30 Kasım 2008 Pazar
İkitelli’ye inat; sabah üçte Mecidiyeköy'de (BirGün yazıları 16)
‘İkitelli’den gelecek özel araca binmeden tuvalete bile gitmeyen ‘büyük kalem’lerin karşısında dimdik duran ve Zeytinburnu-Kabataş tramvay hattını kullanan tüm basın emekçilerine...
Yüce basınımızın sanatsal sayfalarında, İsmail YK ile Ebru Yaşar’ın yaptığı düet kadar kendine yer bulmasa da; artık yılan hikâyesine dönen ‘kültür’ ve ‘turizm’in iki ayrı bakanlık olması meselesi, yine ucundan da olsa konuşuldu geçen hafta. Ama yine “beni bir sen anladın, sen de yanlış anladın” misali yanlış yerden konuşuldu. Konunun en yetkili ağızları bile ‘sorun’un kökenine inmedi, üstelik mevzuya sadece siyasi açıdan bakmakla yetindi.
‘Güzel ve yalnız ülke’nin topraklarını gezdikçe çok daha iyi anlıyorum ki eğitim sistemiyle birlikte daha ilkokul sıralarında eğitim verenlerin kafası da değişmedikçe, kültürün ve turizmin iki ayrı bakanlık olması hiçbir işe yaramaz. Kaba bir hesapla, çalışmaya şimdiden başlanılsa en az 25 sene var önümüzde. Bu saatten sonra eskilerin kafalarını değiştirmeye harcayacağımız mesaiyi ‘en az üç çocuk’ yapmaya harcarsak, yetişecek yeni nesille mevcut kafa kendiliğinden tarihe karışır. Üstelik onların çocukları, yani torunlarımızla da iyice pekişir.
Pazartesi pazartesi niye böyle abuk subuk esip gürlüyorum? Artık bir modaya dönüşen festival çılgınlığının son halkası, ‘İpek Yolu Film Festivali’ için Bursa’daydım hafta sonu. Geçen yıl ikincisi yapılan festivalden eser yoktu bu sene. Paraya kıyılmış, hiçbir masraftan kaçınılmamış ve ciddi bir profesyonel kadroyla yola çıkılmış; tebrikler. Gelin görün ki birçok şehrin düzenlediği çeşitli festivallerle aynı kafa hâkim Bursa’da da. Varsa yoksa para gelsin, şehir büyüsün, ekonomi düzelsin, küçük İstanbul olunsun… Dikkatinizi çekerim, burası bir de Bursa, Hakkâri falan değil...
Söyleye söyleye dilimde tüy bitti. Bir festival, ekonomik kalkınmadan önce kültürel kalkınmayı amaç olarak gütmediği sürece, o festivale konuk olarak mezarından Ayhan Işık’ı kaldırıp getirseniz, afedersiniz ama bir b.k olmaz o festivalden.
Bırakın da insanların, kendi vergileriyle düzenlenen festivallere katılabilmek için belediyede bir tanıdığı olmak zorunda kalmasın, şehrin gençlerine kendi filmlerini çekme olanakları sağlansın, elli tane ‘küçük dünyaları ben yarattım gazetecisi’ni ağırlamak yerine beş yüz elli tane sokak çocuğuna film seyrettirilsin, içlerinden elli tanesi sinemaya âşık olsun, aralarından da bir tanesi ünlü bir yönetmen olsun… İnanın bir şehir festivalle ancak böyle gelişir. Yoksa şehrin her şey dahil beş yıldızlı otellerinde gazeteci kaprisi çekmekle olmaz bu işler.
Saat şu an sabahın altısı. Haber Türk’te Kısa Devre programının tekrarı var. Programın sunucularından Pelin Batu iki kelimeyi bir araya getirip de düzgün tek bir cümle kuramadığı için özür diledi izleyicilerden. Az önce Bursa’dan gelmiş, yorgunmuş; doğrudur. Batu’yla aynı saatlerde dönmüş olmalıyız Bursa’dan. Ben bir de üstüne üstlük İstanbul’a gelince gazetemiz taşındığı için yardıma gittim yeni mekânımıza. Eve geldiğimde sabah üçe geliyordu saat. Pelin Batu gibi kısa devre yaptım sanırım. Yorgunum ve cümleleri toparlayamadığımın farkındayım. Batu’nun bahanesine bir de taşınma gerekçesi ekleyerek özür diliyorum ben de herkesten.
Peki haftada bir elime geçen yazı fırsatını böyle ‘harcamaya’ değer miydi? Evet, bence değerdi.
İlker Abi’nin çekmece temizlediği, Begüm’ün monitör taşıdığı, her yükün altına giren Oktay’ın bacaklarının tutmaz hale geldiği, bu gazete elinize ulaşsın diye sabahın şu saatinde hâlâ birilerinin deli gibi çalıştığı ve şu an adlarını sayamadığım nice uykusuz, yorgun arkadaşla aynı gazetede olduğum için bir kez daha kendimi şanslı hissettim ben.
24 Kasım 2008 Pazartesi
Adalılar türkü söyler (BirGün yazıları 15)
İstanbul’un siniri, stresi malumunuz. Ben de biraz kafa toplamak, temiz hava almak ve uzun süredir görmediğim adalı arkadaşları görmek niyetiyle cuma günü gazeteden çıkınca koşa koşa Kabataş’taki Adalar iskelesine gittim. Üç kuşaktır Heybeli‘adalı’ olduğumuz için az çok havadan, denizden anlarım. Cuma sabahı Kurtuluş’taki evden çıkarken de anladım havanın lodosa döndüğünü ama akşam için moralimi bozmadım hiç. Ne yapıp edecektim ve adaya gidecektim.
Akşam gazeteden çıktığımda lodos etkisini artırmıştı ama dedim ya, koşa koşa gittim Kabataş’a. İskeledeki durum beklediğim gibiydi. Adalar seferi iptal olmuş ve yüzlerce adalı iskelenin önünde homurdanıyordu. Çok da haklılar homurdanmakta. Eskiden nice fırtınada çalışırdı ada vapurları ama şehir hatları İDO’ya bağlandıktan sonra en küçük havada çalışmaz oldu vapurlar. (Onlarca yıllık deneyimli kaptanların, adalıları tehlikeye atma heveslisi oldukları için değil tabii ki; bir tane vapurun battığı görülmemiş tarihte… Deneyimsiz kaptanlarımız dümdüz havada bile vapuru iskeleye yanaştıramıyorlar, lodoslu havada nasıl yapacaklar bu işi, onlar da haklı)
İskelede en az iki yüz kişi isyan ediyor. Herkesin gidecek bir yeri var ama yarın cumartesi… Bir haftanın yorgunluğu, sabah adada uyanmadıkları sürece geçmez ki bu insanların. Ben de çok eleştirilmişimdir bu konuda, cuma geceleri son vapura yetişmek için içki masasından zart diye kalkmam nedeniyle ama; adalı olmayan anlamaz. Neyse…
İsyan eden kalabalıkla Beşiktaş’a geçip Bostancı otobüslerine doluştuk. En azından Bostancı’dan motorlar kalkıyordur diye… Bostancı’ya geldiğimizde, iskelede dört tane polis arabası vardı. Eyvah dedim, yine olay çıkmış.
Heybeli’den Engin Dayı, yanına Burgazadalı üç genci alıp kaptana gitmiş, kaldır vapuru diye. Kaptan, İDO’nun yeni ‘çember sakal’lılarından ama yine de Nuh diyor, ‘peygamber’ demiyor. Bir de üstüne üstülük korkup polisi aramış kaptan köşkünü adalılar bastı diye. Tabii iskele birbirine girmiş biz gelmeden önce. Bostancı’da biriken üç yüze yakın adalı polisin elinden almış bizim adalıları ama ortam gergin hâlâ. Bizim gelmemizle beş yüzü geçti sayı. Polisler taş çatlasın on kişi. Bir fırsattan istifade, iskele görevlileri de kapadı kapıları, kaldık mı sahilde dımdızlak? Yaklaşık altı yüz sinirli adalı ve on polis… Polislerin bir el copta hazır bekliyor ama kolay mı ‘adalı’ya girişmek? Derken telefon görüşmeleri falan, Kartal’dan adalara motor kalkacağı söylentisiyle dolmuşlarla Kartal’a gittik. Bizden önce DHA kameramanı gelmişti. Âdetimizdir, kamerayı gören sövmeye başladı yine. Kaptanlara, İDO’ya; sanki küfürleri televizyonda yayımlanacakmış gibi… En güzel lafı Kınalı’dan ‘Kesköse Rıfat’ etti. “Cahil Tayip adalara gelmesin, ona oy verenin elleri kırılır” diye. Abi dedim, her şeyi anladım da ‘cahil’ kısmı ne oluyor? Rıfat Abi okumuş adamdır, Aracığım diye başladı: “Sen koskoca ülkenin başbakanısın, Dağlarca diye bilmem kimin şiirini okuyorsun, yetmezmiş gibi Haçlı Seferi’ne katılan Cervantes’i Mevlana’yla bir tutuyorsun. Mevlana “ne olursan ol gel” demiş, ben de “ne olursan ol git” diyorum, kötü mü ediyorum? “Benim de cahilliğime ver abi, bilmiyordum” dedim, uzaklaştım yanından.
Motor kalktı ve en küçük bir kusmuk olayı yaşanmadan sürdü yolculuk. Delil olsun diye fotoğraf makinemin kamerasını da açık tuttum yol boyunca.
Yolcu motorunun bile sallanmadığı bir denizde vardık adaya. Yolda şarkılar, türküler tabii… Şarkı, türkü söylemek en büyük zevklerindendir adlıların. Çökertmeden girip Çav Bella’dan çıkarlar mutlaka. Yine öyle oldu. “Ara’nın da sesi güzeldir” diye atıldı ortaya ‘Kral Faruk’. Kıramadım, iki türkü de ben patlattım. Ardından Cideli Maksut’la ilkokul aşkı Talin aldı sazı eline. Eski âşıklardan peşpeşe gelen düetlerle son buldu yolculuk.
Bu lodos bana bin beş yüzüncü kez gösterdi ki; İstanbul’un, Türkiye’nin faşizmine inat, adalılar inatla bir arada.
Darısı herkesin başına…
Not: Beni Sorosçu ve faşist olmakla itham eden okuruma: Mizahi parıltılarla dolu e-posta bir harikaydı. Sen beni güldürdün, Allah da seni güldürsün. Amen!
Akşam gazeteden çıktığımda lodos etkisini artırmıştı ama dedim ya, koşa koşa gittim Kabataş’a. İskeledeki durum beklediğim gibiydi. Adalar seferi iptal olmuş ve yüzlerce adalı iskelenin önünde homurdanıyordu. Çok da haklılar homurdanmakta. Eskiden nice fırtınada çalışırdı ada vapurları ama şehir hatları İDO’ya bağlandıktan sonra en küçük havada çalışmaz oldu vapurlar. (Onlarca yıllık deneyimli kaptanların, adalıları tehlikeye atma heveslisi oldukları için değil tabii ki; bir tane vapurun battığı görülmemiş tarihte… Deneyimsiz kaptanlarımız dümdüz havada bile vapuru iskeleye yanaştıramıyorlar, lodoslu havada nasıl yapacaklar bu işi, onlar da haklı)
İskelede en az iki yüz kişi isyan ediyor. Herkesin gidecek bir yeri var ama yarın cumartesi… Bir haftanın yorgunluğu, sabah adada uyanmadıkları sürece geçmez ki bu insanların. Ben de çok eleştirilmişimdir bu konuda, cuma geceleri son vapura yetişmek için içki masasından zart diye kalkmam nedeniyle ama; adalı olmayan anlamaz. Neyse…
İsyan eden kalabalıkla Beşiktaş’a geçip Bostancı otobüslerine doluştuk. En azından Bostancı’dan motorlar kalkıyordur diye… Bostancı’ya geldiğimizde, iskelede dört tane polis arabası vardı. Eyvah dedim, yine olay çıkmış.
Heybeli’den Engin Dayı, yanına Burgazadalı üç genci alıp kaptana gitmiş, kaldır vapuru diye. Kaptan, İDO’nun yeni ‘çember sakal’lılarından ama yine de Nuh diyor, ‘peygamber’ demiyor. Bir de üstüne üstülük korkup polisi aramış kaptan köşkünü adalılar bastı diye. Tabii iskele birbirine girmiş biz gelmeden önce. Bostancı’da biriken üç yüze yakın adalı polisin elinden almış bizim adalıları ama ortam gergin hâlâ. Bizim gelmemizle beş yüzü geçti sayı. Polisler taş çatlasın on kişi. Bir fırsattan istifade, iskele görevlileri de kapadı kapıları, kaldık mı sahilde dımdızlak? Yaklaşık altı yüz sinirli adalı ve on polis… Polislerin bir el copta hazır bekliyor ama kolay mı ‘adalı’ya girişmek? Derken telefon görüşmeleri falan, Kartal’dan adalara motor kalkacağı söylentisiyle dolmuşlarla Kartal’a gittik. Bizden önce DHA kameramanı gelmişti. Âdetimizdir, kamerayı gören sövmeye başladı yine. Kaptanlara, İDO’ya; sanki küfürleri televizyonda yayımlanacakmış gibi… En güzel lafı Kınalı’dan ‘Kesköse Rıfat’ etti. “Cahil Tayip adalara gelmesin, ona oy verenin elleri kırılır” diye. Abi dedim, her şeyi anladım da ‘cahil’ kısmı ne oluyor? Rıfat Abi okumuş adamdır, Aracığım diye başladı: “Sen koskoca ülkenin başbakanısın, Dağlarca diye bilmem kimin şiirini okuyorsun, yetmezmiş gibi Haçlı Seferi’ne katılan Cervantes’i Mevlana’yla bir tutuyorsun. Mevlana “ne olursan ol gel” demiş, ben de “ne olursan ol git” diyorum, kötü mü ediyorum? “Benim de cahilliğime ver abi, bilmiyordum” dedim, uzaklaştım yanından.
Motor kalktı ve en küçük bir kusmuk olayı yaşanmadan sürdü yolculuk. Delil olsun diye fotoğraf makinemin kamerasını da açık tuttum yol boyunca.
Yolcu motorunun bile sallanmadığı bir denizde vardık adaya. Yolda şarkılar, türküler tabii… Şarkı, türkü söylemek en büyük zevklerindendir adlıların. Çökertmeden girip Çav Bella’dan çıkarlar mutlaka. Yine öyle oldu. “Ara’nın da sesi güzeldir” diye atıldı ortaya ‘Kral Faruk’. Kıramadım, iki türkü de ben patlattım. Ardından Cideli Maksut’la ilkokul aşkı Talin aldı sazı eline. Eski âşıklardan peşpeşe gelen düetlerle son buldu yolculuk.
Bu lodos bana bin beş yüzüncü kez gösterdi ki; İstanbul’un, Türkiye’nin faşizmine inat, adalılar inatla bir arada.
Darısı herkesin başına…
Not: Beni Sorosçu ve faşist olmakla itham eden okuruma: Mizahi parıltılarla dolu e-posta bir harikaydı. Sen beni güldürdün, Allah da seni güldürsün. Amen!
Basın da 'modaya uydu'
Dün oynanan Trabzon - Sivas maçından sonra sporun başlığını ben atmak istedim ve dedim ki “Trabzon da modaya uydu”. Çünkü önceki gün Fener’in ve Galatasaray’ın maçları da 0-0 bitmişti Trabzon maçı gibi. Sabah gazeteye gelip diğer gazetelere bir baktım ki ne göreyim?
Yeni Şafak: “Trabzon da modaya uydu”
Vatan: “Modaya uydu”
Taraf: “Trabzon modaya uydu”
Radikal: “Trabzonspor da modaya uydu”
23 Kasım 2008 Pazar
Süper babaanne

20 Kasım 2008 Perşembe
Gani'den yine 'müjde' yok

Mustafa’nın ardından -en azından reklam için bile olsa- çok tartışılacak bir film girecek bu hafta sonu gösterime: Osmanlı Cumhuriyeti.
Gani Müjde’ye olan önyargımın (önceki örnekler ortada) etkisi var mı bilmiyorum ama sevmedim ben. Ne kadar ‘tam bağımsız’ bir ülke hayaliyle yanıp tutuşsam da sevmedim, zorla mı?
İlk kez bir film ile ilgili düşüncelerimi, filme dair hiçbir yorumu okumadan yazacağım. Kopuk kopuk olacak biliyorum ama sonradan unuturum, şimdiden kaleme alalım.
Yıl 1888, Selanik. Film, tarlada karga kovalayan bir çocuğun (Mustafa’nın ta kendisi) görüntüleriyle başlıyor. Ağaçtan düşüyor Mustafa ve ölüyor.
Oradan günümüze geliyoruz. 2008, İstanbul. Kurtuluş Savaşı yaşamamış bir ülkenin başkenti. Cumhuriyet kurulmuş ama sembolik de olsa hilafet sürüyor. Tahtta 7. Osman (Ata Demirer). Ülke Amerakan mandası altında. Her yerde Amerikalılar. Erinden komutanına kadar herkes Osmanlı’da. Türkçe öğrenmiş bir Amerikalının konuştuğu kadar konuşuyorlar Türkçeyi, aksan olmamış, çok abartı. Amatör bir tiyatro grubunun oyunundayım izlenimi verdi bana.
Kimse iplemiyor padişahı. O bize anlatılan astığı astık padişahlardan eser yok ortada. Zabitler makam arabasını çekiyorlar örneğin ya da yolda trafik polisi çevirip ‘sakal’ isteyebiliyor. Hadi absürt komedi diyelim geçelim, gülmüyoruz o ayrı.
Filmde günümüze ciddi göndermeler var. Bağımsızlık ruhumuza hitap ediyor ama bunu fazla milliyetçi bir söylemle yapıyor. Böylece her kesimden orta halli izleyiciyi mutlu edebiliyor film, edecek daha doğrusu. İki yerde Tayyip’e gönderme var ki biri klasik örtünme/kapanma mevzularına, diğeri de Mehmet Barlas’ın aldığı o ünlü ‘makas’a... Onun dışında Türkiye’den kimsenin canını acıtmıyor Gani Müjde.
Ciddi göndermeler var dedik ya, Osmanlı’nın hali gayet bir Türkiye profili aslında. Şu anki Türkiye’den tek farkı resmi kıyafetli Amerikalı askerlerin sokaklarda gezmesi. Yoksa şu an da Amerika mandası altında olmadığımızı kimse iddia etmesin.
Tabii iş Amerika ile bitmiyor. AB’ciler ciddi baskı yapıyor hükümetteki AB yanlılarına. AB’ye alsınlar diye tek bir imza ile Heybeliada Yunanistan’a verilmeye çalışılıyor örneğin. Tabii ki Heybeliada aslında Kıbrıs. İmzalar atılırken padişah toplantı salonunu basıp anlaşma kâğıtlarını yırtabiliyor “sen kimin adasını kimsen alıyorsun” edasıyla. Bu sahnede Kıbrıs’ı düşünüp çok çok alkışlayacağı kesin izleyicinin. Hele Türkiye’nin 74’ten beri Kıbrıs’ı işgal etmesinin bu kadar meşru bir zemine oturtulduğu bir ülkede...
‘AB Osmanlı Masası’ sorumluları da “bu agresifliğinizle AB’ye giremezsiniz” diyor. Padişah tam da içimizin yağlarını eriten bir yanıt veriyor “şimdi sana sağlı sollu bir girerim” diye... Ne de olsa absürt komedi. Var mı böyle delikanlı biri şu an?
