanı da mı vardı acaba?)
"Orası 'Allianoi' değil. 'Allianoi' diye bir yer o kişinin uydurduğu bir kelimedir, bunu ben ispat ettim. Sanatçı arkadaş sanatıyla ilgilensin, herkesin bir ihtisası vardır. Herkes bilmediği bir konuya burnunu sokarsa çok yanlış olur" demiş.
Sağıma baktım, soluma baktım. Bi yerlerde gizli kamera şakası mı yapıyorlar diye arandım ama bulamadım... Aklıma meşhur emniyet müdürü "Hortum Süleyman" geldi. Bir mülakatında diyordu ki; "döverim ama severimde"
1 Eylül 2010 Çarşamba
Yeniden başlasın...
Machu Picchu'nun "belirli gün ve haftalar"a itibar etmemesi gibi bendeniz de standart "hoş gelmiş" cümlelerinden sakınmaya çalışarak , kendimi bir yazarı olarak değil de bir üyesi olarak gördüğüm birgünsonra'nın bundan sonra daha aktif, daha çok yazan, daha çok okunan, zıpkın gibi, fişşek gibi (gene standarda kaydı cümle) bir blog olmasını diliyorum.

1 Eylül

Her ne kadar "belirli gün ve haftalar" muhabbetine pek itibar etmesem de - işin herkesin itiraz ettiği anlamına itirazın dışında, birilerinin doğduğum günü "Dünya Aids Günü" ilan etmesi de etkili oluyor maalesef - bu bloğun yepisyeni katkıcılarından biri olarak; hem bloğun doğum gününün hem de kapılarını yeni yazarlara açarak boyut değiştirdiği günün 1 Eylül'e denk gelmesi çok hoşuma gitti açıkçası. Artık rastlantı mıdır, yoksa maharetli başyazarımız Ara Bey'in tarih düşürmesi midir, orasını bilemiyorum.
Neyse efendim, lafı uzatmayayım. Kendi kendime hoşbuldum - bulacağım - bulacağız diyorum.
İki
BirGün'de çalıştığım dönem, yazılarım ve haberlerim mütemadiyen sansürleniyordu. Üstelik sansürcü abilerin yaptığı haberlerde de mantık ve teknik hatalar gırlaydı. Üzülüyorduk tabii. O zamanlar BirGün'den benim gibi ümidini kesmemiş Elev Theron'la gazete üzerine dertleşirken Sava Sıpataktikis, "Oğlum açalım bir blog, ne karışan ne eden olur. İstediğini yaz işte" dedi. Elev Theron da adını koydu: Birgünsonra. İşte bu blog fikri, Kadıköy Hacı Bekir'in önünde böyle doğdu, 1 Eylül 2008'de.
Sonraları başka dertlerimizin peşinde bloga pek de vakit ayıramadık. Zaten BirGün'ün mevcut kafayla hiçbir zaman düzelmeyeceğine sonunda ben de inandım (Elev Theron ne düşünüyor hâlâ bilmiyorum). Bana göre ortada eleştirip düzeltecek bir gazete kalmayınca (blogun amacı biraz da buydu, heyecan işte) hiç olmazsa hayata dair şeyler karalarım dedim ama düzensiz iş / işsizlik hayatı insanı fena tembelleştiriyor. Düzenli köşe yazdığım dönemdeki disiplini oturtamadım hiçbir zaman. Elev ve Sava da yaşam telaşına uğrayamadı bu sokağa doğru düzgün. 2 senede girilen post sayısı yüz küsurlarda işte. Gazeteye yazdığım ve bloga eklediğim 20 köşe yazısını düşünce ayda iki posta denk geliyor ortalama. Bunu bir de üç kişiye bölün.
Düzenli yazmayınca ve kırk yılın başı içip içip sarhoş kafayla klavyeye sarılınca, Ümit Besen güftelerinden hallice arabesk postlar çıktı ortaya. Bir nevi ağlama duvarı. Ne olursa olsun yazmak güzel şey ama insan bir yerden sonra yazdıklarının okunmasını, paylaşmayı istiyor. Hatta benim ilk düşüncem bu. Beğenilmek kadar "böyle yazı mı olur lan" laflarını da duymak güzel. Ama şu an bile, birine sesleniyormuş gibi bir hal içinde cümleler kursam da biliyorum ki Elev ve Sava dışında okuyanımız yok denecek kadar az.
Düşündük ki bizimle aynı dertten mustarip, kendi yazıp kendi okuyan arkadaşlarla kadroyu genişletelim. Biraz kavga, biraz eğlence belki; beki daha fazlası ama mutlaka paylaşmak. Fikir, fotoğraf, video ne olursa... Biraz hareket gelsin, şenlensin ortalık. Paylaşmayınca olmuyor. "Kendi yazıp kendi okuyanlar birleşin!"
Şu an için davetimize icabet eden Maria Puder, Asim Tot, Mpoulout Shirubabr, Machu Picchu, Necip Karaosmanoğlu (nam-ı diğer Necip Abi), Meşru Zeminyan ve Apama Nizar'a hoş geldin derken uçakları rötar yapan diğer arkadaşları da dört gözle beklediğimizi belirtmeden edemem.
Fikir babası Sava ve isim babası Elev'e selamı eksik etmeden herkese mutlu yıllar efendim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)