Filmde direnişçiler de var tabii. Bağımsız Osmanlı diye slogan atan gruplar, Ankara kasabasında, evet kasabasında bir kahvede abuk subuk planlar yapan bağımsızlık yanlıları vs...
Ayrıntısına girmeyelim, bir de Vildan Atasever var. Mektep-i Nefise öğrencisi... Sonradan, saraya sızmaya çalışan bir direnişçi olduğunu öğrendiğimiz Vildan kızımız, film bu ya âşık oluyor padişaha. Tabii karşılıklı her şey. Bağımsızlığa o kadar bağlı ki kızımız, filmin sonunda (yine nedenine ve ayrıntısına girmiyorum) şehri terk edecek olan padişahın peşine takılabiliyor, bütün ideallerini bir anda bırakıp...
Padişah, yerine geçen minicik Arda Mehmet’e nasihat veriyor son sahnelere doğru. Unutma diyor, sen Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni’nin torunusun. Çok isterdim bir de Deli İbrahim demesini ama demiyor, diyemiyor belki de Gani Müjde.
Son iki anekdot. Vildan, padişahı teselli ederken padişah ne desin beğenirsiniz? “Bu adamlar ilk geldiğinde, biri çıkıp da ‘geldikleri gibi giderler’ dememiş ki...” Biri demiş de şimdi o yüzden bağımsız bir ülkeyiz mesajını alıyoruz hemen. Burada Gani Müjde’ye bir şiir armağan ediyorum. (*)
Son olarak aklıma Murat Yaykın’ın köşe yazılarından birinde bahsettiği bir anekdot geldi filmi izlerken. (**) Film orada benim için bitiyor.
Ve final... İzleyiciyi rahatlatan final geliyor. Ayıp olmasın, o kadarını da söylemeyeyim.
(*) ”Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
“Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
“Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
(**)Yıllar önce seyrettiğim, Dostlar Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu Bertolt Brecht’in Galilei Galileo oyununun birinci perdesi şöyle bitiyordu: Galilei engizisyon mahkemesi tarafından yakılmaktan yalnızca bir şekilde kurtulacaktır. O da dünyanın güneş etrafında döndüğünü inkâr ederek. Ve inandıklarını inkâr ederek yakılmaktan kurtulur. Yıllarca birlikte çalıştığı yamağı şu sözlerle Galilei’yi kınar:
...
18 Kasım 2008 Salı
Benim derdim başka (BirGün yazıları 14)
Bu okuduğunuz on dördüncü yazım. İlk kez bu hafta, bir türlü başlayamadım yazıya. Daha doğrusu başladım, sildim, başladım sildim… Yazma dedim defalarca ama dayanamıyorum, yazacağım. Gezi yazısı yazmayacağım diye söz vermiştim kendime lakin adı ‘gezici’ olan bir festivale katılıp da iki laf etmemek olmaz. İçiniz rahat olsun, gezip gördüklerimi anlatmayacağım, Gezici Festivali de… Benim derdim başka.
Söylemesi ayıp, Kars’taydım geçtiğimiz hafta, ‘Gezici Festival’ için… İşim gereği, katıldığım festivallerin sayısını ben de hatırlamıyorum artık. Sanatın çeşitli dallarında düzenlenen festivaller için gitmediğim yer kalmadı desem abartı olur belki. Çok yer görmüş sayılmam ama çok insan tanıdım bu festivaller sayesinde. Gelin görün ki bu sinemacı camiası gibisini görmedim. Evet, ressamların, tiyatrocuların ve de en fazla edebiyatçıların kaprislerine, hatta ‘uyuzluk’ derecesine varan tavırlarına şahit oldum defalarca ama sinemacılar bir başka be kardeşim. Nereden başlasam bilemiyorum ki...
Her şeyden önce, bu sinema camiası çok acayip hizipçi oluyor. Hizipin başı tabii ki sinemayı icra eden kişiler. Yönetmenler, oyuncular, senaristler ve diğer teknik ekipten söz ediyorum. Burunlarından kıl aldırmayan bu isimler tabii ki festivallerin olmazsa olmazları. Onlar gelecek ki şehirlerin, festivallerin adı duyulacak, reklam olacak, turizme katkı(!) olacak. Haklarını yemeyelim, ‘bazıları’ gibileri oteldeki sabah kahvaltısına bile makyajla teşrif ederken ‘bazıları’ gibileri de ortalıkta eşofmanla terlikle gezmekte bir sakınca görmüyor. Tabii ikinci ‘bazılar’ azınlıkta. Bu ikinci bazılarla fotoğraf da çektirirsiniz, imza da alırsınız, muhabbet de edersiniz hatta süklüm püklüm bir gazeteci olmanıza karşın röportaj bile yaparsınız. Oysa diğer çoğunluğun yanına bile yaklaşamazsınız. Çok ünlü bir oyuncu yere telefonunu düşürse ve siz “bilmem ne hanım, telefonunuzu düşürdünüz” deseniz, dediğinize pişman ederler sizi. Hatta siz söylediğiniz için o telefonu yerden almaz, orada bırakırlar. Tecrübeyle sabittir.
Bir diğer grup ise sinema yazarları, eleştirmenler... Bu grubun sinemacılardan bir farkı olmadığı gibi bazen sanki filmi çeken ya da filmde oynayan kendileriymiş gibi ortalıkta gezindiklerine de şahit olursunuz.
Sanki Türkiye’de milyonlarca insan gazete okuyor ve sinemaya gidiyormuş da sinemaya gitmeden önce, bu yazarlar ne yazmış diye deli gibi merak edip yazıları okumadan sinemaya gitmiyorlarmış havaları yok mu; öldürüyor beni. Kaleminiz o kadar kuvvetliydi de yerden yere vurduğunuz filmlere milyonlar giderken göklere çıkardığınız filmlerin gişe sayısı neden binlerde geziniyor hiç düşündünüz mü? İsteyen olursa, yanıtı bende var.
Yazarlar arasında bir de özel bir grup var. Onlar çok özel gerçekten. Bir filmin basın gösteriminden çıkıp “bu ne lan, bi bok anlamadım” deyip, film yurtdışında iki ödül alınca “hımmmm yönetmen bu filmde ‘aslında’ bizi şunu anlatmak istiyor” diye lafa başlayan isimlerden bahsediyorum. Birgün kafamdaki filmi çekebilirsem eğer, bu kesinlikle absürt komedi olacak ve bu yazarları işleyeceğim filmimde, yeminle… Parası, ekipmanı, kadrosu olan ama ne çekeceğini bilmeyenler varsa aranızda, senaryonuz benden.
Sinema camiası kategorisinde olmasalar da bir de sürekli film festivallerinde boy gösteren gazetecilerden söz etmek gerek. Bir tane sinema yazısı yazmaz bu gazeteciler. Normal gösterimleri bırakın, basın gösterimlerinde bile görmezsiniz kendilerini. Hatta, iyi bir şey değil ama evlerine korsan DVD bile almazlar. Gelin görün ki sinemacılarla yapılan bütün röportajlarda ve haberlerde onların imzasını görürsünüz. Çalıştıkları basın yayın organının olmazsa olmazlarıdır bu isimler. Gazeteleri el değiştirir, yayın politikaları yüz seksen derece değişir, genel yayın yönetmenleri gider, onlar gitmez. Bir numaradır onlar. Birçok genç gazetecinin ya da gazeteci adayının da idolüdürler. Sinema sektörü onlarsız düşünülemez.
Aslına bakarsanız sözümü tutmuş sayılırım. Festivale, Kars’a, Ani Harabeleri’ne, Arpaçayı’nın yüz metre ötesinden bize el sallayan Ermeni askerlerine, iki sınırı bir zamanlar birbirine bağlayan yıkılmış köprüye, yöresel yemeklere ya da Rusların yaptığı mükemmel evlere dair tek kelime etmedim, etmeyeceğim de… Kars’ı kesinlikle görmek gerek o ayrı konu; ama dedim ya, benim derdim başka.
Söylemesi ayıp, Kars’taydım geçtiğimiz hafta, ‘Gezici Festival’ için… İşim gereği, katıldığım festivallerin sayısını ben de hatırlamıyorum artık. Sanatın çeşitli dallarında düzenlenen festivaller için gitmediğim yer kalmadı desem abartı olur belki. Çok yer görmüş sayılmam ama çok insan tanıdım bu festivaller sayesinde. Gelin görün ki bu sinemacı camiası gibisini görmedim. Evet, ressamların, tiyatrocuların ve de en fazla edebiyatçıların kaprislerine, hatta ‘uyuzluk’ derecesine varan tavırlarına şahit oldum defalarca ama sinemacılar bir başka be kardeşim. Nereden başlasam bilemiyorum ki...
Her şeyden önce, bu sinema camiası çok acayip hizipçi oluyor. Hizipin başı tabii ki sinemayı icra eden kişiler. Yönetmenler, oyuncular, senaristler ve diğer teknik ekipten söz ediyorum. Burunlarından kıl aldırmayan bu isimler tabii ki festivallerin olmazsa olmazları. Onlar gelecek ki şehirlerin, festivallerin adı duyulacak, reklam olacak, turizme katkı(!) olacak. Haklarını yemeyelim, ‘bazıları’ gibileri oteldeki sabah kahvaltısına bile makyajla teşrif ederken ‘bazıları’ gibileri de ortalıkta eşofmanla terlikle gezmekte bir sakınca görmüyor. Tabii ikinci ‘bazılar’ azınlıkta. Bu ikinci bazılarla fotoğraf da çektirirsiniz, imza da alırsınız, muhabbet de edersiniz hatta süklüm püklüm bir gazeteci olmanıza karşın röportaj bile yaparsınız. Oysa diğer çoğunluğun yanına bile yaklaşamazsınız. Çok ünlü bir oyuncu yere telefonunu düşürse ve siz “bilmem ne hanım, telefonunuzu düşürdünüz” deseniz, dediğinize pişman ederler sizi. Hatta siz söylediğiniz için o telefonu yerden almaz, orada bırakırlar. Tecrübeyle sabittir.
Bir diğer grup ise sinema yazarları, eleştirmenler... Bu grubun sinemacılardan bir farkı olmadığı gibi bazen sanki filmi çeken ya da filmde oynayan kendileriymiş gibi ortalıkta gezindiklerine de şahit olursunuz.
Sanki Türkiye’de milyonlarca insan gazete okuyor ve sinemaya gidiyormuş da sinemaya gitmeden önce, bu yazarlar ne yazmış diye deli gibi merak edip yazıları okumadan sinemaya gitmiyorlarmış havaları yok mu; öldürüyor beni. Kaleminiz o kadar kuvvetliydi de yerden yere vurduğunuz filmlere milyonlar giderken göklere çıkardığınız filmlerin gişe sayısı neden binlerde geziniyor hiç düşündünüz mü? İsteyen olursa, yanıtı bende var.
Yazarlar arasında bir de özel bir grup var. Onlar çok özel gerçekten. Bir filmin basın gösteriminden çıkıp “bu ne lan, bi bok anlamadım” deyip, film yurtdışında iki ödül alınca “hımmmm yönetmen bu filmde ‘aslında’ bizi şunu anlatmak istiyor” diye lafa başlayan isimlerden bahsediyorum. Birgün kafamdaki filmi çekebilirsem eğer, bu kesinlikle absürt komedi olacak ve bu yazarları işleyeceğim filmimde, yeminle… Parası, ekipmanı, kadrosu olan ama ne çekeceğini bilmeyenler varsa aranızda, senaryonuz benden.
Sinema camiası kategorisinde olmasalar da bir de sürekli film festivallerinde boy gösteren gazetecilerden söz etmek gerek. Bir tane sinema yazısı yazmaz bu gazeteciler. Normal gösterimleri bırakın, basın gösterimlerinde bile görmezsiniz kendilerini. Hatta, iyi bir şey değil ama evlerine korsan DVD bile almazlar. Gelin görün ki sinemacılarla yapılan bütün röportajlarda ve haberlerde onların imzasını görürsünüz. Çalıştıkları basın yayın organının olmazsa olmazlarıdır bu isimler. Gazeteleri el değiştirir, yayın politikaları yüz seksen derece değişir, genel yayın yönetmenleri gider, onlar gitmez. Bir numaradır onlar. Birçok genç gazetecinin ya da gazeteci adayının da idolüdürler. Sinema sektörü onlarsız düşünülemez.
Aslına bakarsanız sözümü tutmuş sayılırım. Festivale, Kars’a, Ani Harabeleri’ne, Arpaçayı’nın yüz metre ötesinden bize el sallayan Ermeni askerlerine, iki sınırı bir zamanlar birbirine bağlayan yıkılmış köprüye, yöresel yemeklere ya da Rusların yaptığı mükemmel evlere dair tek kelime etmedim, etmeyeceğim de… Kars’ı kesinlikle görmek gerek o ayrı konu; ama dedim ya, benim derdim başka.
15 Kasım 2008 Cumartesi
Yalnızca sitem (BirGün yazıları 2)
Benim küçüklüğüm de bu ülkedeki birçok erkek çocuk gibi sabahtan akşama top peşinde koşarak geçti. Şimdiki gibi herkesin para vererek yararlandığı(!) suni çim sahalar yoktu o zamanlar. Betonda ya da taş parçalarıyla dolu toprak sahada oynardık futbolu. Hepimizin hayalini mutlaka bir futbolcu süslerdi tabii. Kimimiz Feyyaz gibi penaltı atar, kimimiz Smoviç gibi uçup tutardık kaleye gelen topu. Birçoğumuz da yere düşünce Rıdvan gibi yuvarlanırdı. En az üç yuvarlanmadan sonra bileğimizi tutardık onun gibi. Tek farkımız, Rıdvan düştü mü 4 ay kalkamazdı; bizse iki dakika sonra devam ederdik maça.
Spor sevgimiz futbolla sınırlı kalmadı. Zaten bu ülkedeki herkesin en az bir kere topa vurması da ülke koşullarından değil mi? Hollanda gibi her mahallede yüzme havuzu vardı da biz mi yüzmedik? Süreyyaların Elvanların birer çocuk olduğu belki de daha olmadığı yıllarda Alexander Popov ve Sergei Bubkalarla sevinir üzülürdük. Popov, Hollandalıya geçilip de havuzdaki saltanatı bittiğinde evde ondan çok ağlamışımdır.
Nereden çıktı derseniz, İthaki`den çıkan Kar Kristalleri adlı kitabı okurken geldi bunlar aklıma. Orada da ufacık bir çocuk, bizden bambaşka bir coğrafyada ve o coğrafyanın uzaklığı nedeniyle kurallarını bile bilmediğimiz bize çok yabancı bir spor dalıyla uğraşıyordu kitapta. Kayakla atlamacıydı. Biz nasıl İnönü`de sahaya çıkma hayalleri kuruyorsak o da ülkesinin en ünlü pistinden atlama hayaliyle giriyordu yatağa her gece. Geçirdiği bir sakatlık sonucu kendisini ilerde tamamen felç edebilecek bir hastalığının olduğunu öğrendi. Üzerine de annesinin akıl hastanesine götürülüşüne şahit oldu. Ufacık bir çocuğun yaşamı felç oldu anlayacağınız. Kısa keselim ve Kar Kristalleri vesilesiyle ilk önce bacağı kırılan, birkaç hafta sonra da annesini kaybeden Fenerbahçeli David ile Pekin Olimpiyat Oyunları`nda bayrağı düşürerek diskalifiye olan Amerika bayrak takımından, daha ilk engele takılıp düşen İsveçli Susana Kallur`a kadar bütün gönüllerin şampiyonlarına selam edelim.
•••
Geçen haftaki ilk yazımdan sonra babam sordu `tepkiler nasıl` diye. `Ne tepkisi` dedim, `gazeteyi okuyan mı var doğru düzgün?` Gerçi o da haklı kendine göre. Oğlu köşe yazmaya başlamış, az şey mi onun için? Geçen pazartesi heyecandan gazete bayiindeki bütün gazeteleri toplamış. `Babacığım millet nasıl okuyacak oğlunu` dediğimde `bana ne internetten okusunlar` dedi. Akrabalara dağıtacakmış gazeteyi. Yazan kendisi sanki, böyle bir afra bir tafra... Yaşlılık desem olmayacak, çocuk gibi bu adam. Bastırmış 7.5 YTL, almış 10 gazeteyi birden. Hayır sonra millet BirGün bulamıyoruz diye bana kızıyor. Babamı bilseler, haksız da değiller ya, neyse...
Hiç unutmam, gazeteciliğe başladığımı öğrenen Kasap Mahmut`e bizi de yazarsın artık` demişti. `Senin neyini yazayım Mahmut Amca?` demiştim. `Sabahtan akşama etle kıymayla uğraşıyorsun` `Öyle deme oğlum` demişti. `Sen yaz ki herkes benden alsın etini kıymasını` Sanki millette ete verecek para var da...
Benzer şeyleri gazete içinde yaşadım geçen haftadan sonra. İlk yazıda dedim ya gazetede geçen muhabbetleri yazacağım diye, aman ki aman, demez olaymışım. Biri geldi klavyesi bozukmuş, biri geldi Metin Abi bayat çayları kakalıyormuş. Eee dedim, benle ne ilgisi var? Sen yaz da yeni klavye alsınlar demez mi? `Yazmaya ne gerek var yürüt birinin klavyesini, ben yıllardır öyle yapıyorum` dedim, bozuldu. O olsa öyle mi yaparmış. İsmi lazım değil istihbarattan bir arkadaş geçen sene spor servisinden Begüm`ün monitörünü aşırmıştı. Gerçi Begüm monitörünün peşine düşüp bulmuştu ama yapılmayacak şey değil yani, lütfen bunlarla gelmeyin bana. Zaten diken üzerindeyim, sapıtırım falan diye yazılarım beş kişinin kontrolünden geçti geçen hafta. İlk haftalardan son bulmasın yazarlık düşümüz. Mizacım gereği dayanamadım yine sulandırdım yazıyı. Hemen toparlıyorum.
•••
Son olarak bir sitemimi dile getirmek istiyorum. Kaç yıldır buradayım, gazete çalışanlarının bir kere mesleki görevlerini ihmal ettiğine şahit oldum. O da 19 Ocak 2007 tarihinde. Hrant Abi`nin yerde yatan vücudu televizyonda belirince herkes işi gücü bırakıp ağlamaya başlamıştı. Baskı saati gecikmiş, gazete matbaaya gidecekmiş, kimsenin umrunda değildi. Gazetenin yarısı boşalmıştı bir saat içinde. Herkes Taksim`e çıkmıştı Agos`a yürüyüş yapılacağını öğrenince. Şimdi bu insanlara sevdiğimiz başka bir abimizin çıkıp da neredeyse faşist deyip bir de Ergenekoncu sıfatı yapıştırması... Ne bileyim, ne diyeyim bilemedim...
Spor sevgimiz futbolla sınırlı kalmadı. Zaten bu ülkedeki herkesin en az bir kere topa vurması da ülke koşullarından değil mi? Hollanda gibi her mahallede yüzme havuzu vardı da biz mi yüzmedik? Süreyyaların Elvanların birer çocuk olduğu belki de daha olmadığı yıllarda Alexander Popov ve Sergei Bubkalarla sevinir üzülürdük. Popov, Hollandalıya geçilip de havuzdaki saltanatı bittiğinde evde ondan çok ağlamışımdır.
Nereden çıktı derseniz, İthaki`den çıkan Kar Kristalleri adlı kitabı okurken geldi bunlar aklıma. Orada da ufacık bir çocuk, bizden bambaşka bir coğrafyada ve o coğrafyanın uzaklığı nedeniyle kurallarını bile bilmediğimiz bize çok yabancı bir spor dalıyla uğraşıyordu kitapta. Kayakla atlamacıydı. Biz nasıl İnönü`de sahaya çıkma hayalleri kuruyorsak o da ülkesinin en ünlü pistinden atlama hayaliyle giriyordu yatağa her gece. Geçirdiği bir sakatlık sonucu kendisini ilerde tamamen felç edebilecek bir hastalığının olduğunu öğrendi. Üzerine de annesinin akıl hastanesine götürülüşüne şahit oldu. Ufacık bir çocuğun yaşamı felç oldu anlayacağınız. Kısa keselim ve Kar Kristalleri vesilesiyle ilk önce bacağı kırılan, birkaç hafta sonra da annesini kaybeden Fenerbahçeli David ile Pekin Olimpiyat Oyunları`nda bayrağı düşürerek diskalifiye olan Amerika bayrak takımından, daha ilk engele takılıp düşen İsveçli Susana Kallur`a kadar bütün gönüllerin şampiyonlarına selam edelim.
•••
Geçen haftaki ilk yazımdan sonra babam sordu `tepkiler nasıl` diye. `Ne tepkisi` dedim, `gazeteyi okuyan mı var doğru düzgün?` Gerçi o da haklı kendine göre. Oğlu köşe yazmaya başlamış, az şey mi onun için? Geçen pazartesi heyecandan gazete bayiindeki bütün gazeteleri toplamış. `Babacığım millet nasıl okuyacak oğlunu` dediğimde `bana ne internetten okusunlar` dedi. Akrabalara dağıtacakmış gazeteyi. Yazan kendisi sanki, böyle bir afra bir tafra... Yaşlılık desem olmayacak, çocuk gibi bu adam. Bastırmış 7.5 YTL, almış 10 gazeteyi birden. Hayır sonra millet BirGün bulamıyoruz diye bana kızıyor. Babamı bilseler, haksız da değiller ya, neyse...
Hiç unutmam, gazeteciliğe başladığımı öğrenen Kasap Mahmut`e bizi de yazarsın artık` demişti. `Senin neyini yazayım Mahmut Amca?` demiştim. `Sabahtan akşama etle kıymayla uğraşıyorsun` `Öyle deme oğlum` demişti. `Sen yaz ki herkes benden alsın etini kıymasını` Sanki millette ete verecek para var da...
Benzer şeyleri gazete içinde yaşadım geçen haftadan sonra. İlk yazıda dedim ya gazetede geçen muhabbetleri yazacağım diye, aman ki aman, demez olaymışım. Biri geldi klavyesi bozukmuş, biri geldi Metin Abi bayat çayları kakalıyormuş. Eee dedim, benle ne ilgisi var? Sen yaz da yeni klavye alsınlar demez mi? `Yazmaya ne gerek var yürüt birinin klavyesini, ben yıllardır öyle yapıyorum` dedim, bozuldu. O olsa öyle mi yaparmış. İsmi lazım değil istihbarattan bir arkadaş geçen sene spor servisinden Begüm`ün monitörünü aşırmıştı. Gerçi Begüm monitörünün peşine düşüp bulmuştu ama yapılmayacak şey değil yani, lütfen bunlarla gelmeyin bana. Zaten diken üzerindeyim, sapıtırım falan diye yazılarım beş kişinin kontrolünden geçti geçen hafta. İlk haftalardan son bulmasın yazarlık düşümüz. Mizacım gereği dayanamadım yine sulandırdım yazıyı. Hemen toparlıyorum.
•••
Son olarak bir sitemimi dile getirmek istiyorum. Kaç yıldır buradayım, gazete çalışanlarının bir kere mesleki görevlerini ihmal ettiğine şahit oldum. O da 19 Ocak 2007 tarihinde. Hrant Abi`nin yerde yatan vücudu televizyonda belirince herkes işi gücü bırakıp ağlamaya başlamıştı. Baskı saati gecikmiş, gazete matbaaya gidecekmiş, kimsenin umrunda değildi. Gazetenin yarısı boşalmıştı bir saat içinde. Herkes Taksim`e çıkmıştı Agos`a yürüyüş yapılacağını öğrenince. Şimdi bu insanlara sevdiğimiz başka bir abimizin çıkıp da neredeyse faşist deyip bir de Ergenekoncu sıfatı yapıştırması... Ne bileyim, ne diyeyim bilemedim...
11 Kasım 2008 Salı
İki tek atmadan ülke mi kurtarılır? (BirGün yazıları 13)
Can Dündar’ın Mustafa belgeselini izlemedim henüz. İçeriğinden çok, bir belgesel meraklısı olarak kurgusunu, çekim tekniklerini vs. merak ediyorum zaten. Ama gelin görün ki; hafta içi, gençlerin biricik sevgilisi Abbas Güçlü’nün ‘Genç bakış’ programına konuk oldu Can Dündar ve programı seyretmekten başka bir şey yapamadım saatlerce.
Nedir beni saatlerce bu programa kilitleyen? Bilmiyorum. Üzüntü, korku, dehşet, komedi; hepiciğinden biraz.
Üzüntümün temeli aslında bir başka Genç Bakış programında atılmıştı. Muğla Üniversitesi’nin gençleri deliler gibi alkışlıyordu Kenan Evren’i o programda. Ne söylese alkış, ne söylese alkış… “Bir tane eleştiri yok bu nasıl üniversite” diyordum ki ‘ressam paşa’yı birazcık tırmalayan bir soru geldi ve paşa hemen Abbas’a dönüp “ama Abbas ne konuşmuştuk seninle” gibi bir laf etti. O an anladım bu programdan bir şey beklememem gerektiğini. Ne bekliyordum o da ayrı konu…
Yeditepe Üniversitesi’ndeki son program da aslında darbecilerin ne kadar başarılı olduğunu (kendi açılarından) göstermesi açısından önemliydi. En küçük farklı görüşe tahammülü olmayan, düşünmekten aciz, okumaktan aciz gençler yaratmak istediler ve başarmışlar, helal olsun. Her ne kadar yazılarına güvendiğim isimlerden Can Dündar’ın Mustafa ile aslında hiç de tabuları yıkmadığını okusam da resmi söylemin biraz dışına çıkmak bile çıldırtmıştı işte bizim gençleri. ‘Yeditepe’li şehrin aciz gençlerinden ikisi özellikle yer etti belleğime. Bir tanesi münazara kulübünden olduğunu söyleyen bir öğrenci. Kendisi “bu ülkede Ermeni meselesine dair hiçbir şey konuşulamıyordu, şimdi ise biz ‘sözde Ermeni soykırımı’nı tartışabiliyoruz, bu güzel bir şey, tartışmaktan çekinmeyin arkadaşlar” gibi bir laf buyurdu. Kısmen doğru olsa da söyledikleri, kimse çıkıp da “sen resmi söylemli özdeli sözdeli cümleler kurarsan en başından, o münazara baştan ölü bir çocuk olarak doğar” demedi. Tabii ki zamanında Ankara’daki öğrenci eylemlerinin en ön safında yer alan Can Dündar da…
Bir diğer arkadaş ise şovmen Beyaz’ın ‘Kukugül’ ve ‘Pipican’ tiplemesinden kaçıp da programa gelmiş gibiydi. “Burda çok güzel konuşuyonuz da söylediklerinizin hiçbirini filmde göremedik yaneee” gibi bir cümle kurdu ki beni benden aldı yaneee.
‘Yeditepe’li şehrimin gençlerine de şunu öneriyorum son olarak. Abbas Güçlü’yü bırakın ve rakıları kapıp Abbasağa Parkı’na gelin bir Beşiktaş maçı öncesi. Hem Dolmabahçe Sarayı’na da yakın. Ancak o zaman daha iyi anlayabilirsiniz ‘Mustafa’nın içki ile ilişkisini. Rakının bu kadar güzel koktuğu, ağza bu kadar yakıştığı bir başka şehir yok çünkü; ‘Ata’ ne yapsın. (‘Kordon boyu’nun laikleri kusura bakmasın) İki tek atıp hep birlikte çıkarız o zaman ‘resmi söylem’in dışına. ‘Ülkeyi kurtarmak’ ve ‘devrim yapmak’ için iki tek atmak âdettendir çünkü bu ülkede; ‘laik’iyle, solcusuyla…
Seni okurken çok gülüyoruz diyen okur kitlem -ki sayıları yaklaşık 7’ye ulaşmış durumda- kusura bakmasın bu hafta. Böyle programlar seyredip komik yazı yazmak pek mümkün olmuyor maalesef.
Bir yazımızın daha sonuna geldik bu hafta. Yapımda ve yayında emeği geçen tüm arkadaşlara teşekkür ediyor, haftaya aynı saatte buluşmak üzere diyorum. Esen kalın efendim.
‘Paytak Baytar’a öneri ve eleştirileri için teşekkür ederim yaneeee
Nedir beni saatlerce bu programa kilitleyen? Bilmiyorum. Üzüntü, korku, dehşet, komedi; hepiciğinden biraz.
Üzüntümün temeli aslında bir başka Genç Bakış programında atılmıştı. Muğla Üniversitesi’nin gençleri deliler gibi alkışlıyordu Kenan Evren’i o programda. Ne söylese alkış, ne söylese alkış… “Bir tane eleştiri yok bu nasıl üniversite” diyordum ki ‘ressam paşa’yı birazcık tırmalayan bir soru geldi ve paşa hemen Abbas’a dönüp “ama Abbas ne konuşmuştuk seninle” gibi bir laf etti. O an anladım bu programdan bir şey beklememem gerektiğini. Ne bekliyordum o da ayrı konu…
Yeditepe Üniversitesi’ndeki son program da aslında darbecilerin ne kadar başarılı olduğunu (kendi açılarından) göstermesi açısından önemliydi. En küçük farklı görüşe tahammülü olmayan, düşünmekten aciz, okumaktan aciz gençler yaratmak istediler ve başarmışlar, helal olsun. Her ne kadar yazılarına güvendiğim isimlerden Can Dündar’ın Mustafa ile aslında hiç de tabuları yıkmadığını okusam da resmi söylemin biraz dışına çıkmak bile çıldırtmıştı işte bizim gençleri. ‘Yeditepe’li şehrin aciz gençlerinden ikisi özellikle yer etti belleğime. Bir tanesi münazara kulübünden olduğunu söyleyen bir öğrenci. Kendisi “bu ülkede Ermeni meselesine dair hiçbir şey konuşulamıyordu, şimdi ise biz ‘sözde Ermeni soykırımı’nı tartışabiliyoruz, bu güzel bir şey, tartışmaktan çekinmeyin arkadaşlar” gibi bir laf buyurdu. Kısmen doğru olsa da söyledikleri, kimse çıkıp da “sen resmi söylemli özdeli sözdeli cümleler kurarsan en başından, o münazara baştan ölü bir çocuk olarak doğar” demedi. Tabii ki zamanında Ankara’daki öğrenci eylemlerinin en ön safında yer alan Can Dündar da…
Bir diğer arkadaş ise şovmen Beyaz’ın ‘Kukugül’ ve ‘Pipican’ tiplemesinden kaçıp da programa gelmiş gibiydi. “Burda çok güzel konuşuyonuz da söylediklerinizin hiçbirini filmde göremedik yaneee” gibi bir cümle kurdu ki beni benden aldı yaneee.
‘Yeditepe’li şehrimin gençlerine de şunu öneriyorum son olarak. Abbas Güçlü’yü bırakın ve rakıları kapıp Abbasağa Parkı’na gelin bir Beşiktaş maçı öncesi. Hem Dolmabahçe Sarayı’na da yakın. Ancak o zaman daha iyi anlayabilirsiniz ‘Mustafa’nın içki ile ilişkisini. Rakının bu kadar güzel koktuğu, ağza bu kadar yakıştığı bir başka şehir yok çünkü; ‘Ata’ ne yapsın. (‘Kordon boyu’nun laikleri kusura bakmasın) İki tek atıp hep birlikte çıkarız o zaman ‘resmi söylem’in dışına. ‘Ülkeyi kurtarmak’ ve ‘devrim yapmak’ için iki tek atmak âdettendir çünkü bu ülkede; ‘laik’iyle, solcusuyla…
Seni okurken çok gülüyoruz diyen okur kitlem -ki sayıları yaklaşık 7’ye ulaşmış durumda- kusura bakmasın bu hafta. Böyle programlar seyredip komik yazı yazmak pek mümkün olmuyor maalesef.
Bir yazımızın daha sonuna geldik bu hafta. Yapımda ve yayında emeği geçen tüm arkadaşlara teşekkür ediyor, haftaya aynı saatte buluşmak üzere diyorum. Esen kalın efendim.
‘Paytak Baytar’a öneri ve eleştirileri için teşekkür ederim yaneeee
Şaka mı bu?
Bugün bir okurdan mail geldi ama ben şaka olduğunu düşünüyorum. Böyle insanlar yok değil varlar ama yine de ben birinin oyunu olduğunu düşüneceğim. E-postayı noktasına virgülüne dokunmadan veriyorum. Sözcük hataları, espas sorunları ve dilbilgisi yanlışları e-postayı atana aittir.
Sayin Nubaryan Bey
Birgun sosyalist bir gazxetedir yazarlarida sosyalisttirSiz ise Ermeni Irkcılıgı temelinde yazilarinizla Birgun gazetemize hic mi hic yakismiyorsunuzEmek temelinde tek laf ettiginizi okumadimBence Taraf gibi 6-7 Ermeni kokenli IRKCININ yazi yazdigi Saros gazetelerine daha bir yakisir orada daha bir rahatlikla SOVEN ve IRKCI ve KIN KUSAN yazilariniz yazabilirsiniz...Siz bugunu degil ERMENI DIASPORASININ ve ASALA nin KIN ve DUSMANLIK KOKAN FASIST fikirlerini maske takip sosyalistleringazetesinde yaziyorsunuz .. Cok yazikki ne ermeni diasporasi akillanabilir ne de sizin gibi fasistler selamlar
Cem Guven,Odessa
Sayin Nubaryan Bey
Birgun sosyalist bir gazxetedir yazarlarida sosyalisttirSiz ise Ermeni Irkcılıgı temelinde yazilarinizla Birgun gazetemize hic mi hic yakismiyorsunuzEmek temelinde tek laf ettiginizi okumadimBence Taraf gibi 6-7 Ermeni kokenli IRKCININ yazi yazdigi Saros gazetelerine daha bir yakisir orada daha bir rahatlikla SOVEN ve IRKCI ve KIN KUSAN yazilariniz yazabilirsiniz...Siz bugunu degil ERMENI DIASPORASININ ve ASALA nin KIN ve DUSMANLIK KOKAN FASIST fikirlerini maske takip sosyalistleringazetesinde yaziyorsunuz .. Cok yazikki ne ermeni diasporasi akillanabilir ne de sizin gibi fasistler selamlar
Cem Guven,Odessa
3 Kasım 2008 Pazartesi
Sakallıyız enteliz tiyatroyu severiz (BirGün yazıları 12)
Şehir Tiyatroları’nın sahnelediği Kırmızı Pazartesi’nin galası için Kadıköy’deydik. Kadıköy’deydik diyorum çünkü BirGün’ün yazar çizer tayfasından çalışanlarına kadar yirmiye yakın ‘entel dantel’ isim vardı. Kadıköy’deydik diyorum çünkü cemaatimin birçok yazar, çizer, düşünür, gazeteci yani entel dantelleri de oradaydı. Entel dantel diye ben demiyorum ama bu sefer. Oyun saatini bekleyen kalabalığı gören sokaktan geçenlerden duydum bol bol bu lafı: Ne toplanmış lan bu enteller yine?
Ciddi ciddi tahrik vardı bu cümlede. Bir kere, toplanılan yer nedeniyle neden entel dediğinin bilincindeydi bu arkadaşlar. Orada bir tiyatro olduğunun farkındalar yani. Ama yine de ne toplanmış demekten de kendilerini alamıyorlar. Üstelik herkesin duyacağı şekilde…
Her zamanki gibi tahrike sadece ben kapıldım ve “otobüs bekliyoruz” diye karşılık verdim. Ortamın gerginleşeceğini anlayınca, kalabalığın içindeki tek ‘İslami entel’ olan Abdurrahman Dilipak girdi araya, “sen onlara uyma çocuğum” diye. Dedeminki gibi yumuşacık olan sakallarını öpesim geldi bir an, hemen kendimi toparlayıp teşekkür ettim.
Bu kez de gerginliği fark eden bir başka sakallı geldi yanıma. Şehir Tiyatroları’nın genel yayın yönetmeni olan Orhan Alkaya. Ne oldu Ara? dedi. Cevap vermedim. Yeni görevine geldiğinden beri BirGün’deki köşe yazılarını kestiği için trip attığımın farkında tabii. Anladım ki arayı yumuşatmak istiyor. Dilipak “tamam Orhancığım, biz hallettik” dedi ama Alkaya ayrılmadı yanımdan. “Tamam kızgın olmakta haklısın ama sen de çok uzatıyorsun” diye girdi konuya durup dururken. “Nasıl uzatmayayım Orhan Abi” dedim, “Sabah’a verdiğin röportaj sırasında BirGün’e yazamaya devam mı? dediklerinde ‘tabii kii’ diyen sen değil miydin?” Bir şey demedi ilk önce, sonra “oğlum yoğunluğumu görüyorsun, gel bir çayımı iç oturup konuşalım” demekle yetindi. “yoğunsundur, rahatsız etmeyeyim” dedim imalı imalı. Meraklı gözlerin üzerimizde toplandığını görünce konuyu değiştirmek istedi. Gel dedi, seni oyunun yönetmeni Macit Koper’le tanıştırayım. Tanışıyoruz biz Heybeliada’dan dedim. Macit Koper Heybeli’de yazlığa gelirdi eskiden. Evlerimiz yan yanaydı. İyi, dedi ne halin varsa gör. Ortamın diğer iki sakallı dedesi olan BirGün’den Hüseyin Güçlü ile Feza Kürkçüoğlu’na seslendi “alın şunu başımdan, hasta etti adamı” diye ve Macit Koper’in yanına gitti usulca...
Hüseyin Abi’ye yürü gidelim Çatı Bar’a, iki tek atalım dedim ama kandıramadım. İlk anons yapıldı bu sırada. Girdik paşa paşa salona.
İyi ki de girmişim. Son yıllarda seyrettiğim en iyi oyunlardan biriydi. Zor bir Marquez kitabı olan Kırmızı Pazartesi ancak bu kadar iyi uyarlanabilirdi sahneye. Ve aylar önceki bir festivalde Hrant Dink’e ithafen oynanan bu eser ancak bu kadar örtüşürdü 19 Ocak 2007 ile. İşleneceğinden herkesin haberdar olduğu ama kimsenin engellemek için bir şey yapmadığı bir cinayetten bahseder yıllar önce yazılmış olan Kırmızı Pazartesi. Gerisini siz düşünün ve sinirlerinize hâkim olabilirseniz bu oyunu kaçırmayın derim. Dışarı çıkınca Haldun Taner’in önünde gezinen güvercinlere de 50 metre ilerde GBT için önüne geleni çeviren polise de başka gözle bakacaksınız.
Oyundan sonra eve gittiğimde televizyonu açtım ve ‘Ülke TV’ diye ilk kez gördüğüm bir kanala rastladım. Asıl ilgimi çekense kanalda yayımlanan program ve konuğu oldu. ‘Vatan Millet Sakarya’ adlı programın konuğu Beşiktaş’ın amigosu ‘Alen Markaryan’dı. Yıllar önce verdiği bir röportajda taraftar profili hakkında sorulan bir soru üzerine “övünmek gibi olmasın ama en az sosyal demokratız” diyen Alen’den eser yoktu. Uzun süredir benzer demeçler veriyor gerçi Alen, artık nedense(?) Çekirdeği 2-3 bin kişiden oluşan ‘Çarşı’ grubunda her telden insanın olduğunu ve herhangi bir parti, örgüt ya da oluşuma bağlı olmadıklarını tekrarlıyor sürekli. Oysa kimse ona ‘kimlerden’ olduğunu sormuyor; zamanında dediği gibi, tam da anlayacağı dilden söylersek, ‘delikanlı gibi’ çıkıp da “alayına isyan, solcuyuz ulan” demesini de beklemiyor artık. Tabii ki Livorno ya da St. Pauli gibi gibi takımlarda olan bilinçli bir örgütlenmeden bahsedemeyiz ama sanki Alen’in açıklamalarına inat, her maçın 80. dakikasında yumrukları kaldırıp da “gün doğdu hep uyandık stadlara dayandık” diye bağırmaya başlaması ‘Çarşı’nın, epey ironik oluyor.
Hazır ironi demişken; Harbiye’deki bir Grup Yorum konserinde, elinde Beşiktaş formasıyla biri atlamıştı sahneye yıllar önce. Yorum’dan Özcan da sahneye çıkanı “Çarşı’dan sevdiğimiz bir arkadaş” diye tanıtmış ve formayı alarak sandalyesine asmıştı, tam da Alen’in soldan esip gürlediği zamanlarda. Bu konserden birkaç sene sonra da ‘Tüpçü’, Devlet Bahçeli’ye bir forma hediye etmişti Ankara’da, işe bakın!
Bunların kültür sanatla ne ilgisi mi var? Aynı ‘aile’den bu kadar karşıt iki ‘kültür’ün bienallik bir ‘sanat’sal performansla bir araya gelmesini Halil Altındere işi sandım da o yüzden yazdım. Lan yoksa değil miydi?
Çizilen karizma (BirGün yazıları 11)
Geçen haftaki yazımdan sonra Ertuğrul aradı, bizim eski sosyal demokrat Ertuğrul... “Biz seni devleletin parasıyla Frankfurtlara yolluyoruz senin yazdıklarına bak” dedi. “İyi de” dedim “Ertuğrulcuğum, nerede kaldı senin demokratlığın? Hani sen her türlü eleştiriye açıktın, özgürlüklerden yanaydın?” “O eskidendi” demesin mi? Yeni partisi kızıyormuş böyle şeylere. Geçen gün Recep çok fena fırça kaymış buna, “solcuları da götürürsen Frankfurt’a, sonuçlarına katlanırsın” demiş. “Al sana kitap fuarı, al sana bütün renkleriyle Türkiye” diye BirGün gazetesiyle kafasına kafasına vurmuş bir de...
Rica etti, “Allah’ını severesen Frankfurt’la ilgili bir şey yazma daha fazla” dedi. Bir şartla kabul ettim. “Seneye Çin’in yerine Frankfurt’ta konuk ben olacağım” dedim. Çin hükümetinden tanıdıkları varmış, tamam dedi. Göreceğiz bakalım...
Geçen günlerde Ece Temelkuran yazmıştı. Gezi yazıları okumayı da yazmayı da pek sevmiyorum diyordu. Kısmen hak verdim Ece’ye. Sen kalk şurayı gezdim, burayı gezdim diye yaz, milletten de okumasını bekle. Ama şöyle de bir sözümüz vardır: “Yediğin içtiğin senin olsun; gezip gördüklerini anlat!” Frankfurt’tan dönünce gördüm ki gerçekten herkes yediğimi, içtiğimi değil de gördüklerimi merak ediyor. Kısaca anlatayım efendim.
Hayatında Ermenistan dışında başka bir ülkeye gitmemiş biri olarak ilk kez Avrupa gördüm. Zamanım kısıtlıydı ama yine de bu Almanya seyahatini minik bir ‘Evropa Turu’na çevirmek için yoğun çaba harcadım. Şengen vizem olduğu için de Frankfurt’ta geçirdiğim iki gün sonunda otobüsle Paris’e gittim. (Fransa deyince havalı olmuyor, Paris deyince herkes ooooo diyor). Paris’teki arkadaşım beni koca bir gün boyunca bisikletle gezdirdi. Anlatmadan edemeyeceğim, bakın adamlar ne yapmış?
Şehrin her yerinde bisiklet durakları var Paris’te. Farlı, vitesli, zilli, önünde sepeti ve kendi kilidi olan bisikletler... Unkapanı’ndaki alt geçitten almaya kalksan en az 500 YTL fiyat çekerler. Yol kenarındaki duraklardan bir tane alıyorsun bu bisikletlerden. Sonrası, gez babam gez. Eyfel Kulesi senin, Danton Bulvarı benim... Üstelik aldığın yere bırakma zorunluluğu da yok. Çünkü şehrin her yerinde var bu duraklardan. Bir yere mi geç kaldın? Atlıyorsun bisiklete, gittin yerdeki durağa bırakıyorsun. Yollarda mini etekli, topuklu ayakkabılılı kadınlar, takım elbiseli koca koca adamlar... Hepsinin altında aynı bisikletten... Üstelik bisikletliler için birçok yerde araç yolundan alıp özel yol yapmışlar. Öyle kaldırımlardan kesip biçmemişler de. Acayip hoşuma gitti. Bir de öğrendim ki bu bisikletler gelince şehirdeki bisiklet hırsızlığı oranı azalmış. İnsan ihtiyaç duymadığı bir şeyi niye çalmak zorunda kalsın ki... Kimseyi hırsızlığa teşvik etmiyorum ama birileri süt bulamazken birileri süt banyosu yapıyorsa, kusura bakmayın ama o döktükleri sütte boğulmaları müstahaktır ‘birileri’nin. Yeri gelmişken söyleyeyim dedim.
İşte bir haftadır, “Paris’i anlat” diyenlere anlattığım tek şey bu bisikletler oldu. Tutup da Eyfel’in uzunluğunu anlatacak halim yok ki. Bizim şehir trafo hatlarındaki direklerin yüz katını düşünün, al sana Eyfel.
Paris’ten dönüşümde ufak bir macera yaşadım. Allahsız Almanlar 18’ine kadar vize vermişti, oysa Frankfurt’tan İstanbul’a dönüşüm 19’uydu. İstanbul’a dönmek için tekrar Paris’ten Frankfurt’a geçerken gece 12’den sonra kaçak durumuna düşecektim. ‘Anadolu Cini’yim ya, elimde La Figaro gazetesi, otobüsteki herkese bildiğim üç tane Fransızca sözcüğü sayarak oturdum yerime gayet bir ‘Paris beyefendisi’ gibi. Sabaha karşı Almanya polisinin otobüsü durduracağı tuttu, pasaport kontrolü için. Sıra bana geldiğinde polise pasaportumu uzatmamla otobüstekilerin gözündeki Paris beyefendiliğim, Fransız karizmam son buldu.
İlk önce Almanca, anlamadığımı görünce de İngilizce “bu ne lan, vizen bitmiş” gibi bir şeyler söyledi polis. O anda, bilmediğim ve haliyle hayatım boyunca konuşmadığım İngilizceyle şakımaya(!) başladım: “Eeeee yes, ay em going tu törki, tudey.” O an bütün otobüs döndü ve bana baktı, elimdeki La Figaro’yu sokacak yer bulamamıştım. Almancam olsa “al götür beni tık kodese, yeter ki şu otobüsten indir” diyecektim, diyemedim. Polis de diğer yolcuların gülüşünden anladı karizmayı çizdirdiğimi. Sanırım “bu ceza sana yeter” gibi bir şeyler dedi ve gitti. Polis gitti ama o yol bitmek bilmedi. Hayatımın en uzun yolculuğu oldu sanırım. Frankfurt’ta kendimi otobüsten nasıl attım bilmiyorum.
Not: Paris’e gidip de Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’yı ziyaret etmesem ayıp olurdu. Uyudukları yer diğer mezarlardan çok farklı ve hemen göze batıyor. Anlayacağınız orada bile ‘çıkıntılık’ yapıyorlar. Hepiniz için Yılmaz’ın başında yumruğumu kaldırdım, Ahmet’in yanında da bir ‘Sabah Türküsü’ patlattım. Hepinize çok selamları var...
Safvet, her şey için teşekkürler.
Rica etti, “Allah’ını severesen Frankfurt’la ilgili bir şey yazma daha fazla” dedi. Bir şartla kabul ettim. “Seneye Çin’in yerine Frankfurt’ta konuk ben olacağım” dedim. Çin hükümetinden tanıdıkları varmış, tamam dedi. Göreceğiz bakalım...
Geçen günlerde Ece Temelkuran yazmıştı. Gezi yazıları okumayı da yazmayı da pek sevmiyorum diyordu. Kısmen hak verdim Ece’ye. Sen kalk şurayı gezdim, burayı gezdim diye yaz, milletten de okumasını bekle. Ama şöyle de bir sözümüz vardır: “Yediğin içtiğin senin olsun; gezip gördüklerini anlat!” Frankfurt’tan dönünce gördüm ki gerçekten herkes yediğimi, içtiğimi değil de gördüklerimi merak ediyor. Kısaca anlatayım efendim.
Hayatında Ermenistan dışında başka bir ülkeye gitmemiş biri olarak ilk kez Avrupa gördüm. Zamanım kısıtlıydı ama yine de bu Almanya seyahatini minik bir ‘Evropa Turu’na çevirmek için yoğun çaba harcadım. Şengen vizem olduğu için de Frankfurt’ta geçirdiğim iki gün sonunda otobüsle Paris’e gittim. (Fransa deyince havalı olmuyor, Paris deyince herkes ooooo diyor). Paris’teki arkadaşım beni koca bir gün boyunca bisikletle gezdirdi. Anlatmadan edemeyeceğim, bakın adamlar ne yapmış?
Şehrin her yerinde bisiklet durakları var Paris’te. Farlı, vitesli, zilli, önünde sepeti ve kendi kilidi olan bisikletler... Unkapanı’ndaki alt geçitten almaya kalksan en az 500 YTL fiyat çekerler. Yol kenarındaki duraklardan bir tane alıyorsun bu bisikletlerden. Sonrası, gez babam gez. Eyfel Kulesi senin, Danton Bulvarı benim... Üstelik aldığın yere bırakma zorunluluğu da yok. Çünkü şehrin her yerinde var bu duraklardan. Bir yere mi geç kaldın? Atlıyorsun bisiklete, gittin yerdeki durağa bırakıyorsun. Yollarda mini etekli, topuklu ayakkabılılı kadınlar, takım elbiseli koca koca adamlar... Hepsinin altında aynı bisikletten... Üstelik bisikletliler için birçok yerde araç yolundan alıp özel yol yapmışlar. Öyle kaldırımlardan kesip biçmemişler de. Acayip hoşuma gitti. Bir de öğrendim ki bu bisikletler gelince şehirdeki bisiklet hırsızlığı oranı azalmış. İnsan ihtiyaç duymadığı bir şeyi niye çalmak zorunda kalsın ki... Kimseyi hırsızlığa teşvik etmiyorum ama birileri süt bulamazken birileri süt banyosu yapıyorsa, kusura bakmayın ama o döktükleri sütte boğulmaları müstahaktır ‘birileri’nin. Yeri gelmişken söyleyeyim dedim.
İşte bir haftadır, “Paris’i anlat” diyenlere anlattığım tek şey bu bisikletler oldu. Tutup da Eyfel’in uzunluğunu anlatacak halim yok ki. Bizim şehir trafo hatlarındaki direklerin yüz katını düşünün, al sana Eyfel.
Paris’ten dönüşümde ufak bir macera yaşadım. Allahsız Almanlar 18’ine kadar vize vermişti, oysa Frankfurt’tan İstanbul’a dönüşüm 19’uydu. İstanbul’a dönmek için tekrar Paris’ten Frankfurt’a geçerken gece 12’den sonra kaçak durumuna düşecektim. ‘Anadolu Cini’yim ya, elimde La Figaro gazetesi, otobüsteki herkese bildiğim üç tane Fransızca sözcüğü sayarak oturdum yerime gayet bir ‘Paris beyefendisi’ gibi. Sabaha karşı Almanya polisinin otobüsü durduracağı tuttu, pasaport kontrolü için. Sıra bana geldiğinde polise pasaportumu uzatmamla otobüstekilerin gözündeki Paris beyefendiliğim, Fransız karizmam son buldu.
İlk önce Almanca, anlamadığımı görünce de İngilizce “bu ne lan, vizen bitmiş” gibi bir şeyler söyledi polis. O anda, bilmediğim ve haliyle hayatım boyunca konuşmadığım İngilizceyle şakımaya(!) başladım: “Eeeee yes, ay em going tu törki, tudey.” O an bütün otobüs döndü ve bana baktı, elimdeki La Figaro’yu sokacak yer bulamamıştım. Almancam olsa “al götür beni tık kodese, yeter ki şu otobüsten indir” diyecektim, diyemedim. Polis de diğer yolcuların gülüşünden anladı karizmayı çizdirdiğimi. Sanırım “bu ceza sana yeter” gibi bir şeyler dedi ve gitti. Polis gitti ama o yol bitmek bilmedi. Hayatımın en uzun yolculuğu oldu sanırım. Frankfurt’ta kendimi otobüsten nasıl attım bilmiyorum.
Not: Paris’e gidip de Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’yı ziyaret etmesem ayıp olurdu. Uyudukları yer diğer mezarlardan çok farklı ve hemen göze batıyor. Anlayacağınız orada bile ‘çıkıntılık’ yapıyorlar. Hepiniz için Yılmaz’ın başında yumruğumu kaldırdım, Ahmet’in yanında da bir ‘Sabah Türküsü’ patlattım. Hepinize çok selamları var...
Safvet, her şey için teşekkürler.
Bir daha mı? Tövbe! (BirGün yazıları 10)
Kambersiz düğün olmaz demişler, biz de öyle dedik ve kendimizi zorla davet ettirerek Frankfurt Kitap Fuarı’na gittik. Evet, BirGün, Frankfurt’u iki gazetecisiyle takip etti. Yakalarımıza taktığımız BirGün yazan rozetlerle ortalıkta dolanmak bize gurur, diğer gazeteci ve yazarlara ise şaşkınlık verdi. Frankfurt’tan aklımda kalanları paylaşmak istiyorum ama çok şey var, nasıl olacak bilmiyorum. Uçağa bindiğimizde gözümüze çarpan ilk şey badem bıyıklı abilerin ve türbanlı ablaların çokluğu oldu. Sanırım ‘Kültür Bakanlığı’nın ‘Bütün renkleriyle Türkiye’den anladığı biraz İslami basının bütün renkleri olmuş. Uçaktan inerken bu badem bıyıklı abilerden birkaçıyla yan yana düştük. BirGün’den geldiğimizi duyduklarında “haaa şu Cumhuriyet’ten ayrılanların kurduğu gazete mi?” dedi bir tanesi. “Ne münasebet?” diye atladım. Aynı abi “yok canım benim için sorun değil” deyince “yok zaten sizin için ne sorun olacak, benim için sorun” dedim. Bir şey anlamadı sanırım ki sustu.
Havaalanı çıkışında yaklaşık 50 kişilik bir kafilenin sigara içtiğini görünce anladık ‘bizimkiler’ olduklarını. Hemen kaynadık içlerine, gözlerine “biz de gazeteciyiz bizle de muhabbet edin” der gibi bakarak. Kimse konuşmadı, bir kenarda durduk biz de garip garip. Otele götüren aracın şoförü, fazla vaktimizin olmadığını ve eşyaları bırakıp yarım saat içinde otobüse dönmemiz gerektiğini söyledi. Yıllardır Almanya’da yaşayan bir Türkiyeliymiş şoför. Huyumuzu suyumuzu iyi biliyor tabii. Aslında daha fazla vaktimizin olduğunu ama bilerek yarım saat dediğini duydum başkasıyla konuşurken. BirGün ekibi 40 dakika sonra otobüsün yanına geldiğinde -sizin de tahmin ettiğiniz gibi- otobüste kimse yoktu. Aramıza bizden 20 dakika sonra katılan gazetecileri de alıp fuar alanına gittik. Tabii ki biz gittiğimizde başlamıştı açılış töreni.
Törende konuşulanları basından az çok takip etmişsinizdir. Orhan Pamuk konuşurken salon alkıştan inledi ama “bu adam bu sözleri neden hep yurtdışında ediyor” cümleleri de çalındı kulağıma. Abdullah Gül konuşurken de iki Almanyalı yazarın ‘şayze mayze’ bir şeyler söylediğini duydum ama Almancam olmadığı için anlamadım. Tören sonrası, ‘açlıktan ölen’ konuk ülke için yemek verildi. Sirklerde 30 tabak taşıyan cambazlar misali başının üzerinde bile tabak taşıyan gazeteci ve yazarları görünce ağzım açık kalmadı tabii. Ama Almanyalılar şaşkınlıkla izledi bizi. Asıl ben, yemeğini yedikten sonra metrelerce uzanan kuyruğa girmeyen ‘cin’ gazetecilerin aralara yaptığı ‘kaynak çalışması’nı gördüklerinde ne düşündüklerini merak ediyorum Almanların. Frankfurt Havaalanı’nın büyüklüğüne dair bir şeyler duydunuz mu bilmiyorum. Gelmeden önce gözümü çok korkutmuşlardı. Kesin kaybolursun dediler ama sürü psikolojisiyle hareket ettiğim için kaybolmadım. O lafı edenlere asıl fuar alanını gezmelerini öneriyorum. Allah sizi inandırsın, Münih’ten girip Köln’den çıkıyorsunuz, öyle bir yer. Arada bir yerlerde sigara içmeye, hava almaya falan çıkmayı başarabilirseniz, işte Frankfurt da orada bir yerlere denk geliyor. Tabelaları takip etmeme karşın defalarca kayboldum ben. Kaybolmak sorun değil de tam “aha buldum” dediğiniz yerin erotik kitap standlarına çıkması ve orada da Türkiye’den birilerine denk gelmeniz kötü. Vallahi kayboldum diyorsunuz, tabii tabii biz de kaybolduk diyorlar.
Fuar sonrası, BirGün’ün iki kişilik ekibinin otelde buluşması sabah beş sularında gerçekleşti. Ben fuar alanından çıkıp, bilmediğim bir ülkenin bilmediğim yollarında yürümeye başladım. Sokakta sigara içen ve tespih sallayan herkesle aynı dili konuştuğum için sora sora buldum oteli. Ben geldikten bir saat sonra editörüm aradı, Berlin’den. “Birazdan oradayım, fazla yazmasın kapıyorum” dedi. Saat beşte oteldeydi. Metro diye hızlı trene binmiş… İkinci gün kerteriz alarak gezdik fuarı ama yine de Türkiye standını bulduğumuzda fuar kapanmak üzereydi. Gerçekten o kadar büyük bir alana kurulmuş ki fuar, yanlışlıkla yanlış bir yerden girerseniz, bittiniz. Bir ara Madagaskar standının oralarda Murat Uyurkulak’ı gördük. Kan ter içindeydi. “Röportajdan röportaja koşuyorum çocuklar” dedi, yemedik tabii. O da kaybolmuştu. Bizden ayrıldıktan sonra birine yol soruyordu. Bir ara gözlerime inanamadım. Ertuğrul Günay ile Pınar Kür’ü Nikaragua standının önünde hararetli bir tartışma içinde görünce gazetecilik refleksiyle yaklaştım. Konu Frankfurt’a davet edilip edilmeme meselesi sandım ki yanlarına yaklaşınca asıl durumu anladım. Pınar Kür “buradan üst kata çıkmamız gerek” derken Ertuğrul Günay “hayır Pınar Hanım, düz gidip sola dönmemiz gerek” diyordu. Bize sordular Türkiye standı nerede diye. Murat Uyurkulak’ı takip edin dedik.
Sabah altıda Murat aradı. “Bakanımla Bochum’dan uçağa biniyoruz, yarım saate oradayız, merak etmeyin” dedi. Abdullah Gül ‘Ata’ uçağını yollamış da ancak öyle dönebildiler. Pınar Kür’den ise iki gün haber alamadık. Sonra çıkageldi perşembe günü. Dortmund’da röportajdan röportaja koşmuş o da Uyurkulak gibi(!)
Aramızda kalsın, getiren taksici neyse ki edebiyat meraklısıymış da tanımış Pınar Kür’ü. Hannover’deki bir dönerciye adres sorarken görmüş; kapmış getirmiş Frankfurt’a.
Belki haftaya devam ederiz.
Havaalanı çıkışında yaklaşık 50 kişilik bir kafilenin sigara içtiğini görünce anladık ‘bizimkiler’ olduklarını. Hemen kaynadık içlerine, gözlerine “biz de gazeteciyiz bizle de muhabbet edin” der gibi bakarak. Kimse konuşmadı, bir kenarda durduk biz de garip garip. Otele götüren aracın şoförü, fazla vaktimizin olmadığını ve eşyaları bırakıp yarım saat içinde otobüse dönmemiz gerektiğini söyledi. Yıllardır Almanya’da yaşayan bir Türkiyeliymiş şoför. Huyumuzu suyumuzu iyi biliyor tabii. Aslında daha fazla vaktimizin olduğunu ama bilerek yarım saat dediğini duydum başkasıyla konuşurken. BirGün ekibi 40 dakika sonra otobüsün yanına geldiğinde -sizin de tahmin ettiğiniz gibi- otobüste kimse yoktu. Aramıza bizden 20 dakika sonra katılan gazetecileri de alıp fuar alanına gittik. Tabii ki biz gittiğimizde başlamıştı açılış töreni.
Törende konuşulanları basından az çok takip etmişsinizdir. Orhan Pamuk konuşurken salon alkıştan inledi ama “bu adam bu sözleri neden hep yurtdışında ediyor” cümleleri de çalındı kulağıma. Abdullah Gül konuşurken de iki Almanyalı yazarın ‘şayze mayze’ bir şeyler söylediğini duydum ama Almancam olmadığı için anlamadım. Tören sonrası, ‘açlıktan ölen’ konuk ülke için yemek verildi. Sirklerde 30 tabak taşıyan cambazlar misali başının üzerinde bile tabak taşıyan gazeteci ve yazarları görünce ağzım açık kalmadı tabii. Ama Almanyalılar şaşkınlıkla izledi bizi. Asıl ben, yemeğini yedikten sonra metrelerce uzanan kuyruğa girmeyen ‘cin’ gazetecilerin aralara yaptığı ‘kaynak çalışması’nı gördüklerinde ne düşündüklerini merak ediyorum Almanların. Frankfurt Havaalanı’nın büyüklüğüne dair bir şeyler duydunuz mu bilmiyorum. Gelmeden önce gözümü çok korkutmuşlardı. Kesin kaybolursun dediler ama sürü psikolojisiyle hareket ettiğim için kaybolmadım. O lafı edenlere asıl fuar alanını gezmelerini öneriyorum. Allah sizi inandırsın, Münih’ten girip Köln’den çıkıyorsunuz, öyle bir yer. Arada bir yerlerde sigara içmeye, hava almaya falan çıkmayı başarabilirseniz, işte Frankfurt da orada bir yerlere denk geliyor. Tabelaları takip etmeme karşın defalarca kayboldum ben. Kaybolmak sorun değil de tam “aha buldum” dediğiniz yerin erotik kitap standlarına çıkması ve orada da Türkiye’den birilerine denk gelmeniz kötü. Vallahi kayboldum diyorsunuz, tabii tabii biz de kaybolduk diyorlar.
Fuar sonrası, BirGün’ün iki kişilik ekibinin otelde buluşması sabah beş sularında gerçekleşti. Ben fuar alanından çıkıp, bilmediğim bir ülkenin bilmediğim yollarında yürümeye başladım. Sokakta sigara içen ve tespih sallayan herkesle aynı dili konuştuğum için sora sora buldum oteli. Ben geldikten bir saat sonra editörüm aradı, Berlin’den. “Birazdan oradayım, fazla yazmasın kapıyorum” dedi. Saat beşte oteldeydi. Metro diye hızlı trene binmiş… İkinci gün kerteriz alarak gezdik fuarı ama yine de Türkiye standını bulduğumuzda fuar kapanmak üzereydi. Gerçekten o kadar büyük bir alana kurulmuş ki fuar, yanlışlıkla yanlış bir yerden girerseniz, bittiniz. Bir ara Madagaskar standının oralarda Murat Uyurkulak’ı gördük. Kan ter içindeydi. “Röportajdan röportaja koşuyorum çocuklar” dedi, yemedik tabii. O da kaybolmuştu. Bizden ayrıldıktan sonra birine yol soruyordu. Bir ara gözlerime inanamadım. Ertuğrul Günay ile Pınar Kür’ü Nikaragua standının önünde hararetli bir tartışma içinde görünce gazetecilik refleksiyle yaklaştım. Konu Frankfurt’a davet edilip edilmeme meselesi sandım ki yanlarına yaklaşınca asıl durumu anladım. Pınar Kür “buradan üst kata çıkmamız gerek” derken Ertuğrul Günay “hayır Pınar Hanım, düz gidip sola dönmemiz gerek” diyordu. Bize sordular Türkiye standı nerede diye. Murat Uyurkulak’ı takip edin dedik.
Sabah altıda Murat aradı. “Bakanımla Bochum’dan uçağa biniyoruz, yarım saate oradayız, merak etmeyin” dedi. Abdullah Gül ‘Ata’ uçağını yollamış da ancak öyle dönebildiler. Pınar Kür’den ise iki gün haber alamadık. Sonra çıkageldi perşembe günü. Dortmund’da röportajdan röportaja koşmuş o da Uyurkulak gibi(!)
Aramızda kalsın, getiren taksici neyse ki edebiyat meraklısıymış da tanımış Pınar Kür’ü. Hannover’deki bir dönerciye adres sorarken görmüş; kapmış getirmiş Frankfurt’a.
Belki haftaya devam ederiz.
Şu filmi çekin artık (BirGün yazıları 9)
Üniversite yaşamım boyunca okuldaki yakın arkadaşlarımla hep aynı muhabbeti yaptık durduk. “Bir şeyler yapmalıyız. Okul bize hiçbir şey vermiyor, o zaman biz yapalım. İyi de ne yapalım?”
Konuşmalar her zaman aynı finalle sonuçlandı: “Kısa film çekiyoruz...”
Sonrasında senaryolar havalarda uçuştu. Oyuncular bulundu, roller, görevler dağıtıldı. Ama o film hiçbir zaman çekilmedi. İkinci sınıf bitti, üç bitti, biz hâlâ proje üretiyorduk. Güzel de projelerdi, enteresan senaryolar, eğlenceli fikirler... 3. sınıf bittiğinde o film hâlâ çekilmemişti. Üstüne üstlük hepimiz iletişim fakültesi öğrencileriydik. Kimimiz reklamcılık, kimimiz gazetecilik, kimimizse radyo televizyon sinema okuyorduk. O filmi hiç çekemedik.
Güzel çocuklardık. Hayata soldan bakıyorduk. Bize ‘lümpen’ diyen ve sünnet olan çocuğun ‘erkek’ sayılması misali, gözaltına alınmadan bizi solcu saymayan ‘kantin solcuları’ gibi at gözlüklerimiz yoktu. Araştırırdık, sorgulardık, babamızdan aldığımızla yetinmezdik. Babalarımızı, gençliğimizin verdiği heyecanla değil altını doldurarak eleştirirdik. Birçoğumuzun babası anlamadı ya da anlamak istemedi bu eleştirileri; bizi de ikna edemediler ama olsun, hiçbir şey için geç değil. (İki taraf için de)
Konumuza dönersek... Biz hâlâ okul çıkışlarında yol paramızı bir kenara ayırdıktan sonra kalanıyla rakı alıp haydarili masalarda senaryo kavgası yaparken, bir şeyin farkına varamadık bir türlü: Zaman akıp gidiyordu...
Film hâlâ çekilmemişti. Üç sene boyunca film çekelim diyen ama bir türlü çekmeyen 4-5 öğrencinin hikâyesini -yani kendi hikâyemizi- çekelim dedik; “film çekmeye gerek yok kamerayı şuraya bir yere koyalım, o bile film olur” dedik; onu bile yapmadık. 4. sınıf başladı bu arada. Herkes staj-iş derdine düştü bir anda. Ben BirGün’de, biri TRT’de, diğeri bir yapım şirketinde ve başka başka yerlerde işe başladık. Sonrasında bırakın film çekmeyi, sınavlara gidemez, birbirimizin yüzünü göremez olduk. Bu hafta kesin görüşüyoruz dediğim arkadaşıma bu lafı edeli dört ay oldu örneğin. Aramızdan sinema sektörüne giren tek arkadaşım şu an elinde nefret ettiği bir tüfekle, ahlaksızca yazılmış ama çok akıllıca kurgulanmış boktan bir senaryonun zoraki figüranı olarak ‘vatani görev’ adlı filmde rol alıyor.
Üzerime vazife mi kimseye “hayatı erteleme” demek ya da bu satırları yazarken bile hayatı erteleyen birini kim ne kadar önemser bilmiyorum ama belli mi olur, bir kişinin kulağına küpe olsa, bir kişi kamerayı alıp da sokağa çıksa ya da yıllardır tasarladığı romanı için bir kelime yazsa, yolun yarısı biter işte. Sonrası kolay; çünkü güzel çocuklar yolu yarıda bırakmaz.
Aylardır, “kısa filme bu hafta başlıyorum” diyen çocukluk arkadaşımdır bu yazının nedeni. Onun nezninde bütün güzel çocuklara sesleniyorum: Şu filmi çekin artık!
•••
Yine sinemayla bitirelim.
“İyi senaryoyla kötü film yapılır ama kötü senaryoyla iyi film yapılmaz” demiş bir büyüğümüz. Bir Beşiktaşlı olarak, Serdar Bilgili zamanında ilk bölümü çekilen ve ‘tüpçü’yle devamı getirilen uzun metrajlı dandik bir gişe filmi nasıl olur da bu kadar gişe yapar anlamıyorum. Tamam gülmeye ihtiyacı var ama bu ülkenin sanatsal filmlere de ihtiyacı var. Sorun oyuncu kadrosunda değil, senarist ve yönetmenin kafasında, şunu anlayın ve bu filmi daha fazla övmeyin artık. Bırakın eskisi gibi sanat filmi çekelim de varsın kimse izlemesin.
Bu filmi çekecek tek yönetmen İbrahim Altınsay’dır bana göre. Menajer Eşber Yağmurdereli, basın sözcüsü Vedat Özdemiroğlu, alt yapı sorumlusu Asena Özkan, ikinci başkan da Rıdvan Akar olursa ‘dadından yenmez’ o film.
Süleyman Seba’ya hürmet, Türker Miletli’ye sevgiyle...
Konuşmalar her zaman aynı finalle sonuçlandı: “Kısa film çekiyoruz...”
Sonrasında senaryolar havalarda uçuştu. Oyuncular bulundu, roller, görevler dağıtıldı. Ama o film hiçbir zaman çekilmedi. İkinci sınıf bitti, üç bitti, biz hâlâ proje üretiyorduk. Güzel de projelerdi, enteresan senaryolar, eğlenceli fikirler... 3. sınıf bittiğinde o film hâlâ çekilmemişti. Üstüne üstlük hepimiz iletişim fakültesi öğrencileriydik. Kimimiz reklamcılık, kimimiz gazetecilik, kimimizse radyo televizyon sinema okuyorduk. O filmi hiç çekemedik.
Güzel çocuklardık. Hayata soldan bakıyorduk. Bize ‘lümpen’ diyen ve sünnet olan çocuğun ‘erkek’ sayılması misali, gözaltına alınmadan bizi solcu saymayan ‘kantin solcuları’ gibi at gözlüklerimiz yoktu. Araştırırdık, sorgulardık, babamızdan aldığımızla yetinmezdik. Babalarımızı, gençliğimizin verdiği heyecanla değil altını doldurarak eleştirirdik. Birçoğumuzun babası anlamadı ya da anlamak istemedi bu eleştirileri; bizi de ikna edemediler ama olsun, hiçbir şey için geç değil. (İki taraf için de)
Konumuza dönersek... Biz hâlâ okul çıkışlarında yol paramızı bir kenara ayırdıktan sonra kalanıyla rakı alıp haydarili masalarda senaryo kavgası yaparken, bir şeyin farkına varamadık bir türlü: Zaman akıp gidiyordu...
Film hâlâ çekilmemişti. Üç sene boyunca film çekelim diyen ama bir türlü çekmeyen 4-5 öğrencinin hikâyesini -yani kendi hikâyemizi- çekelim dedik; “film çekmeye gerek yok kamerayı şuraya bir yere koyalım, o bile film olur” dedik; onu bile yapmadık. 4. sınıf başladı bu arada. Herkes staj-iş derdine düştü bir anda. Ben BirGün’de, biri TRT’de, diğeri bir yapım şirketinde ve başka başka yerlerde işe başladık. Sonrasında bırakın film çekmeyi, sınavlara gidemez, birbirimizin yüzünü göremez olduk. Bu hafta kesin görüşüyoruz dediğim arkadaşıma bu lafı edeli dört ay oldu örneğin. Aramızdan sinema sektörüne giren tek arkadaşım şu an elinde nefret ettiği bir tüfekle, ahlaksızca yazılmış ama çok akıllıca kurgulanmış boktan bir senaryonun zoraki figüranı olarak ‘vatani görev’ adlı filmde rol alıyor.
Üzerime vazife mi kimseye “hayatı erteleme” demek ya da bu satırları yazarken bile hayatı erteleyen birini kim ne kadar önemser bilmiyorum ama belli mi olur, bir kişinin kulağına küpe olsa, bir kişi kamerayı alıp da sokağa çıksa ya da yıllardır tasarladığı romanı için bir kelime yazsa, yolun yarısı biter işte. Sonrası kolay; çünkü güzel çocuklar yolu yarıda bırakmaz.
Aylardır, “kısa filme bu hafta başlıyorum” diyen çocukluk arkadaşımdır bu yazının nedeni. Onun nezninde bütün güzel çocuklara sesleniyorum: Şu filmi çekin artık!
•••
Yine sinemayla bitirelim.
“İyi senaryoyla kötü film yapılır ama kötü senaryoyla iyi film yapılmaz” demiş bir büyüğümüz. Bir Beşiktaşlı olarak, Serdar Bilgili zamanında ilk bölümü çekilen ve ‘tüpçü’yle devamı getirilen uzun metrajlı dandik bir gişe filmi nasıl olur da bu kadar gişe yapar anlamıyorum. Tamam gülmeye ihtiyacı var ama bu ülkenin sanatsal filmlere de ihtiyacı var. Sorun oyuncu kadrosunda değil, senarist ve yönetmenin kafasında, şunu anlayın ve bu filmi daha fazla övmeyin artık. Bırakın eskisi gibi sanat filmi çekelim de varsın kimse izlemesin.
Bu filmi çekecek tek yönetmen İbrahim Altınsay’dır bana göre. Menajer Eşber Yağmurdereli, basın sözcüsü Vedat Özdemiroğlu, alt yapı sorumlusu Asena Özkan, ikinci başkan da Rıdvan Akar olursa ‘dadından yenmez’ o film.
Süleyman Seba’ya hürmet, Türker Miletli’ye sevgiyle...
En güzel yazı kısa yazıdır (BirGün yazıları 8)
BirGün’de işe başlayalı yaklaşık 2.5 yıl oldu. Bu 2.5 yıllık süreçte gazetenin eski yeni 100’e yakın köşe yazarıyla tanıştım. Kimiyle kavga ettiğim, kimiyle aynı içki masasından sarhoş kalktığım oldu. İyisiyle kötüsüyle birçoğunu yakından tanıdım.
Abartmıyorum, yazarlarımızın hepsinde gördüğüm ortak özellik, ya çok konuşmaları ya çok uzun yazmaları... Aynı ortamda bulunduğumuz zamanlar birçoğu bana ‘nasılsınız’ dışında konuşacak bir şey bırakmamıştır.
Çok konuşmalarını, çok tatlı dilli olmaları nedeniyle sorun etmedim ama çok yazmaları sadece kültür sanat servisinin değil, bütün gazetenin başına iş açtı her zaman. Telefonda yazarlarla editör ya da müdürlerin klasik repliklerinden biri şudur her zaman:
“Yazınız çok uzun, bir paragraf atmanız mümkün mü?”
Yazarlarımıza hiçbir zaman gazeteye uzun yazı yazmanın kötü bir şey olduğunu anlatamamışızdır. Bu bir gazete; Kadıköy vapuruna binerken alırsın, Beşiktaş’a yanaşırken bırakırsın vapurda, başkası da okur. Okur, uzun yazıları, haberleri sevmez. O yazılar dünyanın en önemli sırrını da verse okumaz kimse bir yerden sonra. ‘Ortalama’ okurdan bahsediyorum tabii. Yoksa gazetede çıkan basın ilanları bile okuyan okurlarımıza rastladım.
Şimdi bunları niye yazdım? Olmuyormuş efendim; biz solculara değil bir köşe, gazetedeki bütün köşeleri verseniz yetmiyormuş. 2.5 yıldır, yazarları aşırı uzun yazdığı için her gün başka bir yazarıyla kavga eden iki ayrı editörle çalışmama karşın aynı haltı ben yiyorum şimdi. Uzun yazdıkları için arkalarından türlü laf ettiğim yazarlardan özür diliyorum. Ama siz yine de abartmayın derim, inanın okunmuyor. Ben bir blog aldım ‘birgünsonra’ adında. Aklıma ne gelirse oraya yazacağım artık. Hem her hafta çıkan yazı sonrası gazetedekilerin dırdırını çekme sorunu olmayacak hem de istediklerimi ‘otosansür’ uygulamadan doya doya yazacağım. Hepinize tavsiye ederim. Siyaset, spor, mizah, ekonomi… Aklınıza ne gelirse…
Cumartesi gecesi ‘S.O.S İstanbul’ adıyla Kuruçeşme Arena’da düzenlenen etkinlikteydim. Gecenin yıldızı tabii ki R.E.M. grubuydu. Yine harika performansları ve verdikleri mesajlarla 20 binden fazla seyirciyi coşturdular. Gecede Çekül, Tema, Uluslararası Af Örgütü, Toplum Gönüllüleri, Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Greenpeace gibi sivil toplum kuruluşlarının standları açıldı. Adı geçen STK’ler adına sahneye çıkan ünlü isimler, bu kuruluşların projelerini tanıtan konuşmalar yaptı. Bu STK’lerden bazıları hakkında ortaya atılan iddiaları ve güvenilirliklerini şimdilik bir kenara bırakalım, sahneye çıkan sanatçılardan hiçbiri dinlenmediği gibi, birçoğu konuşurken tek tük yuhlamalara da şahit olmak üzücüydü. Dev ekrandan, Türkiye’deki kadınlara uygulanan şiddetin dudak uçuklatan sayısal verileri aktarılırken Kuruçeşme’nin ‘haşin’ erkeklerinin kalabalıkta kendilerine çarpan kadınlara takındıkları tavır da bir o kadar ironikti. Şiddeti bitirmek için imza toplamaya çalışan STK’lere, sorunun daha derinlerde olduğunu ve imza toplamayla çözülmeyeceğini birilerinin acilen anlatması gerek. Çünkü bir yandan imza toplamak işin asıl boyutlarının üstüne gidilmesini engelliyor, diğer yandan mevcut ‘erkek’ sistemin elini güçlendiriyor.
Gecenin sonunda Kuruçeşme’den Beşiktaş’a yürüdüm. Hrant Dink davasının yapıldığı günlerde toplanılan meydanda, Çingeneler darbuka çalıp göbek atarken aynı meydanın bir diğer köşesinde tulum ve kemençeli bir grup Hemşin oynuyordu. Otobüs durağındaki Kürtler de büyük bir iştahla ve içleri giderek seyrediyordu iki grubu. Meydanın taşları ne kadar ‘mermer ulan’ olsa da üstündekiler gayet mozaikti. Artık birisi mezarında iki ters bir düz takla atmıştır sanırım.
Abartmıyorum, yazarlarımızın hepsinde gördüğüm ortak özellik, ya çok konuşmaları ya çok uzun yazmaları... Aynı ortamda bulunduğumuz zamanlar birçoğu bana ‘nasılsınız’ dışında konuşacak bir şey bırakmamıştır.
Çok konuşmalarını, çok tatlı dilli olmaları nedeniyle sorun etmedim ama çok yazmaları sadece kültür sanat servisinin değil, bütün gazetenin başına iş açtı her zaman. Telefonda yazarlarla editör ya da müdürlerin klasik repliklerinden biri şudur her zaman:
“Yazınız çok uzun, bir paragraf atmanız mümkün mü?”
Yazarlarımıza hiçbir zaman gazeteye uzun yazı yazmanın kötü bir şey olduğunu anlatamamışızdır. Bu bir gazete; Kadıköy vapuruna binerken alırsın, Beşiktaş’a yanaşırken bırakırsın vapurda, başkası da okur. Okur, uzun yazıları, haberleri sevmez. O yazılar dünyanın en önemli sırrını da verse okumaz kimse bir yerden sonra. ‘Ortalama’ okurdan bahsediyorum tabii. Yoksa gazetede çıkan basın ilanları bile okuyan okurlarımıza rastladım.
Şimdi bunları niye yazdım? Olmuyormuş efendim; biz solculara değil bir köşe, gazetedeki bütün köşeleri verseniz yetmiyormuş. 2.5 yıldır, yazarları aşırı uzun yazdığı için her gün başka bir yazarıyla kavga eden iki ayrı editörle çalışmama karşın aynı haltı ben yiyorum şimdi. Uzun yazdıkları için arkalarından türlü laf ettiğim yazarlardan özür diliyorum. Ama siz yine de abartmayın derim, inanın okunmuyor. Ben bir blog aldım ‘birgünsonra’ adında. Aklıma ne gelirse oraya yazacağım artık. Hem her hafta çıkan yazı sonrası gazetedekilerin dırdırını çekme sorunu olmayacak hem de istediklerimi ‘otosansür’ uygulamadan doya doya yazacağım. Hepinize tavsiye ederim. Siyaset, spor, mizah, ekonomi… Aklınıza ne gelirse…
Cumartesi gecesi ‘S.O.S İstanbul’ adıyla Kuruçeşme Arena’da düzenlenen etkinlikteydim. Gecenin yıldızı tabii ki R.E.M. grubuydu. Yine harika performansları ve verdikleri mesajlarla 20 binden fazla seyirciyi coşturdular. Gecede Çekül, Tema, Uluslararası Af Örgütü, Toplum Gönüllüleri, Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Greenpeace gibi sivil toplum kuruluşlarının standları açıldı. Adı geçen STK’ler adına sahneye çıkan ünlü isimler, bu kuruluşların projelerini tanıtan konuşmalar yaptı. Bu STK’lerden bazıları hakkında ortaya atılan iddiaları ve güvenilirliklerini şimdilik bir kenara bırakalım, sahneye çıkan sanatçılardan hiçbiri dinlenmediği gibi, birçoğu konuşurken tek tük yuhlamalara da şahit olmak üzücüydü. Dev ekrandan, Türkiye’deki kadınlara uygulanan şiddetin dudak uçuklatan sayısal verileri aktarılırken Kuruçeşme’nin ‘haşin’ erkeklerinin kalabalıkta kendilerine çarpan kadınlara takındıkları tavır da bir o kadar ironikti. Şiddeti bitirmek için imza toplamaya çalışan STK’lere, sorunun daha derinlerde olduğunu ve imza toplamayla çözülmeyeceğini birilerinin acilen anlatması gerek. Çünkü bir yandan imza toplamak işin asıl boyutlarının üstüne gidilmesini engelliyor, diğer yandan mevcut ‘erkek’ sistemin elini güçlendiriyor.
Gecenin sonunda Kuruçeşme’den Beşiktaş’a yürüdüm. Hrant Dink davasının yapıldığı günlerde toplanılan meydanda, Çingeneler darbuka çalıp göbek atarken aynı meydanın bir diğer köşesinde tulum ve kemençeli bir grup Hemşin oynuyordu. Otobüs durağındaki Kürtler de büyük bir iştahla ve içleri giderek seyrediyordu iki grubu. Meydanın taşları ne kadar ‘mermer ulan’ olsa da üstündekiler gayet mozaikti. Artık birisi mezarında iki ters bir düz takla atmıştır sanırım.
Komşuya gitti (BirGün yazıları 7)

Geçen hafta içi gözümüze çarpan bir habere göre Asya Pasifik Yayın Birliği, Avrupa Yayın Birliği’nden Eurovision şarkı yarışmasının yayın haklarını satın almış. Böylece yüzlerce milyon insanı televizyon başına çekecek olan ‘Asiavision’ şarkı yarışmasının temelleri de atılmış.
Haberi eğer duyduysanız aklınıza ne geldi bilmiyorum ama benim aklıma gelen ilk sorular şunlar oldu: “Acaba kim kimin ‘iyi komşu’su, kimin kiminle sınırı yok, kimin kiminle ekonomik ilişkileri iyi?
Yıllardır Eurovision’la yatıp Eurovision’la kalkan bir ülkeyiz sonuçta. Bu yarışmayı hiç seyretmeyenler bile yarışma klişelerini çok iyi biliyor artık. Bülent Özveren’in milliyetçilik ekseninden dışarı çık(a)mayan yorumları herkesin belleğinde. Nasıl belleğimizde olmasın, adam inatla her sene tekrarlıyor, bıkmadan usanmadan. Bir kişi de çıkıp adama demiyor “Kardeşim Türkiye bir ada devleti mi? Türkiye’nin de komşuları var, eğer mevzu sadece komşuluksa niye puan vermiyor hiçbiri, biraz da bunu konuşsana” diye. Diyemiyor belki de; çünkü Özveren’in vereceği yanıtı herkes biliyor: “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok.” Hatırlasanıza, BirGün dahil bütün gazeteler de yarışmadan sonra aynı klişe başlıkla vermediler mi haberleri “komşuya gitti” diye…
Oysa Sertab Erener yarışırken de başka dostu yoktu Türklerin. Ama Yunanistan ve Kıbrıs’tan ‘bile’ puan gelmişti. Ölüp bittiğimiz bir şarkı olmasa da dünya pop müzik kültürüyle Anadolu formunu kısmen iyi harmanlamıştı Sertab ve ‘iyi’ şarkıya ‘düşmanlarımız’ bile puan vermişti o sene. Sonra sen ‘Süper Star’ diye bir şarkıyla Eurovision’a git, kimse bizi sevmiyor diye ağlak ağlak program sun, olacak iş mi?
Hrant Abi vurulduktan sonraki ilk Eurovision’u sunarken, Türkiye’nin 12 puanı Ermenistan’a gidince de “diaspora iyi çalışmış” demişti cenazede halkların kardeşliği için yürüyen yüz binlere hakaret edercesine. Affedin ama o lafı duyunca ister istemez nahh diye bağırmıştım televizyona doğru. Her şeyi bir kenara bırakalım, Ermenistan’a 12 puan verilmesini sağlayacak kadar Ermeni kalmadı ki bu ülkede.
Kendimle çeliştiğimi düşünüyor olabilirsiniz ama ben yarışma politik ya da politik değil tartışmasında değilim. Evet, bu yarışma politiktir; ama aynı zamanda bu yarışma hayır, politik değildir de… Gökhan Gençay zamanında Eurovision’u epeyce eleştiren bir yazı yazmıştı BirGün’de. Neredeyse tamamına katılıyorum o yazının ama Eurovision da bizim geleneksel televizyon eğlencemiz, başka bir şey vardı da biz mi seyretmedik o zamanlar? Bak, yüzde bilmem kaçı Müslüman olan ülkenin geleneksel Ramazan eğlenceleri bile kalmamış. MP3 çağında, ‘düşman komşu’lara ve Bülent Özveren’e inat hâlâ seyrediliyorsa bu yarışma, bırakın seyretsinler, bırakın seyredelim.
Şimdi gelelim Asiavision’a… Bence bu yarışmanın galibi hiç değişmez, her sene Çin olur. Haritaya bir baktım da herkese komşu sayılır bir kere. Sonra diğer ülkelerin tarihlerini biraz inceledim. Herkes birbiriyle kavgalı. Kamboçya’dan Vietnam’a ya da tam tersi, hayatta puan çıkmaz; oylar diğer komşuya gider. Endonezya Müslüman nüfusun en fazla olduğu Asya ülkesi, o yüzden oylar Budist komşulara gider.
Pakistan ile Bangladeş iki düşman kardeş. Onlar da gider, büyük abi Çin’e verir. Çin yarışmayı götürür gibi geliyor bana uzun lafın kısası. Tabii bölge devletleri, kendilerini sütten çıkmış ak kaşık ilan edip “Çin’de insan hakları ihlalleri” falan diye artislik yaparlar mı bilemem. Benim gönlümden kopan “Bir, iki, üç daha fazla Vietnam” adlı şarkıyla yarışmaya katılacak bir ülkenin almasıdır bütün 12 puanları ama bu devirde nerde öyle ‘delikanlı’ ülke? Aklıma bir Küba geliyor, hadi biraz da Venezüela; onlar da Asya’da değil gerçi.
Şimdiye kadar yazdıklarıma laf edecek biri varsa meclisten yapılacak bir canlı yayınla ve Reha Muhtar’ın yönetmesi koşuluyla tartışmaya hazırım, her zaman beklerim.
Haftanın sosyal mesajını verip bitirelim bugün de. Doğan Abi’nin (Tılıç), her yazısı benim için biraz derstir. Onun BirGün ya da yazacaksa başka bir yerde yazmasını ilk önce kendim için büyük bir kazanç sayarım. Umarım biz gençlere karşı takındığı tavır da diğer abilerimize, ablalarımıza biraz ders olur.
•••
Yazı bittikten sonra NTV’deki malum dört kadına takıldım. Konuk Nurseli İdiz’di ve Ergenekon davası nedeniyle içerde kaldığı üç günü anlata anlata bitiremiyordu. Bana, deprem sonrası 28 gün askerlik yapıp hâlâ anılarını anlatan bir arkadaşımı anımsattı. Programda Müjde Ar “4 gün banyo yapamamaktan daha büyük işkence mi var?” gibi bir laf etti bir de ki gözümdeki bütün Müjde Ar profili değişti bir anda. “Bari sen yapma” dedim. Ben de işkence görmedim ama 4 gün banyo yapmamaktan daha büyük işkenceler olduğunu biliyorum. Müjde Ar da biliyordur ve o amaçla söylememiştir mutlaka ama yine de o lafından sonra canı bir kez daha acıyacak olan binlerce insanı da düşünmesi gerekirdi derim, üzerime vazife olmayarak.
Ankara Galleria’da satılan tek BirGün’ün, diğer gazetelerle aynı rafa konmasını sağlayan Nemci Abi’ye selam ederek…
İçimizdeki enteller (BirGün yazıları 6)
Bizim Ermeni cemaatinin solcularına özgü sanıyordum ama haksızlık etmişim; bu ülkede sanata yan gözle bakmak ya da ona üvey evlat muamelesi yapmak Türkiye solcularının genel tutumuymuş. (Sağcıları yazmıyorum bile) Demek ki bu toprakların havasında, suyunda varmış sanattan uzak durma hastalığı ve olayın aslında etnik bir boyutu da yokmuş, nasıl da düşünemedim(!) Aynı toprakların çocukları olduğumuzu kanıtlayan bir örnek işte size. Bu kez kötü bir örnek ama...
Şimdi bu ilk paragraftan sonra çıkışacaklar bana, biliyorum. Bütün türküleri, Nâzım’ın bütün şiirlerini ezbere biliyorum, beş bin tane kitap okudum senin haberin var mı diyecekler, diyecekler de diyecekler. Ben de “ama mevzu onlarla bitmiyor” diyeceğim; sonra yine adımız ‘liboş’a çıkacak sanatın ‘toplumsal sanat’tan ibaret olmadığını söylediğim için.
Bu mevzu bir kenarda dursun, solcularla sanat ilişkisine ve bununla direkt ilgili olarak BirGün’de kültür sanat servisinde çalışmanın zorluklarına ileride mutlaka değiniriz. Ben şimdi gazete çalışanlarının kültür sanat sayfalarına olan ilgisine değinmek istiyorum. En yakınımdaki örnek onlar çünkü.
Sabah gazeteye geldiğinizde, mutfağından yazıişlerine kadar, gazetenin çeşitli yerlerinde yeni günün BirGün’ünü açık bulursunuz. Mutlaka birileri okuyup bırakmıştır ya da hâlâ gazeteyi okuyan birileri vardır başında. İlk önce güncel-siyasi sayfalar ve yazarları okunur, ardından çalışma yaşamı, ekonomi, yaşam, dış haber, spor, televizyon ve arka sayfayla biter. (Güncel sayfalardan sonrasının sırası değişir okuyan kişiye göre) Dikkat ettiniz sanıyorum, okunmayan tek sayfa kültür sanattır. Sabahları geldiğimde ya da günün herhangi bir saatinde bir kişinin bile “ulan şu kültür sanat sayfalarında ne yazıyor” ya da “bugün de Uğur Kutay ne yazmış acaba” deyip de kültür sanat okuduğunu görmedim, duymadım. İşin kötüsü, sayfanın editörünün bile öbür gün yaptığı sayfaya baktığına şahit olmadım şimdiye kadar. İddia ediyorum, kültür sanat sayfalarının yazarlarından en fazla 3 tane sayacak isimler de bir elin parmaklarını geçmez gazetede. (Şu satırları okuduktan sonra içinizden kültür sanat yazarlarını sayarak kendinizi test edip karşıma çıkmayın)
Bu köşenin adını ‘entel-dantel’ koymamın nedenlerinden biri, biraz da şundandır aslında:
- Ara nereye?
- Abi sergiye gidiyorum.
- Yaa bırak bu entel dantel işleri.
- ...
Suskun kalmışımdır genelde bu arkadaşlara karşı. Kapital’i Kur’an gibi ezbere okumakla övünen bu ‘hafız’ arkadaşlara ben daha ne diyeyim ki?
Kim olduklarını bilmesem de BirGün’den bazı arkadaşlar birkaç haftadır yüzümü güldürüyor ama. Biliyorsunuz gazete okuması en zevkli yerlerden biri tuvaletlerdir. Pazar günleri kahvaltı sonrası elde gazeteyle birçoğumuzun, evin tuvalet kapısında sıra kavgası yaptığı bir gerçek, inkâr etmeyin. Sırasını kaptım diye tuvaletten çıkınca başımdan aşağı çay döktüğünü bilirim ben kardeşimin. Gerçi o da abartıp 2 ciltlik Güven romanıyla (Vedat Türkali) girmeye kalkışmıştı tuvalete ya, neyse.
Gazetenin tuvaletine de ne zaman girseniz mutlaka BirGün bulursunuz. Ben de son zamanlarda sıklıkla gazetenin kültür sanat sayfasını açık bulur oldum tuvalette. Hatta birkaç kere Milliyet Sanat ve Evrensel Kültür de bulmadım değil. ‘Entel’ damgası yemek istemeyen arkadaşlar sadece tuvalette okusalar da sanatsal haber, yazı ve makaleleri, bu güzel bir şey aslında. Sanatı okumanın da sanat yapmak gibi kötü bir şey olmadığını anladıkça, otobüste, vapurda, çay bahçesinde de okumaktan çekinmeyeceklerine eminim zamanla. Hatta belki bir sergiye gider de üzerine tartışırız saatlerce, kimbilir... Umarım ‘devrime giden şanlı yol’un ‘Kapital’ kadar sanattan da geçtiğini fark ettiklerinde “her şey için çok geç kaldık” demeyecek bu arkadaşlar. Ve inanıyorum ki sanatın sadece toplum için değil birey için de ya da hiçbir şey için de yapılabildiğini, sanat eserinin sadece bir propoganda amacı olarak değil ‘öylesine’ de yapılabildiğini anlayacağız günün birinde, hep birlikte...
Son bir söz de TRT’ye.
Kubat’a Âşık Mahsuni türküsü, Funda Arar’a da Ahmet Arif şiirinden bestelenen bir şarkıyı okuttuğunuz program sırasında bir dönemin yasaklı ve ‘sakıncalı’ ilan edilen yüzlerce sanatçısının ahını aldınız bir kez daha. ‘Prime time’da Grup Yorum’u çıkarsanız ve Arı Stüdyoları’ndan canlı konser yaptırsanız da sizin ‘demokrat’lığınız bu ülkenin başbakanınki kadardır, o da bize gelmez. Çünkü biz biliyoruz ki 1 Mayıs’ta işçilerle Taksim’e yürümeye çalışan sanatçılara jopla giren polis de bu hükümetin bakanlığına bağlıdır, Sri Lanka hükümetininkine değil.
Ruhi Su ve bütün sakıncalı kahramanlarımıza özlemle...
Şimdi bu ilk paragraftan sonra çıkışacaklar bana, biliyorum. Bütün türküleri, Nâzım’ın bütün şiirlerini ezbere biliyorum, beş bin tane kitap okudum senin haberin var mı diyecekler, diyecekler de diyecekler. Ben de “ama mevzu onlarla bitmiyor” diyeceğim; sonra yine adımız ‘liboş’a çıkacak sanatın ‘toplumsal sanat’tan ibaret olmadığını söylediğim için.
Bu mevzu bir kenarda dursun, solcularla sanat ilişkisine ve bununla direkt ilgili olarak BirGün’de kültür sanat servisinde çalışmanın zorluklarına ileride mutlaka değiniriz. Ben şimdi gazete çalışanlarının kültür sanat sayfalarına olan ilgisine değinmek istiyorum. En yakınımdaki örnek onlar çünkü.
Sabah gazeteye geldiğinizde, mutfağından yazıişlerine kadar, gazetenin çeşitli yerlerinde yeni günün BirGün’ünü açık bulursunuz. Mutlaka birileri okuyup bırakmıştır ya da hâlâ gazeteyi okuyan birileri vardır başında. İlk önce güncel-siyasi sayfalar ve yazarları okunur, ardından çalışma yaşamı, ekonomi, yaşam, dış haber, spor, televizyon ve arka sayfayla biter. (Güncel sayfalardan sonrasının sırası değişir okuyan kişiye göre) Dikkat ettiniz sanıyorum, okunmayan tek sayfa kültür sanattır. Sabahları geldiğimde ya da günün herhangi bir saatinde bir kişinin bile “ulan şu kültür sanat sayfalarında ne yazıyor” ya da “bugün de Uğur Kutay ne yazmış acaba” deyip de kültür sanat okuduğunu görmedim, duymadım. İşin kötüsü, sayfanın editörünün bile öbür gün yaptığı sayfaya baktığına şahit olmadım şimdiye kadar. İddia ediyorum, kültür sanat sayfalarının yazarlarından en fazla 3 tane sayacak isimler de bir elin parmaklarını geçmez gazetede. (Şu satırları okuduktan sonra içinizden kültür sanat yazarlarını sayarak kendinizi test edip karşıma çıkmayın)
Bu köşenin adını ‘entel-dantel’ koymamın nedenlerinden biri, biraz da şundandır aslında:
- Ara nereye?
- Abi sergiye gidiyorum.
- Yaa bırak bu entel dantel işleri.
- ...
Suskun kalmışımdır genelde bu arkadaşlara karşı. Kapital’i Kur’an gibi ezbere okumakla övünen bu ‘hafız’ arkadaşlara ben daha ne diyeyim ki?
Kim olduklarını bilmesem de BirGün’den bazı arkadaşlar birkaç haftadır yüzümü güldürüyor ama. Biliyorsunuz gazete okuması en zevkli yerlerden biri tuvaletlerdir. Pazar günleri kahvaltı sonrası elde gazeteyle birçoğumuzun, evin tuvalet kapısında sıra kavgası yaptığı bir gerçek, inkâr etmeyin. Sırasını kaptım diye tuvaletten çıkınca başımdan aşağı çay döktüğünü bilirim ben kardeşimin. Gerçi o da abartıp 2 ciltlik Güven romanıyla (Vedat Türkali) girmeye kalkışmıştı tuvalete ya, neyse.
Gazetenin tuvaletine de ne zaman girseniz mutlaka BirGün bulursunuz. Ben de son zamanlarda sıklıkla gazetenin kültür sanat sayfasını açık bulur oldum tuvalette. Hatta birkaç kere Milliyet Sanat ve Evrensel Kültür de bulmadım değil. ‘Entel’ damgası yemek istemeyen arkadaşlar sadece tuvalette okusalar da sanatsal haber, yazı ve makaleleri, bu güzel bir şey aslında. Sanatı okumanın da sanat yapmak gibi kötü bir şey olmadığını anladıkça, otobüste, vapurda, çay bahçesinde de okumaktan çekinmeyeceklerine eminim zamanla. Hatta belki bir sergiye gider de üzerine tartışırız saatlerce, kimbilir... Umarım ‘devrime giden şanlı yol’un ‘Kapital’ kadar sanattan da geçtiğini fark ettiklerinde “her şey için çok geç kaldık” demeyecek bu arkadaşlar. Ve inanıyorum ki sanatın sadece toplum için değil birey için de ya da hiçbir şey için de yapılabildiğini, sanat eserinin sadece bir propoganda amacı olarak değil ‘öylesine’ de yapılabildiğini anlayacağız günün birinde, hep birlikte...
Son bir söz de TRT’ye.
Kubat’a Âşık Mahsuni türküsü, Funda Arar’a da Ahmet Arif şiirinden bestelenen bir şarkıyı okuttuğunuz program sırasında bir dönemin yasaklı ve ‘sakıncalı’ ilan edilen yüzlerce sanatçısının ahını aldınız bir kez daha. ‘Prime time’da Grup Yorum’u çıkarsanız ve Arı Stüdyoları’ndan canlı konser yaptırsanız da sizin ‘demokrat’lığınız bu ülkenin başbakanınki kadardır, o da bize gelmez. Çünkü biz biliyoruz ki 1 Mayıs’ta işçilerle Taksim’e yürümeye çalışan sanatçılara jopla giren polis de bu hükümetin bakanlığına bağlıdır, Sri Lanka hükümetininkine değil.
Ruhi Su ve bütün sakıncalı kahramanlarımıza özlemle...
Masumiyet Müzesi'ne de Müzekart'la girilecek mi? (BirGün yazıları 5)
Orhan Pamuk’un son kitabı ‘Masumiyet Müzesi’ nihayet çıktı da Türkiye basını olarak biraz rahatladık. Nobel’i aldıktan sonra doğru düzgün ekmek yiyemez olmuştuk Orhan Pamuk’tan. Kimine göre nasıl olsa Nobel’i aldığı için artık siyasi laflar da etmezdi Orhan Pamuk. Eee ne yapacaktık biz şimdi? Adam hakkında çıkan haberler de peynir ekmek gibi ‘satıyor’… Mecbur bu kez kitabı ve açmayı planladığı müzeyle gelecekti gündeme. Adres gösterme delisi ikiyüzlü basın iki günde unuttu Orhan Pamuk’un ne ‘vatan haini’ olduğunu. Her gazetede Masumiyet Müzesi haberleri, eleştirileri… Gazetelerin kitap eklerinde sadece polisiye roman eleştirileriyle görmeye alışık olduğumuz isimlerin bile Orhan Pamuk’u yazmaya başlaması hadi bir kenara, spor ve magazin sayfaları dahil her yer Orhan Pamuk’u yazanlarla doldu taştı. Bir anda Orhan Pamuk’un aslında bir edebiyatçı olduğu anımsandı. Buradan nereye geleceksin diye sorarsanız, her zamanki gibi hiçbir yere tabii ki… Tek söylemek istediğim: “Neymiş; ‘vatan hainliği’ hiçbir şey, tiraj kaygısı her şeymiş.” Bunu da yazın bir kenara. Ara söylemişti dersiniz.
Masumiyet Müzesi’nden eski sosyal demokrat Ertuğrul Günay’ın başında bulunduğu bakanlığın bir uygulaması olan ‘Müzekart’ mevzuuna bir yatay geçiş yapmak istiyorum. (Bu arada ‘eski sosyal demokrat’ lafı kulağa ne komik geliyor değil mi? Dünya derdini bırakıp cebini doldurmanın derdine düşenlere eski solcu, eski devrimci diyoruz biraz da aşağılayarak; ama sosyal demokrat-eski sosyal demokrat işte ne bileyim; şimdi sosyal demokratları da kızdırmayalım, anladı anlayan)
Tatilimin son günlerinde İzmir Selçuk’taki Efes Harabeleri’ne gideyim dedim. “Gitmez olaymışım, her yer yıkık dökük harabe” esprisi yapmayacağım tabii ki. Neyse, Efes’e giderken hiç giriş parası ne kadardır falan diye düşünmedim. Basın deriz, olmadı abi öğrenci deriz gireriz içeri, burası Türkiye ne de olsa. Efes’e giriş tek fiyatmış: 20 YTL. Öyle basınmış öğrenciymiş dinlemiyor pek kapıdaki abiler de. Sana başka bir olanak sunuyorlar ama. Müzekart al diyorlar. Onun da fiyatı 20 YTL.(*) Türkiye’deki birçok müzeye bir yıl boyunca ‘bedava’ girebiliyorsun bu kartla. Haliyle yabancı turistler hariç herkes Müzekart alıyor kapıda. Hatta gişede bulunduğum 10 dakika içinde Müzekart’ın tek seferlik giriş biletinden daha çok satıldığına şahit oldum. O an bende bir jeton düştü. “Bilmem kaç ayda şu kadar müzekart satıldı” diye haberler okumuştum. Tabii ya, dedim. Başka nasıl satılacaktı ki o kadar kart? Müzekart uygulaması başlamış diye kim koşa koşa almaya gider ki Türkiye gibi bir ülkede? Ancak böyle satarsın işte. Akıllıca değil mi? Bir yere giriş biletine vereceğin parayla Türkiye’deki birçok yere bir yıl boyunca girebiliyorsun. Böylece Efes’e girerken vereceğin 20 YTL üzerine soğuk su içecekken bir anda psikolojik olarak kâra geçtiğini hissediyorsun. Yanlış anlaşılmasın, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bir yeri gezmenin hazzı parayla ölçülemez tabii ama cumhurbaşkanı ‘Kayserili’ olan bir ülkenin evladı olarak daha Efes’i gezerken bile ‘parasını çıkarmak’ için İstanbul’a döner dönmez bütün müzeleri gezme planları yaptım, ne yalan söyleyeyim.
Müzekart çok satmış diye ülkem insanının kültürüne, tarihine olan ilgisi arttı sanmayın sakın. Bu uygulamayı övdüğümü de düşünmeyin. Tabii ki bu mekânları gezmek hiçbir ücrete tâbi olmamalı. Her ne kadar solcularımız bile uzak dursa da kültürden ve sanattan; eğitim, sağlık ve barınma gibi temel hakkımızdır aslında Efes’i gezme hakkımız da. Ama bu işler arkadan zorla itmeyle, gişede insanlara “Müzekart alırım daha iyi” dedirtip 20 YTL verildi diye her gün önünden geçtiğimiz ama yüzüne bile bakmadığımız müzeleri, Müzekart’ın parasını çıkarmak için zorla gezdirmekle olmuyor Sayın Günay. Efes’ten çıkınca su almak için yaklaştığınız büfedeki “Hakkı abiiiii, yerliye suyu kaça veriyoduuuk” diye bağıran çocuktan başlamak gerekiyor işe. Yoksa yerliye 2 YTL, yabancıya 2 Avro’ya su satan çocuk da büyüyünce Hakkı Abi’sine benziyor. Ya da hadi en fazla benim gibi Müzekart’la Masumiyet Müzesi’ni de gezebilme hesapları yapıyor ‘parasını çıkarmak’ için.
Son olarak, benden bir süre eğlendirici satırlar beklemeyin. BirGün’ün ‘çok gizli’ belgelerini dışarı sızdırmanın(!) başıma ne işler açtığını biliyorsunuz geçen haftadan. Bu aralar bütün gözler üzerimde. Şöyle ortam biraz sakinleşsin de yazarım ben yine size. Sanırım dört beş haftam İstanbul’daki müzeleri yazmakla geçecek, en azından Müzekart’ın parasını çıkarana kadar…
(*) www.muzekart.com adresinden kartın nerelerde geçtiğine dair ayrıntılı bilgiye ulaşabilirsiniz. Öğrencilere yüzde 50 indirimli, basın kartı sahipleri, gaziler, 17 yaş altı gençler ile çocuklar ve engellilere ise 2 YTL’ye verildiğine dair bazı sitelerde bilgi var ama kendi sitesinde bu bilgiye ulaşamadım. Ben söyleyeyim de araştırması sizden.
Yoksa ben de mi Ergenekoncuyum? (BirGün yazıları 4)
Bu yazı “Yazarımız yıllık izninin bir bölümünü kullandığından bu haftaki yazısını yayımlayamıyoruz” klişesini engellemek için bin bir zorlukla kaleme alınmıştır.
Gazetede bir âdet vardır. İşe kim başlarsa başlasın yaz ayı geldi mi yapar tatilini. Öyle bir yılın dolmasını falan beklemez. Kimse de ona “sen işe başlayalı iki ay oldu kardeşim, ne tatiliymiş bu?” demez belki de diyemez, bilmiyorum.
Bu yaz da her yaz olduğu gibi eskisiyle yenisiyle yaptık tatilimizi. Kimimiz evinde oturdu kimimiz gücü yettiğince bir yerlere gitmeye çalıştı. Bu devirde neye ya da kime güvendiklerini bilmediğim iki gazete çalışanı arkadaşım da evlendi üstüne üstlük. Haliyle bizimki ‘senelik izin’ onlarınki ‘balayı’ oldu. Konumuza gelirsek, altmışa yakın gazete çalışanından bana yeni fırsat geldi ve eylül ayında -nihayet- çıkabildim tatile. Söylemesi ayıp, bu yazıyı da kızgın kumlardan serin sulara atlamadan önce yazıyorum. Aslında niyetim Erivan’daki akrabaları ziyaret etmekti ama olmadı bu sene. Artık Noel’de onlar gelirse görüşürüz, yoksa başka bahara. Yazılarımı internetten okuduklarını bildiğim amcam Kevork ve yengem Tilda’ya selam ederim, sizi çok özledim.
Şu an İzmir’in şirin bir beldesi olan Gümüldür’deyim. Buraya gelmeden önce öve öve bitirememişlerdi arkadaşlarım Gümüldür’ü. Denizi, doğası ve çevre ilçelere yakınlığından bahsetmişti herkes ama kimse insanından, yani en önemli ayrıntıdan bahsetmemişti. İyi ki de bahsetmemişler. Çünkü gördüklerim benim için çok güzel bir sürpriz oldu.
Kalacağım otele yaklaşırken otelin bahçesinde BirGün okuyanları görünce yaşadım ilk şoku. Ben nereye geldim dedim kendi kendime. Otele girince masalara dikkat kesildim. Her masada BirGün ve Evrensel vardı. Odaya çıktım ve yatağa yatmamla uyumuşum birkaç dakika içinde. Uzaklardan gelen Ahmet Kaya sesiyle uyandım öğleden sonra. Balkondan kulak kesildim ki köşedeki bakkaldan geliyor ses. Denize gitmek için otelden çıktığımda aynı bakkaldaki Ahmet Kaya, yerini Kâzım Koyuncu’ya bırakmıştı. Bakkalın birkaç adım ilerisinde iki kitapçı vardı. Bir tanesi duvarına bir afiş asmış. Afişte şöyle yazıyordu: “Okumak özgürleştirir, özgürlük güzelleştirir. YAŞASIN KİTAP” Kitapçının yüz metre ilersindeyse bir türkü bar çıktı karşıma. Aslında malum nedenlerle pek sevmem türkü barları ama evinden uzakta karşına böyle ayrıntılar çıkınca insan farklı hissediyormuş ne yalan söyleyeyim. Seneye yolunuz bu taraflara düşerse ya da hem tatile gidelim hem kendimizi evimizde hissedelim derseniz “Güüümüldür Güüümüldür, bulunmaz eşin” derim size. Kaldığım otelin adını da beklemeyin sakın, bedava tatil karşılığı reklam yapıyor diye söylenti çıkar falan, papaz olmayayım milletle. İsteyene e-posta yoluyla söylerim tabii.
(Ekmek Mutafyan çarpsın parasını parasıyla yapıyorum bu tatili)
Geçen pazartesi gazetede İlhan Selçuk’un zamanında yaptığı gibi akrostişle “işkence altındayım” yazıp postalamaktan fırça yedim. Yazılarıma köşe yazısı havası verip gazete içindeki ‘çok gizli’ belgeleri dışarı veriyormuşum. Ayrıca bugün elime ulaşan tebligata göre gazeteye döndüğümde iki aylığına öğle yemeklerim kesilecek ve bilgisayarda on gün boyunca kopyala yapıştır yapmadan günde on bin kere “bir daha yapmayacağım” yazacakmışım.
Ne diyeyim ki… Sonum İlhan Selçuk’a benzemesin bari. Hazır Etyen Bey de hakkımızda ‘Ergenekoncu’ diye vermiş fermanı... Kendi kendime düşündüm bir an, yoksa doğru olabilir mi? Yoksa aslında ben bir Ergenekoncu muyum? İster misiniz Gümüldür’deyken bir paşa da beni ziyaret etsin?
Gazetede bir âdet vardır. İşe kim başlarsa başlasın yaz ayı geldi mi yapar tatilini. Öyle bir yılın dolmasını falan beklemez. Kimse de ona “sen işe başlayalı iki ay oldu kardeşim, ne tatiliymiş bu?” demez belki de diyemez, bilmiyorum.
Bu yaz da her yaz olduğu gibi eskisiyle yenisiyle yaptık tatilimizi. Kimimiz evinde oturdu kimimiz gücü yettiğince bir yerlere gitmeye çalıştı. Bu devirde neye ya da kime güvendiklerini bilmediğim iki gazete çalışanı arkadaşım da evlendi üstüne üstlük. Haliyle bizimki ‘senelik izin’ onlarınki ‘balayı’ oldu. Konumuza gelirsek, altmışa yakın gazete çalışanından bana yeni fırsat geldi ve eylül ayında -nihayet- çıkabildim tatile. Söylemesi ayıp, bu yazıyı da kızgın kumlardan serin sulara atlamadan önce yazıyorum. Aslında niyetim Erivan’daki akrabaları ziyaret etmekti ama olmadı bu sene. Artık Noel’de onlar gelirse görüşürüz, yoksa başka bahara. Yazılarımı internetten okuduklarını bildiğim amcam Kevork ve yengem Tilda’ya selam ederim, sizi çok özledim.
Şu an İzmir’in şirin bir beldesi olan Gümüldür’deyim. Buraya gelmeden önce öve öve bitirememişlerdi arkadaşlarım Gümüldür’ü. Denizi, doğası ve çevre ilçelere yakınlığından bahsetmişti herkes ama kimse insanından, yani en önemli ayrıntıdan bahsetmemişti. İyi ki de bahsetmemişler. Çünkü gördüklerim benim için çok güzel bir sürpriz oldu.
Kalacağım otele yaklaşırken otelin bahçesinde BirGün okuyanları görünce yaşadım ilk şoku. Ben nereye geldim dedim kendi kendime. Otele girince masalara dikkat kesildim. Her masada BirGün ve Evrensel vardı. Odaya çıktım ve yatağa yatmamla uyumuşum birkaç dakika içinde. Uzaklardan gelen Ahmet Kaya sesiyle uyandım öğleden sonra. Balkondan kulak kesildim ki köşedeki bakkaldan geliyor ses. Denize gitmek için otelden çıktığımda aynı bakkaldaki Ahmet Kaya, yerini Kâzım Koyuncu’ya bırakmıştı. Bakkalın birkaç adım ilerisinde iki kitapçı vardı. Bir tanesi duvarına bir afiş asmış. Afişte şöyle yazıyordu: “Okumak özgürleştirir, özgürlük güzelleştirir. YAŞASIN KİTAP” Kitapçının yüz metre ilersindeyse bir türkü bar çıktı karşıma. Aslında malum nedenlerle pek sevmem türkü barları ama evinden uzakta karşına böyle ayrıntılar çıkınca insan farklı hissediyormuş ne yalan söyleyeyim. Seneye yolunuz bu taraflara düşerse ya da hem tatile gidelim hem kendimizi evimizde hissedelim derseniz “Güüümüldür Güüümüldür, bulunmaz eşin” derim size. Kaldığım otelin adını da beklemeyin sakın, bedava tatil karşılığı reklam yapıyor diye söylenti çıkar falan, papaz olmayayım milletle. İsteyene e-posta yoluyla söylerim tabii.
(Ekmek Mutafyan çarpsın parasını parasıyla yapıyorum bu tatili)
Geçen pazartesi gazetede İlhan Selçuk’un zamanında yaptığı gibi akrostişle “işkence altındayım” yazıp postalamaktan fırça yedim. Yazılarıma köşe yazısı havası verip gazete içindeki ‘çok gizli’ belgeleri dışarı veriyormuşum. Ayrıca bugün elime ulaşan tebligata göre gazeteye döndüğümde iki aylığına öğle yemeklerim kesilecek ve bilgisayarda on gün boyunca kopyala yapıştır yapmadan günde on bin kere “bir daha yapmayacağım” yazacakmışım.
Ne diyeyim ki… Sonum İlhan Selçuk’a benzemesin bari. Hazır Etyen Bey de hakkımızda ‘Ergenekoncu’ diye vermiş fermanı... Kendi kendime düşündüm bir an, yoksa doğru olabilir mi? Yoksa aslında ben bir Ergenekoncu muyum? İster misiniz Gümüldür’deyken bir paşa da beni ziyaret etsin?
Harbiye'de hayat her gün lüküs (BirGün yazıları 3)
Hafta içi, gazeteye yeni başlayan yazıişleri müdürümüz Selami İnce için bir tanışma toplantısı düzenlendi. Gerçi işe başlayalı 2 hafta olmuştu neredeyse ve herkesle çoktan tanışmıştı ama yıllarca Almanya’da kaldığı için kendisinde biraz ‘Alaman disiplini’ var sanırım; tutturdu illa, toplantı da toplantı. Hayır ben biliyorum o toplantının nereye gideceğini. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Tanışma yaklaşık bir dakika sürdü. Sonraki iki saat malum, paramızı isteriz de baskı saati çok erken de sandalyemin kolu kırık da yemekler kötü de bilmem ne de bilmem ne…
Garibim yeni müdür neye uğradığını şaşırdı. Toplantı başındaki o heyecanlı hali gitti on dakikada. Bırakıp gitmeyi bile düşündü kanımca ama kolay değil o işler Selami Bey, bıraksak biz bırakırdık bunca senedir. Neyse yitirme sen umudunu, biz her türlü yanındayız. Bu umut değil mi zaten bizi solcu yapan, senin yıllarca Almanya’da yaşamana neden olan…
Toplantıdan sonra bir arkadaşla çıktık gazeteden. Gazetenin 50 metre ilerisinde tatlıcı açılmış. Ciğercinin önünde yalanan kediler gibi baktık ve biraz yürüdükten sonra döndük tatlıcıya. Atın ölümü arpadan deyip yedik tatlılarımızı. Tabii tatlıları yerken bir yandan da yolu kesiyorum gazeteden biri görmesin diye. “Demin para yok diye bağrınıyodun” deyip binecekler tepeme, korkuyorum haliyle. Neyse, kimse görmeden çıktık tatlıcıdan.
Harbiye’ye doğru yürümeye başladık. Suna Pekuysal öldükten sonraki ilk Lüküs Hayat’ı seyredeceğiz. Gazeteyi çekiştire çekiştire geldik Harbiye’ye. Tatlıları yemişiz ama karnımız acıktı, susadık. Harbiye Açıkhava’nın büfesinden birer tost alalım dedik. 7 YTL fiyat çekmesin mi büfeci? Dönersin aynen geriye. Hayır içeri beleş girdiğimiz için boş bulduğumuz koltukları da kaptırdık. Yer aranırken Alaska Frigocu geldi. Kaç para dedim. 14 YTL demez mi? Alaska’dan mı geliyor dedim, ciddiye alıp hayır dedi. Oyunun adı nedeniyle mi fiyatlar böyle dedim, anlamadı bir şey. Bir de üstüne kimin konseri var diye sorunca iyice sinirlendim Hakan Şükür’ün jübilesi var ona geldik dedim. “O daha bırakmaz abi, yanlış gelmiş olmayasın” demesin mi? Ben de bozuntuya vermedim daha fazla, “yok yok bırakıyor” dedim. “Allah’ın izniyle bırakıyor hem de...”
Frigocu gidince düşündüm kendi kendime. Adama gereksiz çıkışmıştım. Sanki fiyatları belirleyen kendisi… Bizde hep böyle değil midir? Çay pahalı diye garsona hangimiz kızmadık ki?
Neyse, dokuzda başlayan oyun -abartmıyorum- 4 saat sürdü. O Zihni Göktay’daki enerji neydi öyle? Hem bir kez daha hayran oldum hem de kendimden utandım. Tiyatro olsa hadi bir nebze anlayacağım da Lüküs Hayat bu kardeşim. Bildiğin müzikal. İki replik sonra dans, iki replik sonra dans. Son gittiğim düğünde on dakika halay çektim de iki gün yürüyememiştim. Sen çok yaşa Zihni Baba, sen de güzel uyu Suna Anne. Sahnedekiler harikaydı ama bir şeyler hep yarımdı 4 saat boyunca. Neyse ki oyun sonunda sahneye yansıttılar da Pekuysal’ın güleç yüzünü, tamamlandı eksik. Buradan Orhan Alkaya’ya sesleniyorum. Lüküs Hayat oynanırken Suna Pekuysal’ın küçük bir portresini asın bir kenara. Onun gibisi zor gelir bir daha.
Üzerime vazife değil ama madem burası kültür sanat sayfası, söylemeden edemeyeceğim. Oyundaki yeniliklerin bazıları tamam da bazıları çok çiğ duruyor. Abartının dozu biraz indirilirse daha güzel olacak sanki. Hele o Kofi Annan esprisi (ver Kıbrıs’ı gör Annan’ı) neydi öyle? Tamam Harbiye’den alkış tufanı yükseldi ama siz aldırmayın o alkışlara. Zaten milliyetçiliğimizin kabarması için yer arıyoruz, sonra ülkü ocakları özel gösterim talep ederse altında kalırsınız, benden söylemesi…
Tamam bitiriyorum.
Son olarak, e-postalar aldım ekonomi yazarımız Koray Çalışkan ve kültür sanat yazarımız Bülent Usta’dan. Kendileri yazılarımı çok beğeniyormuş da şunları da yazarsam daha güzel olurmuş da… Bak bak bak. Ama ben biliyorum bunların asıl niyetini. Akıllarınca benle güzel ilişki kurup haklarında kötü yazmamamı sağlayacaklar ama bende o göz var mı? Tamam sizin gibi Boğaziçi çimlerine basmışlığım ya da bir romana imza atmışlığım yok ama kafam çalışır az çok. Neyi yazıp neyi yazmayacağımı biliyorum ben de. Bundan sonra herkes kendi işine baksın, lütfen.
Garibim yeni müdür neye uğradığını şaşırdı. Toplantı başındaki o heyecanlı hali gitti on dakikada. Bırakıp gitmeyi bile düşündü kanımca ama kolay değil o işler Selami Bey, bıraksak biz bırakırdık bunca senedir. Neyse yitirme sen umudunu, biz her türlü yanındayız. Bu umut değil mi zaten bizi solcu yapan, senin yıllarca Almanya’da yaşamana neden olan…
Toplantıdan sonra bir arkadaşla çıktık gazeteden. Gazetenin 50 metre ilerisinde tatlıcı açılmış. Ciğercinin önünde yalanan kediler gibi baktık ve biraz yürüdükten sonra döndük tatlıcıya. Atın ölümü arpadan deyip yedik tatlılarımızı. Tabii tatlıları yerken bir yandan da yolu kesiyorum gazeteden biri görmesin diye. “Demin para yok diye bağrınıyodun” deyip binecekler tepeme, korkuyorum haliyle. Neyse, kimse görmeden çıktık tatlıcıdan.
Harbiye’ye doğru yürümeye başladık. Suna Pekuysal öldükten sonraki ilk Lüküs Hayat’ı seyredeceğiz. Gazeteyi çekiştire çekiştire geldik Harbiye’ye. Tatlıları yemişiz ama karnımız acıktı, susadık. Harbiye Açıkhava’nın büfesinden birer tost alalım dedik. 7 YTL fiyat çekmesin mi büfeci? Dönersin aynen geriye. Hayır içeri beleş girdiğimiz için boş bulduğumuz koltukları da kaptırdık. Yer aranırken Alaska Frigocu geldi. Kaç para dedim. 14 YTL demez mi? Alaska’dan mı geliyor dedim, ciddiye alıp hayır dedi. Oyunun adı nedeniyle mi fiyatlar böyle dedim, anlamadı bir şey. Bir de üstüne kimin konseri var diye sorunca iyice sinirlendim Hakan Şükür’ün jübilesi var ona geldik dedim. “O daha bırakmaz abi, yanlış gelmiş olmayasın” demesin mi? Ben de bozuntuya vermedim daha fazla, “yok yok bırakıyor” dedim. “Allah’ın izniyle bırakıyor hem de...”
Frigocu gidince düşündüm kendi kendime. Adama gereksiz çıkışmıştım. Sanki fiyatları belirleyen kendisi… Bizde hep böyle değil midir? Çay pahalı diye garsona hangimiz kızmadık ki?
Neyse, dokuzda başlayan oyun -abartmıyorum- 4 saat sürdü. O Zihni Göktay’daki enerji neydi öyle? Hem bir kez daha hayran oldum hem de kendimden utandım. Tiyatro olsa hadi bir nebze anlayacağım da Lüküs Hayat bu kardeşim. Bildiğin müzikal. İki replik sonra dans, iki replik sonra dans. Son gittiğim düğünde on dakika halay çektim de iki gün yürüyememiştim. Sen çok yaşa Zihni Baba, sen de güzel uyu Suna Anne. Sahnedekiler harikaydı ama bir şeyler hep yarımdı 4 saat boyunca. Neyse ki oyun sonunda sahneye yansıttılar da Pekuysal’ın güleç yüzünü, tamamlandı eksik. Buradan Orhan Alkaya’ya sesleniyorum. Lüküs Hayat oynanırken Suna Pekuysal’ın küçük bir portresini asın bir kenara. Onun gibisi zor gelir bir daha.
Üzerime vazife değil ama madem burası kültür sanat sayfası, söylemeden edemeyeceğim. Oyundaki yeniliklerin bazıları tamam da bazıları çok çiğ duruyor. Abartının dozu biraz indirilirse daha güzel olacak sanki. Hele o Kofi Annan esprisi (ver Kıbrıs’ı gör Annan’ı) neydi öyle? Tamam Harbiye’den alkış tufanı yükseldi ama siz aldırmayın o alkışlara. Zaten milliyetçiliğimizin kabarması için yer arıyoruz, sonra ülkü ocakları özel gösterim talep ederse altında kalırsınız, benden söylemesi…
Tamam bitiriyorum.
Son olarak, e-postalar aldım ekonomi yazarımız Koray Çalışkan ve kültür sanat yazarımız Bülent Usta’dan. Kendileri yazılarımı çok beğeniyormuş da şunları da yazarsam daha güzel olurmuş da… Bak bak bak. Ama ben biliyorum bunların asıl niyetini. Akıllarınca benle güzel ilişki kurup haklarında kötü yazmamamı sağlayacaklar ama bende o göz var mı? Tamam sizin gibi Boğaziçi çimlerine basmışlığım ya da bir romana imza atmışlığım yok ama kafam çalışır az çok. Neyi yazıp neyi yazmayacağımı biliyorum ben de. Bundan sonra herkes kendi işine baksın, lütfen.
2 Kasım 2008 Pazar
Bi sen eksiktin (BirGün yazıları 1)
Geçen hafta bizim kültür sanat editörü Ulaş’la internette sohbet ederken bir anda duraksadı “Oğlum Ara” dedi, “Haydar Ergülen artık yazmayacakmış”. “Haydaaaa” dedim, “o nerden çıkmış?” “Boş ver şimdi, pazartesi son yazısı çıkacak, okur öğrenirsin”.
İşte o anda bir ampul yandı kafamda. Ampul dediysem yanlış anlaşılmasın, Tayip değil bildiğiniz Edison ampulü. Kendi kendime dedim ki “Ara oğlum, o köşe artık senin hakkın”. Yıllardır bu gazetedesin, çekmediğin çile kalmadı. -malumunuz para aldığımız da söylenemez- Bari bir köşen olsun. Yüzlerce köşe yazarı var Türkiye’de. Onlardan kötü mü yazacaksın?” (Haydar Abi alınmasın sakın, yazmayacak olmasına üzüldüm tabii, benim derdim köşe boş durmasın. Biliyorsunuz, sayfa başına dört köşe yazarı ortalamamız var)
“Neyse Ulaşcığım, benim uykum geldi” dedim, kalktım bilgisayarın başından. Annem mutfaktaydı, gittim yanına. Derdimi ona anlattım. “Ben köşe yazmak istiyorum anne” dedim. “Yaz oğlum” dedi, “senin yazanlardan ne eksiğin var?” “Yarın konuşacağım Ahmet’le” (Tulgar) dedim. “Konuş tabii” dedi. “Ağlamayana meme vermezler bu ülkede.”
Sabahı bekleyemedim, gecenin bir yarısı oturdum mail attım Ahmet Tulgar’a. Dedim, böyle böyle. “Bak kaç yıldır bu gazetedeyim. Herkese bir köşe verdiniz. Benim onlardan neyim eksik? Benim de zamanım geldi artık” İki dakika sonra yanıt geldi: “Aracığım, sen ne anlarsın köşe yazmaktan. Sen konserine git, tiyatrona git, röportajını yap”
Çok sinirlendim, yattım. Uyku tutmadı ama zorladım kendimi. Köşe yazarı olarak falan hayal ettim. İnsanlara gazete imzalarken düşündüm kendimi; uyumuşum…
Sabah gazeteye gidince ilk işim Ahmet’i bulmak oldu. “Ayıp ettin Ahmet” dedim. Ses çıkarmadı. Suç işlemiş çocuklar gibi başını önüne eğdi. O öyle mahsun durunca dayanamadım ben de “Ahmet Abi be, yap bi güzellik” dedim. Başını kaldırdı, uzun uzun baktı yüzüme. “Tamam” dedi. “Git Ulaş’la konuş.”
Yazıişlerine bir girişim var ki sormayın. 5 milyon tirajlı bir gazetenin genel yayın yönetmeniyim sanki. Ulaş her zamanki gibi bilgisayar başında okey oynarken gittim yanına. “Bir şey konuşmamız lazım” dedim. “Dur ulan okeye dönüyorum” deyince sinirlendim kapadım bilgisayarını çat diye. O da sinirlendi. Ayağa kalktı. “Ne var ulan sabah sabah” dedi. Dedim böyle böyle. “Pazartesileri ben yazacağım artık” Bu başladı gülmeye. Ama nasıl gülmek. Öyle böyle değil. Gözleri pörtleyecek. Birkaç dakika yazıişlerinin ortasında kahkaha attı attı attı ve sonra susup yüzüme baktı: “Aracığım sen ne anlarsın köşe yazmaktan? Sen konserine git, tiyatrona git, röportajını yap” dedi. Tepem attı yine ama belli etmedim bu sefer. Ahmet’le konuştuğumu söyledim. O da uzun uzun yüzüme baktı ama bir şey demedi. Sandalyesine oturup kapalı bilgisayarını açtı. Kendi kendine konuştuğunu fark ettim ama anlamadım ne dediğini. Zaten normalde de anlamıyorum bu çocuğu. Tek anladığım cümlesi “Bi sen eksiktin” oldu.
İşte böyle başladı BirGün’de yazmam. Bundan sonra her pazartesi, ‘sendromunuzu almak için’ burada olacağım. Dünya yıkılsa bile, gazeteyi alınca ilk beni okuyacaksınız Ara bu hafta ne yazmış diye. Süper malzeme var bende, çaktırmayın. Başta kültür sanat sayfasının yazarları olmak üzere gazetenin entel dantel bütün köşe yazarları hakkında en harika dedikodulardan tutun da gazetede geçen muhabbetlere, gidip gördüğüm konserlerde, sergilerde olan biten enteresan olaylardan sanat camiamızda dönen ‘sanatsal’ dolaplara kadar hepsi bu köşede olacak.
Sahi, benim ne eksiğim var diğerlerinden?
İşte o anda bir ampul yandı kafamda. Ampul dediysem yanlış anlaşılmasın, Tayip değil bildiğiniz Edison ampulü. Kendi kendime dedim ki “Ara oğlum, o köşe artık senin hakkın”. Yıllardır bu gazetedesin, çekmediğin çile kalmadı. -malumunuz para aldığımız da söylenemez- Bari bir köşen olsun. Yüzlerce köşe yazarı var Türkiye’de. Onlardan kötü mü yazacaksın?” (Haydar Abi alınmasın sakın, yazmayacak olmasına üzüldüm tabii, benim derdim köşe boş durmasın. Biliyorsunuz, sayfa başına dört köşe yazarı ortalamamız var)
“Neyse Ulaşcığım, benim uykum geldi” dedim, kalktım bilgisayarın başından. Annem mutfaktaydı, gittim yanına. Derdimi ona anlattım. “Ben köşe yazmak istiyorum anne” dedim. “Yaz oğlum” dedi, “senin yazanlardan ne eksiğin var?” “Yarın konuşacağım Ahmet’le” (Tulgar) dedim. “Konuş tabii” dedi. “Ağlamayana meme vermezler bu ülkede.”
Sabahı bekleyemedim, gecenin bir yarısı oturdum mail attım Ahmet Tulgar’a. Dedim, böyle böyle. “Bak kaç yıldır bu gazetedeyim. Herkese bir köşe verdiniz. Benim onlardan neyim eksik? Benim de zamanım geldi artık” İki dakika sonra yanıt geldi: “Aracığım, sen ne anlarsın köşe yazmaktan. Sen konserine git, tiyatrona git, röportajını yap”
Çok sinirlendim, yattım. Uyku tutmadı ama zorladım kendimi. Köşe yazarı olarak falan hayal ettim. İnsanlara gazete imzalarken düşündüm kendimi; uyumuşum…
Sabah gazeteye gidince ilk işim Ahmet’i bulmak oldu. “Ayıp ettin Ahmet” dedim. Ses çıkarmadı. Suç işlemiş çocuklar gibi başını önüne eğdi. O öyle mahsun durunca dayanamadım ben de “Ahmet Abi be, yap bi güzellik” dedim. Başını kaldırdı, uzun uzun baktı yüzüme. “Tamam” dedi. “Git Ulaş’la konuş.”
Yazıişlerine bir girişim var ki sormayın. 5 milyon tirajlı bir gazetenin genel yayın yönetmeniyim sanki. Ulaş her zamanki gibi bilgisayar başında okey oynarken gittim yanına. “Bir şey konuşmamız lazım” dedim. “Dur ulan okeye dönüyorum” deyince sinirlendim kapadım bilgisayarını çat diye. O da sinirlendi. Ayağa kalktı. “Ne var ulan sabah sabah” dedi. Dedim böyle böyle. “Pazartesileri ben yazacağım artık” Bu başladı gülmeye. Ama nasıl gülmek. Öyle böyle değil. Gözleri pörtleyecek. Birkaç dakika yazıişlerinin ortasında kahkaha attı attı attı ve sonra susup yüzüme baktı: “Aracığım sen ne anlarsın köşe yazmaktan? Sen konserine git, tiyatrona git, röportajını yap” dedi. Tepem attı yine ama belli etmedim bu sefer. Ahmet’le konuştuğumu söyledim. O da uzun uzun yüzüme baktı ama bir şey demedi. Sandalyesine oturup kapalı bilgisayarını açtı. Kendi kendine konuştuğunu fark ettim ama anlamadım ne dediğini. Zaten normalde de anlamıyorum bu çocuğu. Tek anladığım cümlesi “Bi sen eksiktin” oldu.
İşte böyle başladı BirGün’de yazmam. Bundan sonra her pazartesi, ‘sendromunuzu almak için’ burada olacağım. Dünya yıkılsa bile, gazeteyi alınca ilk beni okuyacaksınız Ara bu hafta ne yazmış diye. Süper malzeme var bende, çaktırmayın. Başta kültür sanat sayfasının yazarları olmak üzere gazetenin entel dantel bütün köşe yazarları hakkında en harika dedikodulardan tutun da gazetede geçen muhabbetlere, gidip gördüğüm konserlerde, sergilerde olan biten enteresan olaylardan sanat camiamızda dönen ‘sanatsal’ dolaplara kadar hepsi bu köşede olacak.
Sahi, benim ne eksiğim var diğerlerinden?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)